Venezuela’daki protestolardan Brezilya’daki darbeye, Kolombiya’daki barış sürecinden Amerika’nın Küba ile yakınlaşmasına kadar birçok gelişme ancak kıtadaki genel trend dikkate alınınca anlamlı olacaktır. Peki kıtadaki gelişmeleri nasıl okumak gerekir ve bu süreç Türkiye’nin Latin Amerika ve Karayipler politikası için ne anlama gelir?
Doç. Dr. Mehmet Özkan - Polis Akademisi Öğretim Üyesi
Latin Amerika kıtası Soğuk Savaş döneminden beri ikinci değişim-dönüşüm sürecini yaşıyor. İlk değişim süreci 1999’da Venezuela’da Hugo Chavez’in iktidara gelmesiyle başlayan sol siyasetin kademe kademe derinleşerek kıtada birçok ülkede iktidara gelmesiydi. Bu dalga, Batı karşıtlığından popülist siyasete kadar birçok boyuta sahipti. Petrol fiyatlarının yüksek olmasından dolayı birçok sosyal projeyi finanse edebilen sıcak para bolluğu popülist siyaseti besliyordu. Kıta hala sol siyasi mirasın ne olduğunu, nasıl bir etki bıraktığını ve en önemlisi gelecek için derslerin neler olması gerektiğini yeteri kadar tartışamadan 2015 yılının güz dönemiyle beraber hızlı bir sağ dalganın etkisine girdi. Venezuela’daki protestolardan Brezilya’daki darbeye, Kolombiya’daki barış sürecinden Amerika’nın Küba ile yakınlaşmasına kadar birçok gelişme ancak kıtadaki genel trend dikkate alınınca anlamlı olacaktır. Peki kıtadaki gelişmeleri nasıl okumak gerekir ve bu süreç Türkiye’nin Latin Amerika ve Karayipler politikası için ne anlama gelir?
2000’li yıllarla beraber Latin Amerika’da yükselen sol dalganın tüm dünyada yankılanışı “Amerika kendi geleneksel kontrol alanını kayıp mı ediyor?” ve “Acaba sol, en nihayetinde yeni bir alternatif mi üretiyor?” sorularına yoğunlaşılarak okundu. 15 yıllık tecrübe sonrası geriye baktığımızda görünen o ki ne Amerika alan kaybetti ne de sol bir alternatif üretebildi. Aksine kıtada Amerikan varlığı ve etkinlik alanı farklı formlarda ve hatta bizatihi halkın tercihiyle yeniden ve daha köklü şekilde etkinleşiyor.
Kıtada üç şekilde Batı’nın etkinlik alanını genişlettiğini görebiliriz: Siyasal model inşası, geçiş süreçlerini yönetme ve son olarak eskinin izlerini silme. Bu üç politika, aynı anda ve iç içe geçmiş şekilde işlemektedir.
Peru’da bu yaz yapılan seçimleri Kemal Derviş modelinde bir adayın kazanmasını, Batı’nın Arjantin Devlet Başkanı Mauricio Macri üzerinden kıtada bir sağ siyasal model inşa etme çabasını, Batı’nın ve Amerika’nın etkinlik alanını derinleştirmeye başlamasının yanında kıtada başarılı bir siyaset modeli oluşturma girişimi olarak görmek gerekir. Macri’nin iktidara geldiği 2015 yılının Kasım ayından beri Arjantin’e Batılı ülkeler tarafından yapılan üst düzey destek ziyaretleri sembolik anlamın çok çok ötesinde olup, ekonomisi büyük oranda zarar görmüş, yapısal reformlarla düzlüğe çıkarılması gereken bir ülkeye açılmış kredidir. Kıtada genellikle dört ülke model üretebilir: Meksika, Kolombiya, Brezilya ve Arjantin. Meksika’nın kıtaya uzaklığı, Kolombiya’nın iç siyasetindeki dönüşüm ve Brezilya’daki seçilmiş cumhurbaşkanının görevden alınması şu an için Batı’nın model üretebileceği tek ülke olarak Arjantin’i işaret etmektedir.
Kolombiya’da geçiş süreci
Batı’nın ikinci politikası olan geçiş süreçlerini yönetme politikası en iyi şekilde Kolombiya’da görülebilir. Amerika’nın askeri desteği olmadan Kolombiya devleti FARC’a karşı başarılı olamayacağı gibi yine Amerika’nın desteği olmadan Kolombiya’da yapılacak bir barış anlaşmasının başarı şansı da yok. 1998 yılında Plan Kolombiya politikasıyla Amerika’nın Kolombiya’ya verdiği açık askeri destek, bugün barış süreci için siyasal, ekonomik ve medyatik bir desteğe dönüşmüştür. Artık Batı Latin Amerika’da net bir şekilde kuzeyde Kolombiya, güneyde ise Arjantin üzerinden neo-liberal bir siyasal model üretip kıtaya sunmak istemektedir. Dolayısıyla Kolombiya’daki barış sürecine Batı’nın verdiği açık desteği ve ülkenin geçiş sürecini sağlıklı bir şekilde yürütme çabasını bu gözle okumak gerekir. Amerika’nın yıllarca desteklediği ve FARC’a karşı büyük başarı elde eden Eski Cumhurbaşkanı Alvaro Uribe’nin bile bütün çekincelerine rağmen ‘FARC ile barışa hayır’ perspektifinden ‘FARC ile bu şekilde bir barışa hayır’ şeklinde özetlenebilecek bir siyasal yaklaşıma gelmesinin arkasında Batı’nın Kolombiya’daki sürecin başarılı olması için verdiği açık desteği görmek gerekir.
23 Eylül’de Cartagena şehrinde imzalanacak olan ve FARC ile 52 yıllık çatışmayı bitiren barış anlaşması, kıtada sol tandanslı silahlı bir siyasal gücün sistem içinde eritilmesinin önünü açacak ve muhtemelen FARC zaman içerisinde Kolombiya siyasetinin küçük bir muhalefeti olmaktan öteye geçemeyecektir. İster istemez bu süreç eğer sorunsuz aşılırsa kıtada bir Kolombiya modelinin önü açılacaktır.
Batı’nın kıtada izlediği üçüncü politika ise net bir şekilde sol mirasın geride bırakılmasıdır. Küba ile Amerika’nın yakınlaşması, Venezuela’da 2015 yılı Aralık ayında yapılan parlamento seçimlerini muhalefetin kazanması ve akabinde ülkeyi erken seçime götürebilme çabası (ki yeterli imza toplanmasına rağmen süreç bekletilmektedir) ve bu minvalde yapılan gösteriler, sol cenahın köklü kalelerinde değişim ve dönüşüm çabaları yanında sol mirasın geride bırakılmasına yönelik politikalardır.
Brezilya’da yaşanan, cumhurbaşkanının darbeyle görevden alınması süreci ‘sol mirası geride bırakma politikası’nın en ‘başarılı’ olanıdır. Dilma Rousseff’un görevden alınması ve yolsuzluk soruşturmalarının Lula’ya kadar uzaması en temelde bir siyaset yapma tarzının bitirilmesi çabasıdır. Rousseff’un görevden alınmasında kilit rol oynayan eski meclis başkanı Eduardo Cunha’nın da yolsuzluk iddiasıyla büyük bir ihtimalle görevden alınacak olmasını Brezilya’da yaşanan sürecin ironisi olarak görmek gerekir.
Kolombiya’dan Venezuela’ya, Küba’dan Brezilya’ya kıtadaki siyasal dönüşümler ancak bu gözle bakıldığı zaman anlamlıdır. Çoğu Latin Amerika halkının gözünde sol siyaset artık bu köklü sorunlara hem söylemsel hem de pratik anlamda cevap vermekten uzaktır. Kıtadaki yeni sağ dalgadan en çok eski geleneksel burjuvazi memnun olsa da, kıtadaki sosyal sorunlara dokunmayan bir sağ siyasal iktidarın da yerleşmesi ve uzun süre kalıcı olması zor görünmektedir. Dolayısıyla kıtadaki yeni dalganın en büyük ikilemi, kendi sosyal zemininin birikmiş kızgınlık ve ihmal edilmişlik duygusuna cevap verme ihtiyacı yanında; yapacağı radikal yapısal reformlarla bunlara vereceği zararlar arasında sağlıklı bir denge kurmaktır. Birincisi kendisini var eden güçlerin desteği için önemliyken, ikincisi uzun süre iktidarda kalabilmesi için kilit öneme sahip bir öğedir.
Peki kıta dönüşürken Türkiye’nin Latin Amerika ve Karayipler (LAK) politikasına nasıl bir etkisi olur ya da olmalıdır? Bu konu elbette bir başka yazının konusu ama TIKA, AA, Yunus Emre, YTB gibi çok farklı aktörlerin devreye girdiği kıtada LAK politikasını artık bir açılım politikasından, derinleştirme politikasına dönüştürmek gerekir. Tabii bunu yapmadan önce Türkiye’nin Latin Amerika’ya yönelik açılım politikasının birikimini masaya yatırmak ve bütün boyutlarıyla tartışmak iyi bir başlangıç olacaktır.