Günümüzde ABD, tam anlamıyla ikiye bölünmüş bir süper güç. Bir tarafta küreselci politikaların savunucuları, diğer tarafta ise daha milliyetçi, ulusalcı bir çizgide hareket eden bir blok bulunuyor. Ancak, bu iki kutup arasında görünenin aksine, aslında önemli bir benzerlik var: Her iki grup da farklı düzeylerde ve şekillerde, ‘Siyonizm' etrafında şekillenen küresel güç yapılarına hizmet ediyor. Bu durumu anlamadan, ABD'nin içindeki güç mücadelesinin tam olarak ne anlama geldiğini çözmek zor.
Dr. Hülya Bulut/ Yazar
İçinde yaşadığımız hız çağı, hemen her alandaki zaman ve mekan daralmasının da etkisiyle baş döndürücü değişimleri beraberinde getiriyor. Bu değişimler, kimi zaman bilimsel ilerleme ve yeni teknolojiler, kimi zaman da sosyolojik ve politik meselelerin seyrinden kaynaklanabiliyor. Aslında değişim özü itibarıyla çoğunlukla olumsuz bir kavram olmamakla beraber, değişimdeki hız; bireylerin, şirketlerin ve ülkelerin bu gelişimleri doğru analiz ederek değişimlere doğru zamanda cevap vermesini, dolayısıyla da çevik/agile yapıya sahip olmasını zorlaştırabiliyor.
2025 gelirken
Kaldı ki, insan doğasının konfora meyilli olduğu dikkate alındığında, beşerin değişime ve yeniliğe temkinli bakıyor olması da yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan, yaşanan değişimler; gerek yeni iş modelleriyle, gerek ürün ve hizmetlerle, gerekse tüketim eğilimleriyle... önce kültürü sonra da insanı dönüştürmekte. Yani istesek de istemesek de, desteklesek de desteklemesek de durdurulamayan bu eğilimi/trendi anlamak ve kavramak kadar, bu değişimin getireceği yeni dünya düzeninde doğru bir konum almak da son derece elzem. Hal böyle iken, 2024 yılının son günlerine yaklaştığımız ve 2025 ile ilgili bazı beklenti ve tahminlerde bulunduğumuz şu günlerde, kritik bazı gelişmeleri değişim perspektifinden değerlendirmekte fayda var sanırım.
Amerika
2020'de bıraktığı Beyaz Saray'a tekrar dönmek için olağanüstü bir mücadele veren Donald Trump'ın Kasım 2024 seçimlerini kazanması önümüzdeki yılları önemli ölçüde etkileyebilecek 'sıra dışı bir değişim' değil de, nedir? 'Sıra dışı' derken, zannetmeyiniz ki Trump'ı beğeniyle alkışlıyorum. 'Sıra dışı' diyorum, çünkü bahsedeceğim sebepler nedeniyle bu durum gerçekten de 'sıra dışı' bir öykü: (I) 6 Ocak'taki Kongre Baskınını, dolayısıyla da mevcut düzene bir başkaldırıyı destekledi, (II) ABD'de, başkanlık seçiminde kaybedenin tekrar aday olmadığı bir geleneği yıktı, (III) Ceza davaları devam ederken göreve gelecek ilk ABD başkanı olarak Trump, ABD'nin en üst düzey devlet yetkilisi sıfatıyla Beyaz Saray'a geçtiğinde bazı davaları düşürme yetkisine de sahip olacak ve kendisiyle ilgili pek çok hukuki sorunu da ortadan kaldıracak, (V) Bu durum, Trump'ın aynı anda hem ülkeyi bilinmezliklerle dolu bir durumun içine sokmasına, hem de adaletin ve demokrasinin kılıcını sürekli olarak başının üstünde hissetmesine neden olacak, ki sonunu Allah bilir!
Ama gelin görün ki, ABD gibi süper bir güç bile Biden ve Trump gibi gerçek liderlikten uzak iki ismin arasına sıkışıp kalmış durumda. İsterseniz, burada bir parantez açalım ve şöyle son 20-25 yıla bakıp, genel bir durum değerlendirmesi yapalım: ABD'de olduğu kadar, ne Birleşik Krallık'ta, ne de Kıta Avrupa'sında kayda değer liderlerin ve kadroların ortaya çıkmadığını bir kere daha gözler önüne serelim.
Birleşik Krallık
Brexit öncesi ve sonrasıyla kıyaslandığında asırlar boyu İngiliz siyasetinde kökleşmiş bazı geleneksel uygulamaların hem usul hem de içerik açısından önemli değişikliklere uğradığını ve adeta sandık demokrasisinin işleyişine ket vurur hale geldiğini söylemek mümkün. Örnek vermek gerekirse; Brexit sürecinde parlamenter demokrasi yerine halk oylamasının ön plana çıkartılmasını, Theresa May'in başbakanlık döneminde, hükümetin Brexit anlaşmasını kabul ettirmeye yönelik yaptığı hamleler ile parlamento yetkilerinin kısıtlanmasını, politikaların daha izole bir hale bürünmesini, halkın derinleşen bölünmesini ve karar alma süreçlerinin karmaşıklaşmasını sayabilirim.
Bunlara ek olarak, on yıl boyunca kesintisiz görev yapan Tony Blair'i izleyen ve hemen hepsinin World Economic Forum'un seçkisi olduğu anlaşılan başbakanların ortalama görev sürelerine bakıldığındaki şaşırtıcı tabloyu da unutmamak gerekir: Gordon Brown (3 yıl), David Cameron (6 yıl), Theresa May (3 yıl), Boris Johnsın (3 yıl), Liz Truss (44 gün), Rishi Sunak (2022'den bugüne). Yani, İngiliz tepe yönetiminin görevde kalma süresi ortalamada yaklaşık 3 yıl!
Fransa
Peki ya Fransa? Hatırlayacak olursak, Jacques Chirac, 1995 ile 2007 yılları arasında Fransa'nın Cumhurbaşkanıydı. Chirac'tan bu yana, Fransa'da cumhurbaşkanlığı görevini üstelenen Nicolas Sarkozy, 2008 ekonomik krizini yeterince etkili bir şekilde yönetmekte zorlanmış, bu da işsizlik oranlarının artmasına ve ekonomik büyümenin yavaşlamasına yol açmıştı. Ayrıca, işçi hakları, sosyal harcamalar ve emeklilik gibi alanlarda yapmaya çalıştığı reformlar nedeniyle de, geniş protestolar ve grevlerle karşılaşmıştı. François Hollande ise ekonomik durum ve işsizlik tablosuna ek olarak, özellikle artan vergiler, terörizm, güvenlik ve yönetimsel imaj sorunları ile başa çıkmakta son derece zorlanmıştı. Siyasi cüce Emmanuel Macron ise tüm bunlara ek olarak Ukrayna-Rusya, Rusya- Afrika, Amerika- Avrupa Birliği ilişkileri gibi küresel ilişkiler ağında Fransa adına çok da faydalı ve prestijli olmayan küresel işlere imza attı. Yani, Chirac'tan bu yana geçen 15 yılı aşkın bir sürede Fransa halen siyasi anlamda etkili bir liderlik anlayışı ortaya koyamıyor. 'Sarkozy, Hollande ve Macron'u toplasak ve üçü de bir Chirac etmez' desek, çok da yanılmış olmayız sanırım.
Almanya
Almanya'ya da dikkat etmek gerekiyor. Çünkü uzun yıllardır Avrupa'nın en büyük sanayi merkezi olma avantajına sahipti. Gerçekten de, iki dünya savaşının çıkmasına ve on milyonlarca insanın ölümüne neden olan Almanya, her kaybettiği savaşın ardından sanayi ve ekonomisini yeniden inşa etmeyi başardı. Angela Merkel'in 16 yıllık şansölyeliği, hem Almanya'da hem de Kıta Avrupa'sında istikrarı sürdürmek açısından önemli bir rol oynamıştı. Merkel sonrasında Almanya'nın yeni şansölyesi olan Olaf Scholz ise Merkel'in yerine geçmeden önce Almanya'nın başbakan yardımcısı ve maliye bakanı olarak görev yapıyordu. Bu tecrübeye rağmen, Alman siyasetinin boşluğa düşmesi, istikrarsızlaşması ve son yıllarda ekonominin sıfır büyüme ile sanayinin gözle görülür bir şekilde küçülmesi, mevcut durumu açıkça gözler önüne seriyor. Scholz, özellikle iç politikada ve dış ilişkilerde daha sosyal, çevre dostu ve Avrupa odaklı bir yaklaşım benimsemeyi hedeflese de, Almanya'nın karşılaştığı büyük krizler (enerji krizi, ekonomik zorluklar, iklim değişikliği, göç vb.) bu dönemin negatif yönünü belirleyen temel başlıklar olarak ön plana çıkıyor.
Üç büyükler(!)
Gelelim sadede... Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya, istisnasız bir şekilde İsrail yanlısı tutum sergileyen üç devlet. Bunu aklımızdan hiç çıkartmadan, şu iki unsuru hatırda tutmanın da önemli olduğunu düşünüyorum: (I) İngiltere ve Fransa, sosyal sınıfların ve sermaye-işçi ilişkilerinin güçlü bir şekilde geliştiği, bu sayede hukuk devleti ve demokrasinin örnek alınabilecek seviyelere ulaştığı iki önemli ülkeydi. Ancak bugün ne gerçek anlamda özgürlüklerden bahsedilebilir, ne de toplumun farklı kesimleri demokrasinin sunduğu avantajlardan istifade edebilir durumda. Anlayacağınız, bu ülkeler için o şaşalı günler mazide kaldı! (II) Almanya, otomotiv, mühendislik, kimya, elektronik gibi alanlarda dünya çapında rekabetçi ve güçlü bir sisteme sahip olması sebebiyle Avrupa Birliği'nin (AB) sanayi ve üretim üssü ve AB içindeki en büyük ticaret partnerlerinden biri olarak pek çok ülkenin ihracat ve ithalatı ile sıkı bir şekilde ilintili. Hal böyle olunca, 'eğer Alman sanayisi çökerse, Avrupa Birliği de çöker' demek, doğru bir öngörü olsa gerek!
Türkiye ve Amerikan seçimleri
Amerika seçimlere giderken ve sonrasında seçim sonuçları değerlendirilirken çok ilginç iki husus dikkatimi çekti: İlk olarak, seçimler sanki Türkiye'de yapılıyormuş gibi bizde hemen herkes tarafını belirledi: Harrisçiler ve Trumpçılar!
Kamala Harris ve Donald Trump taraftarları, Amerika Birleşik Devletleri'nde son yıllarda belirginleşen, farklı ideolojik ve politik görüşlere sahip iki ayrı toplumsal ve siyasi grubun temsilcisi olarak, birbirlerinden oldukça farklı aslında. Nedense biz de, son yıllarda hemen kutuplaşmaya müsait olan yapımızın etkisiyle elin Amerikalısı için yanıp tutuştuk. Sokaktaki vatandaş hemen seçim psikolojisine girdi. Toplumun bir kısmı kendisini Harris taraftarı, diğer bir kısmı da Trump taraftarı gibi hissediverdi. Harris gelirse ne olur, Trump gelirse ne oluru dert edinip, bu durumu bahislere konu etti.... (Hiç kuşkusuz ki, pek çok uluslararası şirket ve iş geliştiriciler, piyasa yapıcı kurum ve kuruluşlar, girişimciler, yatırımcılar ve finans çevreleri vb. için bu tarz uluslararası gelişmeleri takip etmek, ekonomik, politik ve operasyonel risk yönetim senaryoları kurgulamak ve uzun vadeli projeksiyonlar yapmak adına oldukça gerekli ve anlamlı olabilir.)
Ancak halk olarak bir şeyi göz ardı etmiş olduğumuzu düşünüyorum ki, o da şudur: Amerika'da yeni bir başkanın göreve gelmesi ne zaman olumlu anlamda bir değişime yol açmıştır da, Orta Doğu'nun ve özellikle de Türkiye'nin hayrına bir durum ortaya çıkmıştır?
İkinci olarak da, kutuplaşmaya olan yatkınlığı nedeniyle, Amerikan toplumunun Türk toplumuna benzemesi. Hani bizde Erdoğan liderliğindeki AK Parti, "Çıkmışsın yenmiş, çıkmışsın yenmiş" şeklinde girdiği her seçimi büyük farkla kazanıyordu da, muhalif kesimler sandık demokrasisini bir türlü kabullenemediği için 'makarna yiyenler, bidon kafalılar' gibi hakaretlerde bulunuyordu. Ne kadar da çirkin bir yaklaşım değil mi? Aynı şekilde Harris'i destekleyen Amerikalıların sosyal medya hesaplarında da benzer yorumlar ve yaklaşımları görünce şaşırmamak elde değil. Bir taraf daha medeni(!), öteki taraf cahil(!). Bir taraf en iyi yaşamı hak ediyor(!), diğer taraf hiçbir şeye layık bile değil(!) Kibarca açıklamam gerekirse liste bu şekilde uzayıp gidiyor sevgili dostlar...
Küreselciler ve Siyonizm
Günümüzde ABD, tam anlamıyla ikiye bölünmüş bir süper güç haline gelmiş durumda. Bir tarafta küreselci politikaların savunucuları ve onların temsilcisi olarak Clinton, Obama, Biden, Harris gibi isimler yer alırken, diğer tarafta ise daha milliyetçi, ulusalcı bir çizgide hareket eden ve bu görüşleri Trump'ın temsil ettiği bir blok bulunuyor. Ancak, bu iki kutup arasında görünenin aksine, aslında önemli bir benzerlik var: Her iki grup da farklı düzeylerde ve şekillerde, 'Siyonizm' etrafında şekillenen küresel güç yapılarına hizmet ediyor. Bu durumu anlamadan, ABD'nin içindeki güç mücadelesinin tam olarak ne anlama geldiğini çözmek zor.
Küreselcilerin ve ulusalcıların karşıt gibi görünen yaklaşımlarının altında yatan ortak payda, büyük ölçüde İsrail'in çıkarlarını ve bu ülkenin jeopolitik yönelimlerini savunmak üzerinden şekilleniyor. Gerçekten de, modern ABD siyaseti, İsrail'le olan stratejik ilişkilerinden büyük ölçüde etkilenmekte. Bu bağlamda, İsrail'in Mossad'ı, ABD'deki siyasi ve ekonomik güç merkezlerini derinden etkileyen bir araç haline gelmiş durumda. Öyle ki, Epstein skandalı gibi olaylar sadece bireysel skandallar olmaktan öte, sistematik bir şantaj mekanizmasının parçası olarak yaklaşık 340 milyonluk bir ülke olan ABD'nin de iç ve dış politikasını şekillendiren daha geniş bir yapının da göstergesi aynı zamanda.
Amerika'nın, ulusal düzeyde kendi çıkarları doğrultusunda bir yönetim anlayışını inşa etmekte zorlanmasının sebeplerinden biri de, bu tür dış müdahaleler ve iç çekişmelerin siyasetin her kademesinde etkili olmasından kaynaklanıyor. Özellikle Mossad'ın ve İsrail'e yakın çevrelerin, ABD'nin politikalarını şekillendirme ve yönlendirme gücü, ABD'nin kendi iç dinamiklerini sarsan bir faktör olarak karşımıza çıkmakta. ABD'nin dış politikasındaki bu etkileşim, sadece İsrail'in güvenliğinde değil, aynı zamanda global ekonomik düzenin yeniden şekillendirilmesinde de önemli bir araç olarak işliyor.
Buna karşılık, Trump ve onun temsil ettiği ulusalcı görüşler, bu yapının karşısında olsalar da, aslında bir başka şekilde bu 'Küreselcilik ve Siyonizm'den doğrudan etkileniyor. Trump'ın politikaları çoğu zaman, yerli endüstrilere ve milliyetçi çıkarlara odaklanmakla birlikte, küresel ekonomik yapıların dışında kalmayı amaçlayan her adımda, büyük finansal ve jeopolitik baskılarla karşı karşıya kalmıştı. Bu anlamda, her iki kutbun da 'Siyonizm'le bağlantılı yapılarla ilişkisi, bu güç dinamiklerinin ne kadar iç içe geçtiğini göstermekte. Bu durum, ABD'nin iç siyaseti ve dünya üzerindeki rolü açısından önemli sonuçlar doğurmakta, aynı zamanda ABD'nin dış politikalarında da bu yapıyı sorgulamak ve dönüştürmek gerektiğini ortaya koymaktadır.
Çıkış yolu
Tüm bu tartışmaların ışığında, ABD'nin veya Avrupa'nın, hatta NATO'nun, Harris'in veya Trump gibi liderlerin desteğini beklemek yerine, Türkiye'nin kendi iç dinamiklerinden, teknolojisinden, sanayisinden, genç nüfusunun enerjisinden ve liderliğinden faydalanması çok daha anlamlı ve sürdürülebilir olacaktır. Çünkü modern dünyanın dinamikleri, dışarıdan gelecek desteğin ötesinde, ülkelerin kendi iç kaynaklarını en verimli şekilde kullanarak, bağımsızlıklarını ve güçlerini inşa etmelerini gerektiriyor. Türkiye'nin, her alanda kendine yeterlilik sağlama hedefi doğrultusunda, bilimsel araştırmalara, inovasyona ve kültürel birikime yatırım yaparak, yalnızca bölgesel değil, küresel bir aktör olarak da varlık göstermesi mümkün olacaktır.
Özellikle teknoloji ve sanayi alanındaki ilerlemeler, Türkiye'nin küresel rekabet gücünü artıracak ve ülkemizin kalkınma sürecine yön verecek anahtarlardır. Genç nüfusun yaratıcı potansiyeli, büyük bir fırsat sunarken, eğitim sistemimizin kaliteyi artırması ve dijital dönüşümü daha hızlı benimsemesi, bu potansiyelin en verimli şekilde kullanılması için kritik bir rol oynamaktadır. Ayrıca, kültürel üretim ve sanat alanlarında da Türkiye'nin sahip olduğu tarihi birikim ve yaratıcılık, globalleşen dünyada kendi benzersiz sesini duyurmasına olanak tanıyacaktır. Sonuçta, bu süreç, sadece bir ekonomik kalkınma hamlesi değil, aynı zamanda ulusal kimlik ve tam bağımsızlık mücadelesinin de bir parçasıdır.