Rusya-Ukrayna Savaşı'nın uzaması, NATO-Çin karşılaşmasının Rusya-Ukrayna Savaşı ile eş zamanlı olarak gelişmesi, İsrail-Filistin çatışmasının canlılığını korumaya devam etmesi ve İran'ın yeni bir bölgesel mikro çatışmanın odağı haline gelmesi, Türkiye'yi yeni koşullara göre bir pozisyon almaya zorluyor. Böylesine yaygın bir çatışma ortamında Türkiye'nin terör ve düzensiz göç gibi tehditlerle meşgul olmamak için Suriye ile normalleşme adımları attığı söylenebilir.
Dr. Necdet Özçelik/ Kapadokya Üniversitesi
Son günlerde yeniden gündeme gelen Türkiye-Suriye ilişkilerindeki normalleşme girişimleri hem iç hem de uluslararası siyasi çevrelerde tartışılmaya başlandı. Genellikle eleştirel bir tonda gerçekleşen tartışmalar, Türkiye'nin normalleşme inisiyatifindeki ısrarını gereksiz ve zamansız bulurken meseleyi Suriye odaklı mikro çatışma dinamikleri üzerinden ele alıyor. Oysa Türkiye'nin Suriye ile normalleşme girişiminin arka planında orta ölçekli bölgesel çatışma dinamiklerinin dahi ötesinde, geçmiş küresel çatışma risklerinin yattığını söyleyebiliriz. Öyle ki 9-11 Temmuz'da Washington'da düzenlenen NATO Zirvesi küresel bir çatışma iklimine girileceğine dair uluslararası gerginlik manzarası tarif ediyordu. Hal böyleyken gelişen bir küresel çatışma ikliminde Türkiye'nin Suriye'deki mikro çatışma çevresiyle meşgul olmaya devam etmesini beklemek doğru olmaz. O halde Türkiye'nin Suriye ile normalleşme girişimini başlı başına ülkedeki sığınmacı sorunun yönetimine ve sınır ötesindeki terörle mücadeleye indirgeyemeyiz. Daha kapsayıcı bir değerlendirme yapabilmek için gelişen küresel çatışma iklimini analiz etmek uygun bir yaklaşım olabilir.
Küresel çatışma iklimi
Washington'da düzenlenen NATO Zirvesi'nin ana gündemi Ukrayna'ya yardım, İttifak'ın güçlendirilmesi ve yeni tehdit değerlendirmesi olarak üç kategoriye ayrılabilir. Zirve Deklarasyonunda da Rusya'nın saldırganlığı, Ukrayna'ya yardım, Avrupa'nın güvenliği ve Çin tehdidi gibi konuların ortak güvenlik öncelikleri olarak belirlendiği görüldü. Deklarasyonda Türkiye'nin ısrarla gündeme getirmek istediği Gazze'deki İsrail işgaline dair herhangi bir ifade yer almazken terörle mücadele konusu da genel açıklamalarla geçiştirildi.
ABD dış politikasının güç prensibine ait bir aygıt olan NATO'nun Joe Biden'ın ABD Başkanı olarak seçildiği 2020 yılından itibaren ABD'nin jeopolitik kazanımlarını güçlendirecek şekilde yeniden güçlendirileceği bekleniyordu. Öyle ki geçtiğimiz dört yıl içinde NATO yeniden yapılandı, tehdit değerlendirmesini güncelledi. Başlattığı operasyonel konuşlanma ile angajman çeşitliliğini geliştirerek devam ettiriyor. Bu kapsamda, (1) ABD'nin çıkarlarına uygun bir şekilde NATO Finlandiya ve İsveç'i de içine alarak genişledi. (2) Baltık Bölgesi'nden Akdeniz'in kuzeyine kadar Rusya'ya karşı fiili bir cephe oluştu. (3) Avrupa, Rus tehdidi bağlamında ABD'nin güvenlikçi dış politikasının etkisi altına girdi. (4) Çin tehdidi kullanılarak NATO Asya-Pasifik'i ilgi alanından etki alınana çevirmeye yaklaştı ve 2023 yılındaki NATO zirvesine de davet edilen uzak doğu ülkeleri hızla militerleşmeye başladı.
Bu noktada Türkiye ile NATO arasında birtakım farklılıkların bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu farklılıkları şu şekilde sıralayabiliriz: (1) Türkiye'nin Rusya-Ukrayna Savaşı'nı sonlandırmak için bir yaklaşımı varken, NATO'nun, Rusya-Ukrayna Savaşı'nın mevcut çatışma temposunu arttırarak dengeli bir şekilde çatışmanın devam etmesine dair bir tutumu sergilemektedir. (2) Türkiye Rusya-Ukrayna Savaşı'nın çatışmasının genişlememesine yönelik tedbirler alırken NATO, çatışmanın genişlemesi için bölge ülkelerini de içine alacak şekilde tırmandırıcı adımlar atmaktadır. (3) Türkiye bölgesindeki diğer çatışmaların da çözümlenmesi için politika önermeleri sunarken, NATO yeni hedef olarak Çin'i işaret etmektedir. Türkiye'nin barışçıl yaklaşımına karşı NATO'nun mevcut çatışmaların sürdürülmesi, bunlara yenilerinin eklenmesi ve eş zamanlı hale getirilmesiyle ilgili genel tavrı söz konusudur. Görüldüğü kadarıyla NATO'nun bu organize ve baskın güvenlikçi tavrı, Türkiye'yi odağını bölgesel mikro çatışma çevresinden küresel makro çatışma çevresine zorlamaktadır.
NATO merkezli yayılan çatışma riski
ABD yönetiminin Rusya-Ukrayna savaşını NATO-Rusya savaşına dönüştürme çabası içinde olduğu söylenebilir. NATO üyesi Danimarka ve Hollanda'nın Ukrayna'ya verdiği F-16 savaş uçaklarının Rusya topraklarındaki gireceği muhtemel saldırgan rolü, Rusya'nın Baltıklar ve Karadeniz'deki NATO üyesi ülkelere ait askeri hedefleri vurmak için bir nedeni olabilir. Böylece NATO-Rusya savaşı kaçınılmaz hale gelebilir. Öte yandan ABD'nin ekonomik olarak geriletemediği Çin'i savaşa sokarak yıpratmak istediği siyasi ve diplomatik çevrelerde konuşuluyor. Çin'in böylesine bir ihtimale karşı deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmek için çaba sarf ettiği de yine aynı çevrelerce değerlendiriliyor. Bilindiği gibi ABD kaynaklı haber platformları (Amerika'nın Sesi, Bloomberg vb) bir süredir Çin'in 2027'de Tayvan'a saldıracağına yönelik analiz haberler yayınlayarak uluslararası kamuoyunu böylesine bir senaryoya hazırlamaya çalışıyor. Tıpkı Ukrayna'nın Rusları savaşla meşgul etmek için kurban edilmesi gibi, ABD'nin Tayvan'ı da Çin'i savaşa çekmek için yem olarak kullanacağına dair bir senaryo söz konusu. Her ne kadar Çin bir süredir savaştan kaçınma stratejisi izlese de bunu ne kadar sürdüreceğini değerlendirmek pek de mümkün değil. Olası bir provokasyonla Çin'in Tayvan'ı işgal etmesi karşılığında NATO'un bu bölgede tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi mobilize olması ve dolaylı/doğrudan angajmana girmesi için ABD'nin bir hazırlık içinde olduğu görülüyor. Adı konulmamış ve devam eden NATO-Rusya savaşına ilave olarak herhangi bir formda cereyan edecek muhtemel bir NATO-Çin karşılaşması dünya genelinde devam eden tüm mikro çatışmaları kuşatıcı formda olacaktır. O halde bir süredir devam eden 'Üçüncü Dünya Savaşı'nın gerçekleşme ihtimali de göz ardı edilemeyecek büyüklükteki bir tehdit olarak ifade edilebilir.
Türkiye'nin tutumu ve Suriye ile normalleşme motivasyonu
Türkiye uzunca bir süre ABD'nin (dolayısıyla NATO'nun) gündeminde olan makro çatışma risklerini sınırlamaya ve çatışmaları kendi doğasında mikro seviyede tutmaya çalıştı. Bu kapsamda, şimdiye kadar (1) Montrö Sözleşmesi'ni devreye sokarak Rusya-Ukrayna savaşını Karadeniz'in kuzeyinde tutmaya çalıştı ve iki ülke arasında barış modelleri ve arabuluculuk önerdi. (2) İsrail-Filistin çatışması sonrasında bu savaşı durdurmak için diplomatik diyalog girişimlerinde bulundu. (3) Rusya ve Çin ile benzersiz ticari ilişkiler geliştirdi ve diğer NATO üyesi ülkelerden farklılaşan karşılıklı çıkara dayalı yumuşak bir tutum izledi. Ancak ABD stratejik hedefleri doğrulduğunda şekillenen yeni küresel çatışma ikliminin Türkiye'nin kendi gündemi dışında ve önleyemeyeceği şekilde geliştiği görülmektedir. Bu bağlamda Türkiye'nin farkında olduğu ve önleyemediği yeni koşullar şöyle sıralanıyor: (1) Rusya-Ukrayna Savaşı'nın uzaması, (2) NATO-Çin karşılaşmasının Rusya-Ukrayna Savaşı ile eş zamanlı olarak gelişmesi, (3) İsrail-Filistin çatışmasının canlılığını korumaya devam etmesi ve (4) İran'ın yeni bir bölgesel mikro çatışmanın odağı haline gelmesi. Bu bakımdan yeni koşulların Türkiye'yi ABD'nin (dolayısıyla NATO'nun) saldırgan tutumunun ortaya koyduğu koşullara göre bir pozisyon almaya zorladığı söylenebilir.
Böylesine yaygın bir çatışma ortamında Türkiye'nin terör ve düzensiz göç gibi tehditlerle meşgul olmamak için Suriye ile normalleşme adımları attığı söylenebilir. Bu bağlamda Türkiye'nin önceliklileri şu şekilde sıralanabilir: (1) PKK'nın Irak'ta askeri açıdan büyük ölçüde etkisiz hale getirilmesi ve yeniden canlanmasının önlenmesi amacıyla Irak ve IKBY ile kalıcı işbirliğinin geliştirilmesi, (2) Suriye ile normalleşerek PKK/PYD'nin ortadan kaldırılması askeri ve siyasi konsolidasyonun kırılması ve toprak hâkimiyetinin sonlandırılması. (3) Suriyeli sığınmacı sorununun çözümü. Bu süreçte Türkiye'nin Suriye'de yönetmek zorunda olduğu üç önemli potansiyel risk de şu şekilde sıralanabilir: (1) Suriyeli muhaliflerin normalleşme iklimine hazırlanması, (2) İdlib'te dönüşmeyen radikal unsurların yapısal tehdidi ile buradaki TSK unsurlarının mevcudiyet seviyesinin yeniden değerlendirilmesi ve (3) Suriyeli sığınmacıların gönüllü ve emniyetli bir şekilde Suriye'ye döndürülmesi. Tüm risklere rağmen normalleşme inisiyatifinin hızlandırılması kararlılıkla sürdürülür ve özellikle İdlib'teki radikal grupların yönelik tavır ve sığınmacıların geri döndürülme süreci uluslararası bir proje haline getirilebilirse, Türkiye başını mikro çatışma çevresinden makro tehditlerden kaldırıp ABD ve NATO'nun gündemiyle şekillenen küresel makro tehdit çevresine daha hazırlıklı bir şekilde odaklanabilir.