Gündüz kuşağı programlarında sıkça görülen diz çöküşler, ağlama sahneleri ve af dilemeler, James Ferguson'un “performative shame” kavramıyla açıklanabilir. Katılımcılar sahnede utancını sergiler, izleyici ise bu utanç üzerinden kendini temize çeker. “Ben onlar gibi değilim” düşüncesi, bireysel olarak bir tür narsistik rahatlama sağlar. Ancak bu sahneler, katılımcılar için derin psikolojik izler bırakır.
Mehmet Kırtorun/ Yazar
Gündüz kuşağında yer alan dramatik içerikler, yalnızca bireysel trajedilere değil; aynı zamanda toplumun kolektif bilinçaltına, sınıfsal gerilimlerine ve mahremiyet anlayışına da ayna tutuyor. Görünürde "yardım" amacıyla kurgulanan bu yapımlar, bireyleri en kırılgan hâlleriyle ifşa ediyor ve mahremi teşhir nesnesine dönüştürerek sıradanlaştırıyor.
Bu programlar yalnızca medya içeriği değildir; aynı zamanda bir gözetim sistemi, sınıfsal ayrım aracı ve modern utanç ekonomisinin sahnesidir. Yazının amacı, bu sahnenin ardındaki eşitsizlikleri, psikolojik etkileri ve kültürel dönüşümleri ifşa etmektir.
Televizyon, eğlencenin ötesinde bir ideolojik aygıttır. Gündüz kuşağında öne çıkan yapımlar, yüzeyde "yardım eli" gibi görünse de, gerçekte mahremiyetin metalaşmasına, kişisel dramların pazarlanmasına hizmet eder. Program formatları çoğunlukla kayıp arama, aile sorunlarını çözme ya da ilişkileri düzenleme iddiasındadır. Ancak ekranlara çıkarılan bireyler genellikle düşük sosyoekonomik gruplardan, toplumda görünmez kılınmış kişilerdir. Onlara sunulan görünürlük, onurlu değil; damgalayıcıdır.
Ağlayan bir anne, ihanete uğrayan bir eş, geçmişiyle yüzleşen bir birey... Hepsi, ekran karşısındaki izleyici için dramatik bir anlatıya dönüştürülür. Her gözyaşı reyting, her itiraf reklam süresine çevrilir. Verilen örtülü mesaj nettir: "Onlar gibi olma."
Sınıf, gözetim ve damgalama
Bu içerikler, özellikle alt sınıf aileleri "sorunlu" olarak çerçevelerken; orta sınıf izleyiciye kendi konumunu ve ahlaki üstünlüğünü yeniden onaylama alanı sunar. İngiliz sosyolog Beverley Skeggs'in (2004) İngiltere için tespit ettiği sınıfsal gözetim ve temsiller, Türkiye'de çok daha sert biçimde karşımıza çıkar: Yoksullar sürekli gözetlenir, denetlenir; orta sınıf ise zaten "makul" sayılır.
Programlar aynı zamanda devletten bağımsız işleyen birer disiplin aygıtıdır. James Ferguson'un "governmentality" (yönetişim) kavramını bu bağlamda düşünürsek, artık bireyin davranışlarını denetlemek için resmî kurumlara gerek kalmamıştır. Televizyon, toplumun vicdanı gibi çalışır. Mahkemede beraat etmiş biri dahi, bir kez "suçlu" olarak sunulursa damga kalıcıdır.
İncelikli bir susturma biçimi
Bu programlarda bireylerin kendini savunmasına alan tanınıyor gibi görünse de bu savunma, medya tarafından çizilmiş kurgunun sınırları içindedir. Birey "konuşur", ancak çoğu zaman zayıf ya da suçlu bir rolün içinden seslenebilir. Bu da savunmayı, aslında daha incelikli bir susturmaya dönüştürür.
Öte yandan bu süreç sadece medya yapımcılarının tercihiyle değil; bireylerin çaresizlikleriyle de şekillenir. Bir eş, bir anne, bir baba... Kendini çaresiz hisseden pek çok insan çözüm arayışıyla en mahrem hikâyesini ekranlara taşır. Dışarıdan teşhir gibi görünen bu anlatılar, içeriden bakıldığında insani kırılganlıkların ve umutsuzluğun bir dışavurumudur.
Foucault ve Panoptikon: Gözetim korkusu
Michel Foucault'nun panoptikon teorisi, burada doğrudan işler. Sürekli gözleniyor olma ihtimali, bireyleri kendi davranışlarını sürekli denetlemeye iter. Ekrandaki ifşa sahneleri, izleyiciye "sen de gözleniyorsun" mesajı verir. Aile içinde dahi herkes birbirini gözetlemeye başlar. Böylece mahremiyetin sınırları bulanıklaşır, özel olan kamuya açılır.
Sonia Livingstone'un (2009) araştırmaları da medyada sürekli teşhir edilen mahremiyetin, izleyicinin kendi hayatında da sınırların gevşemesine yol açtığını ortaya koyar. Bugün ekran başında yalnızca seyirci olan birey, yarın aynı normalleştirme çerçevesinde kendi özel alanına da yabancılaşabilir.
Bu yapımlarda sıkça görülen diz çöküşler, ağlama sahneleri ve af dilemeler, Ferguson'un "performative shame" kavramıyla açıklanabilir. Katılımcılar sahnede utancını sergiler, izleyici ise bu utanç üzerinden kendini temize çeker. "Ben onlar gibi değilim" düşüncesi, bireysel olarak bir tür narsistik rahatlama sağlar. Ancak bu sahneler, katılımcılar için derin psikolojik izler bırakır.
Toksik utanç, bireyin yalnızca eyleminden değil, varoluşundan utanmasına neden olur. Uzun vadede bu durum özgüven kaybı, içe kapanma, depresyon ve ilişkisel bozulmalara yol açar.
Bazen bu programlarda çocuklar da ekrana çıkarılır. Kimin çocuğu olduğu tartışmaları, ağlayan yüzler, gözyaşları... Daniel J. Siegel ve duygusal zeka odaklı ebeveynlik yaklaşımlarıyla tanınan Tina Payne Bryson'un (2011) çalışmaları, bu tarz teşhirin çocuk psikolojisinde derin travmalara, güven kaybına, sosyal çekilmeye ve okul başarısında düşüşe neden olduğunu gösteriyor.
Kadının aşağılanması ve cinsiyet rolleri
Bahsini ettiğimiz yapımlarda çoğu zaman hedefte kadın vardır. Aldatıldığı için sorgulanan, "evini koruyamadığı" için suçlanan kadın, toplum önünde yetersiz ilan edilir. Rosalind Gill'in (2007) çalışmaları, medyada sürekli aşağılama temsillerinin kadınlarda değersizlik hissini içselleştirdiğini ve toplumsal cinsiyet rollerini katılaştırdığını göstermektedir.
Aslında aile ile sorunlarını çözmekten çok dramatize ederler. Roger Silverstone'un (1994) bulguları, medyanın aileyi sürekli kriz içinde sunmasının, izleyicide aile kurumuna dair güveni zedelediğini ortaya koyar. "Aile" artık çözüm değil, kaosun merkezi gibi temsil edilir.
Bir diğer tema "arınma"dır. Hatalı kişi, pişmanlık sergiler, diz çöker, affedilir. Ancak bu törensel sahne, gerçekte bir çözüm değil, yalnızca izleyici için rahatlatıcı bir illüzyondur. Bireyin sınıfı değişmez; sadece "hatalı ama özür dilemiş" bir figür hâline getirilir.
Empatinin erozyonu
Bu tür içeriklerin sürekli olarak başkalarının acısını sahnelemesi, izleyicide empati yetisini zayıflatır. Tania Singer ve arkadaşlarının (2004) araştırmaları, başkalarının acısına sürekli maruz kalmanın beyindeki empati merkezlerini körelttiğini ortaya koymuştur. Acı "içerik" hâline geldikçe, toplumsal duyarlılık erozyona uğrar.
Bu tür programların savunucuları sıkça şu iddiayı öne sürer:
"Devletin çözemediğini biz çözüyoruz."
İlk bakışta bu ifade medyanın işlevsel bir boşluğu doldurduğunu ima eder; fakat aslında çok daha büyük bir yapısal sorunun sessiz göstergesidir. Çünkü adaleti sağlamak, kayıpları bulmak, aileleri korumak ve toplumsal düzeni teminat altına almak — tüm bunlar hukuk devletinin asli sorumluluklarıdır. Eğer bireyler artık bu işlevleri emniyet ya da yargı kurumlarından değil, bir televizyon kanalından bekliyorsa, bu sadece medyanın gücüyle açıklanamaz; aynı zamanda kurumsal güvenin zayıfladığı bir toplumun fotoğrafıdır.
Buradaki temel sorun, yalnızca çözümün nereden geldiği değil, nasıl geldiğidir. Çünkü bu programlarda "adalet" alkışla sağlanır, "çözüm" kameraya konuşarak bulunur, "şahitlik" ise reytinge dönüşür. Hukuk kurumu ise sessizdir; çünkü artık duygu odaklı medya yargısı, usul temelli hukuk yargısının yerini almıştır. Michel Foucault'nun panoptik denetim sistemine dair gözlemleri burada doğrudan kendini gösterir: Artık devlet değil, medya toplumun gözetleyici gücüdür. Ve gözetim, sadece suçun değil; ahlâkın, kimliğin ve aidiyetin yeniden tanımlandığı bir araca dönüşür.
Ayrıca, adaletin kameralar önünde ve kamuya açık biçimde sağlandığı izleniminin yaygınlaşması, bireylerin devlete ve resmi kurumlara duyduğu güveni de temelden sarsar. Çünkü hukuk yalnızca sonuçla değil, süreçle de ilgilidir. Hâkimlerin yargısı kadar sükûneti, polislerin gücü kadar tarafsızlığı, mahkemelerin adaleti kadar saygınlığı önemlidir. Medyada bu denge yoktur. Orada "hakikat", çoğunlukla daha çok konuşanın, daha çok bağıranın ve duyguyu daha iyi yönetenin olur.
Bu nedenle adaletin medya eliyle dağıtılması, uzun vadede bireyleri bir hukuk sistemine değil, teşhir kültürüne bağlar. Kaybolan çocuğu bulmak elbette değerlidir, ama bunu stüdyo dekoru içinde yapmak, o çocuğun hikâyesini bir çözüme değil; bir performansa dönüştürür.
Üstelik bu "çözüm üretme" pratiği, kamuoyunu da dönüştürür. Günbegün ekran karşısında "adalet sağlandığına" inanan toplum, bir süre sonra mahkemeye değil, televizyon stüdyosuna güvenmeye başlar. Bireyler artık karakola gitmeden önce yapımcılara ulaşmayı düşünür, çünkü artık ekran çözümün yeri olarak kodlanmıştır. Bu durum, Tom R. Tyler'ın hukuk psikolojisine dair analizlerinde de vurguladığı gibi, sadece yargıya olan güveni değil, toplumun adaleti algılayış biçimini temelden bozar. Adalet, görünürlüğe; doğruluk ise dramatik sunuma bağlanır.
Bu noktada toplumsal gözlem de dönüşür. Bir dava, bir suç ya da bir kriz, yasaya göre değil, kamu tepkisine göre değerlendirilir. Medyada dağıtılan adalet ise, çoğu zaman prosedür değil popülizmdir.
Sonuçta toplum, çözümün adresini yanlış yerde aramaya başlar. Asıl görev alanı yargı olan mekanizmalar etkisizleştikçe, medya bir tür "duygusal yargı platformuna" dönüşür. Bu da yalnızca bireyleri değil, hukukun evrensel değerlerini de medya estetiğine feda eder.
Bu yüzden şu soruyu sormak kaçınılmaz hale gelir:
Bir ülkede adalet, kameralarla mı sağlanır; yoksa kurumlarla mı?
Ve daha önemlisi:
Kameraların çözdüğü her vaka, sistemin arızasına atıfta mı bulunuyor?
Gösteri sürerken toplum yaralanıyor
Bu yapımlar, yalnızca "yardım" iddiası taşıyan programlar değil; mahremiyetin pazarlandığı, utancın satıldığı, sosyal adaletin estetik görüntüler uğruna harcandığı bir gösteri rejimidir. Her gözyaşı reytinge, her itiraf reklama dönüşürken; izleyici de farkında olmadan gözetim toplumunun pasif öznesine dönüşür.
Gerçek yardım, bireyin en savunmasız hâlini sahneye taşımakla değil; onu görünmeyen zincirlerinden kurtarıp onarıcı bir alana yönlendirmekle mümkündür. Fakat medya, yardım ile teşhiri birbirine karıştırarak, kırılganlığı sistematik biçimde yeniden üretmektedir.
Bugün sorulması gereken soru şudur:
"Bu gösteri sürerken biz, toplumsal vicdanımızdan, empati yetimizden ve mahremiyet anlayışımızdan neleri kaybediyoruz?"
Ve belki de en acısı:
Bu soruları artık sormuyor olmamızdır.