Eşref'e korkak demek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Eşref'e hırsız demek ise biraz da Enver'e hırsız demektir. Eşref'e mal-davar hırsızı demek, Türk tarihinde altın harflerle yazılmış Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ni, Türk'ün istirdat mücadelesini aşağılamak demektir. Bu bölgeden hayvanların ne şekilde ve hangi hizmet yolunda toplandığını öğrenmek çok basittir. Hayatı sıcak döşekte değil, çölde, dağda, harp meydanlarında geçen insanların tümünün hatıratında yer yer mübalağalar, aşırılıklar, yanlışlıklar ve hatta daha başka kusurlar vardır. Şayet bu insanların hepsini narsisist kişilik bozukluğu ile itham edersek elimizde adam kalmaz.
İsmail Küçükkılınç / Avukat
Polat Safi’nin Eşref Kuşçubaşı’nın Alternatif Biyografisi adlı kitabı bir televizyon programının da katkısıyla sosyal medyada ciddî bir etkileşime konu oldu ve Eşref’in amiyane tabirle hakikatte bir kahraman değil de bir balon olduğu ve Safi’nin bu balonu patlattığı algısına yol açtı. Bir grup nezdinde ise Safi’nin yaptığı niyet açısından değilse bile netice olarak bir itibar suikastı olarak telakki olundu. Çünkü Eşref, tüm hatalarına, kusurlarına, günahlarına, suçlarına rağmen kolay harcanacak biri değildi; Eşref, Osmanlı’nın çöküş sürecinde beka mücadelesinin namdar isimlerinden biriydi.
Şayet Osmanlı’nın çöküş tarihi ve milletin beka mücadelesi layıkıyla anlaşılmazsa birçok kahraman harcanmaktan masun kalamaz. Bu sebeple kısa bir arka plan okuması yapılmadığı takdirde Eşref tartışması boşlukta salınır.
Yok olma tehdidi
Malumdur ki, Osmanlı, çöküş döneminde devamlı toprak kaybeden, kaybettiği toprağı bir daha geri alamayan, geri almasına izin verilmeyen, galip geldiğinde dahi toprak kaybeden, toprak kaybıyla birlikte nüfus da kaybeden ve nihaî raddede sıkışıp kaldığı Anadolu topraklarını ve bu topraklar üzerinde meskûn Müslüman ahaliyi de yok olma tehdit ve tehlikesinden salim kılamayan bir devletti. Devlete ait ya da onunla alakalı topraklar olan Kırım, Kafkasya, Mora, Tuna, Makedonya, Batı Trakya kaybedilmiş, buradaki Müslüman nüfus her kayıpta elde kalan son topraklara sığınmıştı. Bu sebeple beka tehdidinin son bulduğu 1913-1918 arası Millî Mücadele’de hangi etnik kökene mensup olurlarsa olsunlar muhacirler mühim bir rol ifa etmişlerdir. Bilhassa Balkan Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin merkezi sayılması gerekli Makedonya toprakları çok kısa bir süre içinde kaybedilmiş, çok sayıda Müslüman vahşice katledilmiş, yazmaya ar ettiğimiz sayısız tecavüz vakası vuku bulmuş, kılıç artıkları da can havliyle Ege bölgesine hicret etmiştir. Beş asırlık vatan topraklarının, Osmanlı’nın rengini ve şeklini aldığı Rumeli’nin hepten kaybı aslında Anadolu’nun ve üzerinde meskûn Müslüman ahalinin de yakında benzer korkunç bir felakete maruz kalacağını gösterdi. Artık bundan sonra her ne yapılacaksa sıkışıp kaldığımız bir avuç toprağın ve üzerindeki milletin bekasını temin gayesine matuf olacaktı. Bu sebepledir ki, yaralı muhacirlerin de yer aldığı, Kırcaalili Talat Paşa’nın talimatı ve 93 Tuna muhaciri Filibeli Celal Bayar’ın icraatı ile hatırı sayılır bir Rum burunları kanamadan göçürtüldü. Çünkü son dönemde toprak kaybettiğimiz esas unsur yabancı büyük bir devlet değil, bize bağlı olan gayrimüslüm etnik topluluklardı. Mora’da Yunanistan, Tuna’da da Bulgaristan kuruldu. Makedonya da yine daha evvel bize bağlıyken bağımsız olan devletlerce paylaşıldı. Şayet İttihadçı refleks devreye girip Ege’de ve Doğu bölgelerinde bekaya yönelik nüfus hareketleri gerçekleştirilmeseydi Kastamonu ve Konya’da meskun bir nüfusun bile varlığı meşkuk hale gelecekti. Biz her ne kadar büyük bir devletle savaşıp yenilsek de onlara değil onların kolladığı içimizdeki bir unsura karşı toprak kaybediyorduk. Kısaca Osmanlı’nın hem hükmen hem de fiilen var olduğu toprakların kaderi böyleydi. Biz buraları nüfusun çok azını teşkil ettiğimiz için kaybediyor değildik; namuslu kaynakların da kabul ettiği veçhile bugün Bulgaristan devletinin var olduğu Tuna’nın birçok yerinde Müslümanlar hatta etnik Türkler ya çoğunluk ya da hatırı sayılır bir nüfusu haizdi. Üsküp, Manastır, Selanik de öyleydi. Batı Trakya ise Anadolu’daki herhangi bir Türk şehrinden oran olarak daha fazla etnik Türk’ü ihtiva ediyordu. Demek ki, Balkanlı gayrimüslimlerin bağımsızlık uğrunda mücadele ettikleri nüfus homojenliği şayet biz onu temin edersek bekamız, etmezsek zevalimiz olacaktı. Kafkasya muhaciri Çerkes Eşref’in Ege’deki mücadelede cismi değil ismi bile kâfi idi. Bu sebepledir ki çoğu insan Eşref’e haksızlık yaparken Ege’nin Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesinin icracısı Celal Bayar, sonradan sekter bir Kemalist de olmasına rağmen hatır gözetiyor, Eşref hakkında mutedil bir üslup kullanıyor hatta hatıratında onu kaynak olarak kullanıyordu.
Beka mücadelesinin bir ferdi
Eşref beka mücadelesinin bir ferdidir ancak o, iki hareket, mücadele ve politikanın da namdar bir üyesidir. İşgal Edilmiş Topraklarda Mukavemet/Direniş Politikası ve Kaybedilmiş Toprakların İstirdadı/Geri Alınması Politikası.
1911’de İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali, Osmanlı’nın çaresizliğinin de eseriydi. İki devlet arasında bir savaş değil, bir devletin diğer bir devletin topraklarını hayâsızca işgali vardı. Bu işgale, daha önce Doğu Rumeli Vilayeti’nin kaybında olduğu gibi sessiz kalmak, hem yarın sıranın Antalya’ya gelmesine yol açabilir hem de İslam âlemi nezdinde devletin ve hilafetin hiçbir hükmü kalmazdı. Kaldı ki burası devletin elindeki son Afrika toprağıydı ve nüfusunun mühim bir kısmı da Türk kökenliydi. Eşref, mukavemet/direniş politikasının gönüllü bir neferidir ve bugün kimin bu bölgede ne kadar kaldığı, ne kadar savaştığı tespit edilebilecek durumdadır. Trablusgarb’daki Direniş Hareketi, Ömer Muhtar’a devredilmiş ve bugünkü Türkiye-Libya münasebetinin de temeli olmuştur.
Eşref’in esas ismini tarihe kazıttığı politika Kaybedilmiş Toprakların İstirdadı/Geri Alımı idi. İTC ve İttihadçıların iktidarda olmadığı bir devrede vuku bulan ve fena idare edilen Balkan Harbi neticesinde mübarek Edirne şehri ile Batı Trakya da kaybedilmişti. Kısaca bu topraklar imza attığımız bir uluslararası anlaşma ile elimizden çıkmıştı ve hukuken yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Kamil Paşa gibi isimlerin hükümette olsa asla yapamayacakları bir şey oldu. Edirne aşığı ve mebusu Talat ile ona eşlik eden Enver’in diretmesiyle devlet, Balkanlı devletlerin anlaşmazlığı sebebiyle çıkan II.Balkan Harbi’nin yol açtığı karışıklıktan istifade ile anlaşmayı ihlale karar verdi ve Edirne şehrini istirdat ettik. Bugün Edirne’nin istirdadının ne manaya geldiğini maalesef gençlerimiz hatta muhacirlerimiz bile bihakkın takdir edememektedir. Şayet Edirne istirdat edilmeseydi bugün Selanik, Manastır, Üsküp, Batum ve Halep hükmünde olacak, belki tarih kitaplarında okuyacak, biraz hamiyetliysek “vay be, bir zamanlar bizimmiş” diye iç çekecektik.
İstirdat politikası
Acıdır ki Tek Parti Kemalist devrinin eğitim sistemi, kaybedilmiş toprakların öğrencilerin hafızasında ve gönlünde yer edinmesini engelleyecek bir özellik kazanmıştı. Devletin yapması gerekli işi tek başına yapmış, bunun için devlete harcayacağı mesaiden bir dakika çalmamış, tüm masrafları da cebinden karşılamış ve neticede Rumeli’den Türk Göçleri gibi muhalled[kalıcı]bir esere imza atmış emekli diplomat Bilal Şimşir, Şumnu’dan Çanakkale’ye hicret ettiklerinde kaydolduğu lisede hazin bir manzarayla karşılaşır. Gerisini kendisinden okuyalım: “Gelibolu’dan kalkıp Çanakkale lisesi müdür yardımcısına çıktım. Son sınıfa kaydım yapıldı. Ucu ucuna yetişmişim. Ders başlamış. Müdür yardımcısı beni sınıfına götürdü ve ders yapmakta olan Fransızca hocamız Ruhi Bey’e teslim etti. Sınıfa dönerek ‘Bu göçmen arkadaşınız sizinle, bu sınıfta okuyacak’ deyip çıktı… Zil çalınca bahçeye fırladık. Sınıf arkadaşlarım etrafımı çevirdi. Beni soru yağmuruna tutuyorlar. Biraz ileride, yine bizim sınıftan, üç kız durmuş, uzaktan beni seyrediyorlar. Sonra biri yanıma yaklaştı ve aklı sıra bana iltifatta bulundu: ‘__Dilimizi güzel konuşuyorsunuz, Türkçeyi ne çabuk öğrendiniz?’. Şiddetle sarsıldım. Sanki bir kazan kaynar su, başımdan aşağı döküldü. Kendimi salsam oracıkta çökeceğim. Toparlandım: ‘__Türkçeyi siz de fena konuşmuyorsunuz?’ dedim. Kız bir an şaşırdı, etrafına bir göz attı ve biraz övünerek bana cevabını verdi: ‘__Ama biz Türk’üz’. Buyurun cenaze namazına! Lise son sınıfa gelmiş bu kızcağız, Edirne’nin ötesinde de tıpkı kendisi gibi Türkler olabileceğini bilmiyor, düşünemiyordu”.
1950’de durum böyleyse günümüzde nasıldır, hüküm vermek belki doğru olmayacaktır ancak istirdat politikasını anlamak için elzem olan şuur ciddî bir arka plana ihtiyaç gösterir. İşte bu sebeple bu satırların yazarı -kendi çapsızlığını da kabul ederek- bazı meseleleri konuşurken zorlanıyor ve meramı ifadede de başarılı olamıyor.
Eşref, Edirne’nin istirdadında Talat ve Enver’den sonra öne çıkan isimlerin başındadır. Hiç unutulmasın ki Edirne’nin bizde kalmasını sağlayan en mühim amillerden biri de, Eşref gibi komitacıların devletin Meriç Nehri’ni geçmeyeceğiz taahhüdüne rağmen Batı Trakya topraklarını ele geçirmesiydi. Buraya geçmekle evvela vahşi Bulgar komitacılarının mühim bir kısmı temizlenmiş, Hıristiyanlaştırılan Pomak Türkleri gözyaşlarıyla kelime-i şahadetlerle “resmen” Müslümanlığa avdet etmişlerdir. İskeçe’de bir cami çıkışında bize Teşkilat-ı Mahsusa propagandası yapan yaşlı amca, Rodoplarda rastladığımız ve yaşlı gözlerle “biz burada tutulduk kaldık” diyen ve bizleri de ağlatan Şahinköylü Pomak Türk’ü istirdat politikasının mücessem timsaliydiler. Bu sebeple Eşref, yarım ağız “Balkan Harplerinde, Edirne’nin İstirdadında ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunda hizmeti geçmiş biri” denilip geçiştirilecek adam değildir.
Bir kahramanı bitirmek
Beka Mücadelesi, Mukavemet/Direniş Hareketi ve İstirdat Politikasında hakkıyla isim yapmış birini “ahlaksız”, “yalancı”, “korkak”, “savaş meydanından habire kaçan”, “çapulcu”, “şahsi menfaati için el-alemin parasına çöken”, “mal-davar hırsızı” olarak nitelemek ve bunları da vehmedilen bir narsistik kişilik bozukluğu tezi için tedarik etmek kusura bakılmasın tek kelimeyle itibar suikastçılığıdır. Şayet namuslu birini bitirmek istiyorsanız ona namussuz, bir kahramanı bitirmek için de ona korkak/firarî demeniz yetecektir. Bu yazıda Safi’nin her iddiasına yer vermemiz elbette mümkün değil ancak onun Eşref’i bitirmek için bulduğu en kullanışlı argüman olan “korkak/firari” ve “çapulcu” iddialarına bir nebze de olsa temas etmek istiyoruz. Çünkü Safi’ye göre narsisistik kişiler gerçekte korkaktırlar ve onlar bununla yüzleşmek yerine kahramanlık hikâyeleri uydururlar. Polat Safi’nin bu siyakta en güçlü aslında yegâne kaynağı Çolak İbrahim’in hatıratıdır. Allah hiçbir akademisyen tarihçiyi tarihin kaynağının belgeler olduğunu güçlü şekilde vurgulamışken iddialı bir tezi için çaresiz kalınca bir hatırata muhtaç hale getirmesin. Ahmet Efe’yi mazur görebilirdik ancak kitabında onun başlıklarını, anekdotlarını ve kaynaklarını büyük oranda kullanan Safi’yi mazur görmek ne derece mümkün bilmiyoruz.
Narsistik kişilik bozukluğu
Polat Safi, ilmî-akademik usule tamamen muhalif ve mugayir bir şekilde Çolak İbrahim’in yazdıklarının “muteber kabul edilebileceğini” söylüyor. Safi’nin psikolojik ve psikiyatrik tahlillerine göre “ narsisistik kişilik bozukluğu” ile malül ve dahası “psikopat bir manyak” olarak kabul edilmesi gereken kişi gerçekte Çolak İbrahim’dir. Bizce Safi, Çolak İbrahim biyografisi yazsa daha başarılı olurmuş. Çolak İbrahim güya Geyve’de Kuşçubaşı Eşref’in 30 neferle birlikte kaçmaya hazırlandığını, bunun için istasyondaki bir drezini harekete hazır hale getirdiklerini görmüş ve onlara engel olmuştur. Çolak İbrahim’e göre Eşref, Göynük’te de “müsademe mahallinden tabana kuvvet kaçmaya teşebbüs” etmiş, kaçarken de neferlerden birini ayağından vurarak ölümüne sebep olmuş, üstelik kendi ayıbını örtmek saikiyle neferi kaçtığı için vurduğunu söylemiştir. Yine Eşref’in ayıpları bunlarla sınırlı değilmiş; o, kaçan asilere ait ne kadar para ve taşınması mümkün eşya varsa hepsine de kendi hesabına çökmüştür; ayrıca devletin tütününe, afyonuna da göz dikmiştir. Yani Çolak İbrahim’e göre Eşref, savaş ortamında nemalanan bir çapulcudur. Peki, Safi’ye göre “muteber” olan Çolak İbrahim nasıl biri?
Başkaca hiçbir kaynağa müracaat etmeksizin kendi hatıratında yazdıklarına bakalım: Eşref’i çapulculukla suçlayan adam meğerse Eşref Saray’dan nemalanan “soylu” sınıfından ve zengin Çerkeslere çökerken, kendisi Ziraat Bankası’na çöküyormuş. Bir mühür uydurup Kandıra Ziraat Bankası’ndan 2 bin lira almış ve çetenin ilk masraflarını böyle karşılamış. Ah akılsız Bolu-Adapazarı-İzmit-Kartal Kuvayı Milliye Kumandanı Eşref, aklına gelmedi mi devletin bankasına çökmek de gittin seni köle sınıfından gördüğü için küçümseyen Abaza ve Çerkeslere haraç kestin! Çolak İbrahim Mudurnu’da 28 neferle bin kişiye karşı, birkaç gün sonra da yine çok az bir kuvvetle sayıları bir ara 7 bine varan asilere karşı kahramanca mücadele eden biriymiş hazret.
Helal olsun Çolak İbrahim’e! Çolak İbrahim, Ayıcı Arif’in de Bolu-Düzce hattında rejinin tütününe çöktüğünü ve kendi hesabına satmak için Eskişehir’e gönderdiğini yazıyor. Hatıratta başka bir kahramanlık hikâyesi ama eyvah, eyvah! İsmet[Paşa]Yozgat İsyanı’nı bastırmaya giden Çolak İbrahim’i geri çağırıyor. Sebebi ne ola ki? Tabii ki “Çapulculuk ve talan”. Eşref’i çapulculukla itham eden şahsın kendisi, üstelik “muteber” ve “yetkili” bir isim olan İsmet[İnönü]tarafından itham ediliyor ve Ankara’ya çağrılıyor.
Bunu İsmet Bey’e de Refet Paşa söylemiş. Ankara’ya gelen Çolak İbrahim, Mustafa Kemal’i buluyor, derdini anlatıyor, hesap vermeye hazır olduğunu, topladığı paralarla binlerce telgraf direği diktirdiğini söylüyor. Mustafa Kemal de kendisini İsmet Bey’e gönderiyor. Ne mi oluyor? Çolak İbrahim’den okuyalım: “Gazi hazretlerine anlattıklarımı İsmet Paşa’ya da tekrar ettim. İzahatımı baştan aşağıya kadar dinledi fakat hiç sesini çıkarmadı”. Çolak İbrahim derdini Mustafa Kemal’e anlattı da kendisinin itham ettiği Eşref, böyle bir imkana sahip olsaydı neler diyecekti acaba? Çolak İbrahim kimilerinin “Allahsız-kitapsız” dediği cinsten bir acımasız aynı zamanda. Kuvayı Milliye’ye karşı savaşan bazı asileri sakladığı veya onlar kendi mıntıkalarında bulunduğu için bakınız Nüfren Köyüne ne yapmış: “Asileri dağıttıktan sonra onların cezasını verdim. Bütün Nüfren Köyü’nü baştan aşağı yaktırdım. Hatta köyün bir daha kurulmasına mani olmak için cami ve mektep binalarını da sakınmadım. Hatta Kuvayı Milliyeye iltihak etmiş olan Nüfrenlilerin evleri bile yakıldı”. Çerkes Ethem’in adı çıkmış… Çolak İbrahim’in kendi ifadesiyle Yozgatlılara uyguladığı “azami derecede cebir ve şiddet” de pek fena idi. Ne diyor Çolak beyimiz “İsmim her köyde ağızdan ağıza dolaşır, herkes şiddetimden bahsederdi”. Çolak İbrahim, Zile’de de o zamanın parasıyla hatırı sayılır bir meblağ topladığını yazıyor ve ama bunu ne şekilde topladığını yazmıyor. Ancak tahmin edebiliriz. Çünkü Sungurlu’da ne yaptığını yazıyor. Halk atlar için eğer vermemiş, Çolak Efendi de şiddete başvurmuş. Zavallı Eşref, devletin bankasına, fakir Türkmen halka çökeceğine sen git de Saray’a kız vererek zenginleşmiş “soylu” Çerkes ve Abazalara çök, olacak iş mu bu? Peki, Safi, muteber bulduğu Çolak İbrahim’in kişiliği hakkında iğne ucu kadar olsun, bilgi veriyor mu? Hayır!
Şimdi gelelim Çolak İbrahim’in iddialarının aksine Eşref’in ve Çolak İbrahim’in neler yaptığına…
İstiklal Harbi’ne dair eserleri Genelkurmay ve Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan ve konuya dair çalışmaların hemen hepsinde, Meşrutiyet, Balkan Harbi ve I.Dünya Harbi’ne dair eserlerin de birçoğunda atfa medar ve mazhar olan Emekli Kurmay Albay Rahmi Apak, Tekirdağ Mebusu iken yazdığı Garp Cephesi Nasıl Kuruldu unvanlı eserinde “ Jandarma Yüzbaşısı ve İttihatçıların Milis Yarbayı” olarak tavsif ettiği Kuşçubaşı Eşref’e karşı, kendisini sevmeyen Adapazarlı Çerkes Kanbulat Sait’in teşkilat başlattığını yazıyor. Adapazarı için geçerli olmak kaydıyla Eşref’in teşkilat kurmada pek başarılı olamadığı söylenebilir. Ancak yine Türk İstiklal Harbi’ne dair eserleri Genelkurmay ve Türk Tarih Kurumu’ndan yayınlanan Tevfik Bıyıklıoğlu gibi Eşref Bey hakkında dikkatli ve hatta çoğu zaman sitayişkâr ifade kullanan Apak, Mudurnu Vak’ası’nı anlatırken ismini vermediği ama hadiselerin tam içinde yer alan birinin tanıklığına müracaat ederek Eşref Bey’in bölgede teşkilat kurmada gayretini net bir şekilde anlatmaktadır. Apak’ın ismini vermediği şahıs, jandarma subaylığından ayrılmış Muharrem isimli arkadaşı ile köşelerine çekilmişken kendilerine Binbaşı Şevki ve Yüzbaşı Halil’in de iltihak ettiğini ancak birgün köye katır üstüne yüklenmiş bir makineli tüfek ile iki silahlı çete beraberinde olduğu halde bir misafir geldiğini, bunun Kuşçubaşı Eşref olduğunu, oturup konuştuklarını ve neticede kendilerini mücadeleye ikna ettiğini, ilk iş olarak kendisinin Eşref Bey’e silahlı ve gönüllü erat toplayıp ona göndermesinin, Yüzbaşı Hilmi ve Muharrem’in de Eşref’le birlikte Mudurnu’ya gitmesinin kararlaştırıldığını ve bunların da kısa sürede gerçekleştirildiğini yazmaktadır. Hatırat sahibi Milli Mücadele kahramanı bu isimsiz şahıs, vicdan ve insaf sahibi olsa gerek Eşref’in teşkilatçılığını ve kendilerini ikna edişini anlattığı gibi Çolak İbrahim’i de takdir etmeyi unutmamıştır (Rahmi Apak, İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu, 1.Baskı, s.123-125; 2.Baskı, s.147-150). Eşref Bey 150’lik hatta Mustafa Kemal’e hemen her hukukçunun hukuk kuralları dahilinde kaldıkça saçma bulacağı suikast iddiasından dolayı yargılanan üç şahsın idam edildiği davada ömür boyu hapse mahkûm olmuşken Bıyıklıoğlu ve Apak gibi iki kurmay subayın yazdıkları eserlerde Eşref’e sövmeyip, hırsız, çapulcu, hasta demeyip üstelik bir de onu takdir edişleri ders ve ibret alınması lazım gelen birer insaf ve hakkaniyet numunesi, vesikası ve vefa nişanesi olmalıdır. Annesi de Berzeglerden olmasına rağmen Abazalar tarafından katledilen 24.Fırka Kumandanı Kaymakam Mahmut Bey’in Bursa’da 56. Fırka Kumandanı Miralay Bekir Sami Bey’e gönderdiği telgrafta yer alan Eşref Bey’in İzmit-Sapanca arasındaki bazı köprüleri tahribe çalışacağı bilgisi ise tetkike muhtaçtır (Bkz. Miralay Bekir Sami Günsav’ın Milli Mücadele Anıları, Haz. Muhittin Ünal, TTK, II.Cilt, s.782). Yine bölgedeki isyanların şiddetini arttırdığı tarihte Geyve’de bulunan 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuad Paşa’nın Miralay Bekir Sami Bey’e çektiği telgrafta Eşref Bey’in 150 kişilik müfrezesinin bir kısmı işgal edilmiş Taraklı’da toplanacağı yazılıdır (Ünal, s.923). Hâsılı Çolak İbrahim’in “kaçtı, korktu” gibi iftiralarla karalamaya çalıştığı Eşref, Mudurnu Hadisesi evveli ve esnasında teşkilat yapmakta, savaşacak adam aramakta ve bizzat savaşmakta, bu vadide azimle mücadele etmektedir.
Genelkurmay Başkanlığının evvelce Rahmi Apak’a yazdırdığı Türk İstiklal Harbi VI ncı Cilt İç Ayaklanmalar (1919-1921)[Ankara: Gnkur.Basımevi, 1964]unvanlı eserde Binbaşı Çolak İbrahim’in İstanbul’dan kaçtıktan sonra 13 Nisan 1920’de Kandıra’da maiyetlerinde 60 kişi bulunan Kuşçubaşı Eşref ve Rauf’la birleştiği[doğrusu Çolak İbrahim onlara iltihak etmiştir], Düzce asilerinin Geyve’ye yürüyecekleri haberi üzerine kendilerine Geyve Boğazı’nı tutmalarının emredildiği, giderlerken yanında 32 araba cephane bulunan Bulgar Sadık’ın Çolak İbrahim’e katıldığı, bu cephanenin Maltepe Atış Okulu’ndan alındığı, Çolak İbrahim’in Taraklı’da 29 kişi ile 300 kadar şeriatçıya iyi bir müdafaa yaptığı, Çolak İbrahim müfrezesinin 1 Mayıs 1920’de Taraklı’dan Göynük’e girdiği, 5 Mayıs 1920 gecesi Mudurnu’ya vardığı, müfrezenin mevcudunu 120’ye çıkardığı, bu arada Pirlepeli Hamdi Bey ve Dava Vekili İsmail Hakkı Bey’in maiyetlerinde bulunan 200 Rumelili ile Mudurnu’ya gelip Çolak İbrahim müfrezesine katıldığı, Mudurnu’ya saldıran asilerin 3000 civarında olduğu, devam eden günlerde Çolak İbrahim’in yardım telgrafı üzerine 14 Mayıs 1920 günü Nallıhan’dan Binbaşı Nazım komutasında 250 zeybek ile zayıf bir piyade taburunun geldiği, asilerin 16 Mayıs günü çekilmeye başladığı, fırsattan istifade asilerin Göynük’e girip hapishaneyi boşalttığı, 20 Mayıs günü de Albay Refet Bey ile Kurmay Yarbay Arif’in komutayı almak için Mudurnu’ya geldiği ve asilerle müzakerenin başladığı yazılıdır. Çolak İbrahim meğerse yalancının önde gideniymiş. Kendisi çok az kişiyle sayıları bir ara 7 bine ulaşan kişiye karşı savaştığını söylüyor, Apak ise tekzip ediyor; Çolak İbrahim narsisist kişilik bozukluğu ile mi malül acaba?
Şimdi boşlukları doldurmaya devam edebiliriz. Polat Safi’nin atıfta bulunduğu ancak Eşref Bey’in lehine olan hususları muhtemelen “göremediği” bir hatırata, bir canlı tarihe bakalım.(Bu arada Safi ne hikmetse Eşref’in aleyhine olan anekdotları hem de kimi zaman büyüterek görüyor ama sıra lehe olanlara gelince görmüyor veya göremiyor). İzmit’in medreseli ve sarıklı İttihadçısı, Eşref’in de Malta arkadaşı olan Rifat Yüce’nin Kocaeli Tarih ve Rehberi unvanlı eserinde yer alan hatıratında Niyazi Yelkencioğlu şunları yazıyor: Kuşçubaşı Eşref, Kandıra’ya geldiği ve misafir olduğu Yelkencioğlu’na “Bizim gelmekteki amacımız, Maltepe[Atış]Okulu’nun altına depo edilmiş ve hiç açılmamış cephane sandıkları, top, kara torpili vesaire vardır. Bunları gece oradan aşırmaktır. Bu konuda Kandıralıların yardımından istifade edeceğiz” demiş. Niyazi Bey de “başüstüne, Kandıralılar hiçbir şeyden kaçmazlar, memnuniyetle sizinle beraber giderler” der. Niyazi Bey arkadaşlarıyla Eşref Bey’i görüştürür; ertesi gün de araba ve beygirlerle hareket ederler. Niyazi Bey sonra şunları yazar: “Samandıra’daki teşkilat mensuplarıyla beraber gece okuldan cephane vesaireyi alıp salimen Kandıra’ya geldiler”. Demek ki neymiş, Polat Safi’nin Kuşçubaşı Eşref’in eşi Pervin Hanım’a değil de Eşref’e ait olduğunu iddia ettiği hatıratta “ İşgalcilerin 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgallerini, Eşref Bey ve arkadaşlarının 14 Mart’ta Maltepe’deki depoya baskın yapıp zengin cephanenin kaçırılmasına” bağlaması mübalağa hatta yanlış da olsa, başka bir neticeye yol açsa da pek de yabana atılacak bir iddia değilmiş. Bu cephanenin kaçırılmasının Mondros Mütarekesi’nin ihlali olarak kabul edilmesi de tetkike değermiş. Tarihlerde, rakamlarda, sayılarda gel-gitler, takdim-tehirler elbette var; mübalağalar, hadiselerle neticelerin her zaman tetabuk edememesi de normalidir çünkü hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür ancak inkâr edilemeyecek bir şey varsa Eşref korkak biri değildir, can pazarında arkadaşlarını, maiyetini terk edip kaçacak biri değildir. Eşref’e, korkak demek, savaş hattından kaçtı demek ona kancıklık, alçaklık izafesidir ve bu her kimden sadır olursa olsun çirkindir, ayıptır, günahtır, bühtandır, iftiradır. Eşref’i her kim öldürmek istiyorsa buyursun, öldürsün. Ancak gerek İslamiyet’te gerek Türklükte öldürülenin bir yiğit olduğunu ve hakkını teslimin mertlik olduğunu da unutmamak gerekir.
Polat Safi, Eşref’i Adapazarı’nda şahsî menfaat için para toplamakla itham ettikten sonra biraz ilginç şekilde Mustafa Kemal’e atıfta bulunuyor onun Heyet-i Temsiliye adına 1919 Ekim ayında İzmit, Adapazarı, Bursa, Konya ve Balıkesir Heyet-i merkeziyelerine gönderdiği genelgede “Eşref’in giriştiği türden kişisel çıkar sağlamaya yönelik faaliyetlerine müsamaha etmeye niyetinin olmadığını açıkça göster”diğini yazıyor (Safi, a.g.e., s.209). Fakat Safi, gördüğü ve atıfta bulunduğu Apak’ın Garp Cephesi Nasıl Kuruldu adlı eserinde Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarından Ayıcı Arif’in tümen komutanı olmasına rağmen emrinde bir de çete teşkilatı bulundurduğunu ve bu sayede emrinde daima kontrole tabi olmayan 30-40 bin lira bulundurduğunu, aslında Ayıcı Arif’in İstiklal Mücadelesi’nde çok hizmeti görüldüğünü, şayet “Atatürk’e suikast macerasına katılmamış olsaydı” Kuvayı Milliyecilik cephesinin belki de hiç tartışılmayacağını yazmasını görmezden geliyor (Apak, a.g.e., 1.Baskı, s.111; 2.Baskı, s.132-133). Kanaatimiz odur ki Ayıcı Arif ve birçok isme ses çıkarılmamıştır çünkü çok acil para ihtiyacı olduğunda, hayatî bir mesele zuhur ettiğinde hemen herkes aynı usule müracaat etmiştir. Bu sebeple Safi, Eşref’i şahsî çıkar sağlamakla itham ederken çok da hoş olmayan atıf şekillerine iltifat ediyor; Eşref’ten çoğu zaman bir kanlısı hakkında konuşur gibi bir tavra sahip olduğu intibaını veriyor.
Polat Safi, sıkıştığı zaman Mustafa Kemal’e iltica ederek kendini haklı çıkarmak isteyenlerden değil elbet ancak üzücü olan o dönem ki hadiselerin nasıl cereyan ettiğini biliyorken sırf Eşref’i harcamak ve onda narsisist kişilik bozukluğu bulmak adına onu şeytanlaştırmaya çalışmasıdır. Acaba Safi’nin atıfta bulunduğu ve Mustafa Kemal’in gönderdiği telgraf işe yaramış mıdır veya arkası sıkıca takip edilmiş midir? Mesela Mehmet Temel’in Milli Mücadelenin 100.Yılında Kuva-yı Milliye Şehri Balıkesir Uluslar arası Sempozyumu Bildiri Kitabı[Balıkesir:Balıkesir Belediyesi Yayınları, 2020]içinde yer alan “Kuva-yı Milliye Zulmü Gerekçesiyle Balıkesir’den Göçler” tebliğinde zulüm, itisaf ve taaddi ile itham olunan Kuva-yı Milliye reisleri üstelik Çerkes değil etnik Türk’tür. Bunlar yüzünden Balıkesir ve bilhassa Edremit’te pek çok insan civar bölgelere veya İstanbul’a kaçmış, geçimleri için kendilerine hükümetçe yardım edilmiştir. Demirci Mehmed Efe ise Sökeli Ali Efe uğruna sayısız masum insanın kanına girmiş, Denizli yakılmaktan son anda kurtulmuştur.
‘Evliya’ hükmünde
Bunlar hem mala-mülke çökmekte hem de tavuk keser gibi adam doğramakta mahir ademlerdir. Eşref, bu gibilerin yanında “evliya” hükmündedir.
Kabul ederiz ki bazen çökmenin de mazur görüleceği anlar olabilmektedir. Çerkes Ethem’in anlattığı bir hikâye ibret-amizdir. Balıkesir Heyet-i Merkeziye azası Vehbi[Bolak]Bey Karacabeyli zenginlerden Milli Mücadele için yardım toplar. Çerkes Ethem, neticeyi sorar. Vehbi Bey listeyi uzatır ve Arnavut Galip Paşa’nın isminin karşısında 150 kağıt lira yazılı olduğunu görür. Çerkes Ethem, Galip Paşa’ya bu paranın bir birahanede harcadığı para olduğunu, gerektiğinde işini halletmek için onbinlerce lira rüşvet verdiğini, böyle bir zamanda vatanın kurtuluşu için herkesin canını feda etmesi gerektiğini, bu cimriliğin nefrete şayan bir şey olduğunu söyler. Galip Paşa kızar, kızarır ve “beyim bu bir ianedir (yardım) ve iane de arzuya bağlıdır. Ben fazlasını veremem” der. Çerkes Ethem yanındaki adamlara Galip Paşa’yı tutuklatır ve paşa bir gece hapiste kalır. Ertesi gün paşanın işlerine bakan adamı 5 bin lirayı getirip Çerkes Ethem’e teslim eder ve paşa da serbest kalır.
Şimdilik son olarak şunları yazarak bu bahsi hitame erdirmek istiyoruz.
Yayınından 82 sene sonra Türkçeye çevrilen ve yakında yayınlanacak olan Arap Uyanışı adlı ve Arap isyan ve istiklalini en iyi ihtisar eden, aslî faillere istinaden yazdığı ve henüz aşılamamış eserinde George Antonius, “Emir Abdullah’ın Yemen’e giderken karşılaştığı Eşref Bey komutasındaki Türk birliği kararlı bir çaresizlik içinde kaplanlar gibi savaştılar” der.
Eşref’e korkak demek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Eşref’e hırsız demek ise biraz da Enver’e hırsız demektir. Eşref’e mal-davar hırsızı demek, Türk tarihinde altın harflerle yazılmış Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni, Türk’ün istirdat mücadelesini aşağılamak demektir. Bu bölgeden hayvanların ne şekilde ve hangi hizmet yolunda toplandığını öğrenmek çok basittir. Enver, binlerce hayvanın Trakya’dan Anadolu’ya niçin geçirildiğini herkesten daha iyi biliyordu.
Enver bir adamı Makedonya’da deneyememişse, Trablusgarb’da denemiştir; Trablusgarb’da deneyememişse I.Balkan Harbi’nde denemiştir; I.Balkan Harbi’nde deneyememişse II.Balkan Harbi’nde, Batı Trakya’da denemiştir; Balkanlarda deneyememişse Sina Cephesi’nde, orada değilse Necid Çöllerinde, orada da değilse Hayber’de denemiştir.
Hiç kimse Enver’e salak muamelesi yapmamalıdır.
Hiç kimse hangi kusurları, zihin karışıklığı olursa olsun bir kahramana korkak, bir namus timsaline hırsız muamelesi yapmamalıdır.
Eşref’in hikâyesinin geçtiği yerler bizim topraklarımızdı. Oraların çoğunu kaybettik ancak o yerler bugün de bizim gönül coğrafyamızdır. Hayatı sıcak döşekte değil, çölde, dağda, harp meydanlarında geçen insanların tümünün hatıratında yer yer mübalağalar, aşırılıklar, yanlışlıklar ve hatta daha başka kusurlar vardır. Şayet bu insanların hepsini narsisist kişilik bozukluğu ile itham edersek elimizde adam kalmaz. O zaman Enver’e Napolyon diyenlere de diyecek sözümüz olmaz.
Bu satırların yazarı hiç kimsenin ayağını yıkamak derdinde, niyetinde değildir; tıyneti buna müsait değildir ancak hiç kimse de hak ettiğinden daha ağır bir şekilde tenkid edilmemeli, şeytanlaştırılmamalıdır.
Not: Star Açık Görüş için kaleme aldığımız bu yazı genişletilecek ve bilahare akademik Tarih Kritik dergisinde yayınlanacaktır.