Küresel adalet sınavı

Prof. Dr. Metin Aksoy/ Selçuk Üniversitesi Rektörü
14.05.2024

“Uluslararası ilişkiler” güç, güvenlik ve ulusal çıkar gibi “ulusal” olana hapsedildiğinden “küresel” olana yönelik ilgi henüz başından onulmaz bir çelişki olarak ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan sonuç, Uluslararası ilişkiler ile iştigal eden öğrencisinden akademisyenine herkesin daha “küresel” düşünmesi gereken meselelerde bile “ulusal” olanın kıskacı altına alınmasıdır.


Küresel adalet sınavı

Prof. Dr. Metin Aksoy/ Selçuk Üniversitesi Rektörü

Uluslararası ilişkilerin güç, güvenlik ve ulusal çıkar gibi kavramlarıyla kıyaslandığında "küresel adalet" nosyonu görece soyut, muğlak ve içi boş bir kavram olarak değerlendirilir. Bu durum gücü, güvenliği ve ulusal çıkarı temel alan realizmin uluslararası ilişkilerdeki hâkim konumuyla açık bir şekilde bağlantılıdır. Öyle ki realizmin, devletlerin üzerinde onların davranışlarını sınırlandıracak, yönlendirecek veya yargılayacak bir üst otoritenin bulunmadığı yani uluslararası sistemin anarşi ile karakterize olduğu varsayımı altında, her devletin kendi ulusal çıkarını gerçekleştirmek, bekasını sürdürmek ve güvenliğini tesis etmek ile ilgilendiği vurgulanmaktadır. Dolayısıyla güç politikaları ile örüntülü bir uluslararası politika kavrayışı altında "kendi başının çaresine bakan" devletler için küresel adalet nosyonu ikinci plana itilmektedir. Öz bir şekilde ifade etmek gerekirse ve ironik bir şekilde; "Uluslararası ilişkiler" güç, güvenlik ve ulusal çıkar gibi "ulusal" olana hapsedildiğinden "küresel" olana yönelik ilgi henüz başından onulmaz bir çelişki olarak ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan sonuç, Uluslararası ilişkiler ile iştigal eden öğrencisinden akademisyenine herkesin daha "küresel" düşünmesi gereken meselelerde bile "ulusal" olanın kıskacı altına alınmasıdır.

Burada iki önemli hususun altını çizmek küresel adalet nosyonunun uluslararası ilişkiler nezdindeki dışlanmışlığının teorik bir meseleymiş gibi algılanmasının önüne geçecektir. İlk olarak hiçbir teori dünyayı değiştirip, dönüştüremez. Bunun tek istisnası söz konusu teorinin uluslararası aktörler tarafından benimsenmesi ve onların pratikteki davranışlarını yönlendirmesidir. Yani teoriler aktörleri sarıp-sarmadıkça, onların davranışlarını yönlendirmedikçe dünyayı değiştirip, dönüştüremezler; bunu yapan aktörlerdir. İkinci olarak ise hiçbir teori iyi veya kötü gibi ahlaki bir sınamaya tabi tutulamaz. Bir başka anlatımla mevcut dünya hak ve eşitsizlik ihlalleri ile karakterize olmuşsa bunun müsebbibi realizm değil bu teorinin varsayımlarını hem ortaya çıkaran hem de gerçekleştiren uluslararası aktörlerdir. O halde sonuç artık açık: 21. yüzyılda küresel adalete dair dışlayıcı tutumun asıl kaynağı uluslararası aktörler ve bu yöndeki davranışlarıdır. Nitekim "uluslararası" her meselede uluslararası aktörlerin genel temayülü güç, güvenlik ve çıkar gibi "ulusal" alanlarına dair hususları gerçekleştirmek/korumaktır. Bu tespiti doğrulayabilmek için günümüzde küresel adalet eşitsizliğinin ayyuka çıktığını gösteren Filistin meselesi ve terör devleti İsrail'in Gazze soykırımı açık bir göstergedir.

Güç mücadelesinin gölgesinde

Soğuk Savaş sona erdiğinde tüm dünyaya pazarlanan esas düşünce demokratik-liberal-kapitalist sistemin insanlık için alternatifsiz bir sona karşılık geldiğiydi. Öyle ki tüm hasımlarını yani Nazizmi, Faşizmi, Militarizmi, Komünizmi yenen bu sistem küresel refah ile adaletin yaygınlaştırılmasını da ABD ve Batılı müttefikleri eliyle sağlayacaktı. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı çok kısa bir zamanda ortaya çıktı. Nitekim kendisinde "küresel hegemonya" sorumluluğunu hisseden ABD şımarık-sorumsuz bir hegemonya gibi davranarak -Irak'ın işgalinde açık bir şekilde gözlemlendiği üzere- II. Dünya Savaşı sonrasında kendisinin tesis ettiği düzenin temel ilkelerini bile göz ardı etti. ABD'nin müttefiki olan ve birliklerini "Medeniyet Projesi" olarak lanse eden AB üyesi devletler Avrupa'nın tam göbeğinde, yanı başlarında ortaya çıkan Bosna ve Kosova krizlerinin insani birer drama dönüşmesini engelleyemediler. Kapitalizm ise hasmını yenmenin verdiği zafer sarhoşluğuyla daha sorumsuz bir şekilde bütün bir dünyayı bir avuç sermayenin azılı ve azgın sömürüsüne açtı. Bir başka anlatımla küresel kuzey ile güney arasındaki refah uçurumu gittikçe derinleşti. Özetle yeni dönemin ideoloğu Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezi dünyanın çoğunluğu için halihazırda can çekişen "Küresel Adaletin Sonu"na dönüştü.

Bir diğer yandan ise alternatifsiz olduğu söylenen sisteme karşı farklı alternatifler ve odaklar 2000'li yıllarla birlikte kendisini göstermeye başladı. Öyle ki bu tarihten itibaren Çin'in önlenemez ekonomik yükselişi ve Rusya'nın kendisini toparlayarak büyük güç politikası uygulamaya başlaması bütün bir sistemin şiddetli bir şekilde sorgulanmasına yol açtı. ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgal etmesi, Rusya-Gürcistan Savaşı, 2008 Dünya Finansal Krizi, Arap Baharı, Ukrayna Krizi ve Rusya-Ukrayna Savaşı gibi gelişmeler 21. yüzyılın güç mücadelesi şeklinde karakterize olmasını sağlarken ABD'nin Çin'i çevreleme ve Tayvan'ı destekleme politikası Çin-ABD rekabetinin, NATO'nun doğuya doğru genişlemesini sürdürme politikası da ABD-Rusya rekabetinin yoğunlaşmasını hızlandırdı. Tüm bu sürecin esas sonucu ise yazının başında belirtildiği üzere uluslararası aktörlerin uluslararası meselelerde güç, güvenlik, çıkar gibi "ulusal" meselelere odaklanmaları ve küresel adalet gibi konularda ikircikli tutum sergilemeleridir. Zira artık küresel adaletin kendisi de uluslararası aktörlerin güç, güvenlik ve çıkar temalı mücadelelerin bir nesnesi-alanı haline gelmiştir. Böylece 21. yüzyılda ve küresel adalet bağlamında uluslararası aktörler için iki genel temayülün ortaya çıktığını ifade etmek mümkündür.

Bunlardan ilki uluslararası aktörlerin gün geçtikçe daha bencil davranmaları ve küresel adaletin önemli bir ayağı olan hukuku dışlayan tutumlarıdır. Öyle ki uluslararası aktörlerin uluslararası meselelere bakışları artık birbirlerine yönelik "var oluşsal tehditler" olarak anlaşılmaktadır. Bir başka deyişle artık uluslararası aktörler sonuçları ne olursa olsun uluslararası krizleri tırmandırmak konusunda daha sorumsuz ve bencil davranmaktadır. Bu kapsamda örneğin Rusya'nın NATO'nun genişlemesini kendisi için "var oluşsal bir tehdit" olarak görmesine rağmen ABD bundan vazgeçmemekte ve Çin'i çevrelemek amacıyla QUAD ve AUKUS gibi girişimlerde de bulunarak çıkarları için yeri geldiğinde PKK/PYD gibi terör örgütleriyle iş birliği yapmaktan geri durmamaktadır. Buna karşılık Rusya ise yakın çevresindeki başat konumunu korumak ve NATO'nun genişlemesini durdurmak için askeri müdahalelerde bulunmaktan ve Orta Doğu ve Afrika'daki nüfuz alanını genişletmek için Wagner gibi özel askeri şirketleri kullanmaktan taviz vermemektedir. Görüldüğü üzere uluslararası aktörler hodbince kendi ulusal çıkarlarına yaslanırken ortaya çıkan uluslararası hukuk ihlalleri ve insani dramlar göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla bir avuç devlet kendi ulusal çıkarını gerçekleştirme pahasına küresel adaleti ve ona yönelik inancı her geçen gün zayıflatmaktadır.

İkinci olarak uluslararası aktörler arasındaki güç rekabetinin yoğunlaşması uluslararası sistemdeki sorunların çözümünü daha da çetrefilli hale getirirken bahse konu sorunlardaki hukuka ve adalete dair konular da tali konular olarak itibar görmektedir. Nitekim Libya, Suriye ve Ukrayna gibi uluslararası sistemi derinden etkileyen krizlerde uluslararası aktörler sorunları çözmek yerine sorunların tırmanmasına neden olarak küresel adaletin sağlanmasını sekteye uğratmıştır. Öyle ki, uluslararası aktörler bahse konu krizlerin insani-hukuki boyutlarını ve bölge ülkelerine yönelik yıkıcı etkilerini dikkate almamaktadır. Bununla birlikte BM'de veto hakkına sahip olan uluslararası aktörlerin uluslararası krizlerde sistematik insan hakları ve uluslararası hukuk ihlalleri yapan uluslararası aktörlerle ilişkilerinin bulunması, barış ve güvenliğin sağlanması için kurulan BM'nin de işlevsizleşmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla uluslararası aktörlerin sebep olduğu ve 21. yüzyılın güç mücadelesi ile karakterize olmasına sebebiyet veren yapısı küresel adalet ve ona dair konuların gölgelenmesine sebebiyet vermektedir. Artık her bir aktörün küresel adaletin değil küresel adaletsizliğin yayıcısı-yaygınlaştırıcısı haline geldiği günümüzde 21. yüzyılın "Küresel Adaletsizlik Çağı" olarak anılmasına zemin hazırlayan en temel ve güncel mesele Filistin meselesidir.

Neo-Nazizm olarak Siyonizm

Kara, deniz ve hava saldırılarında sivillerin hedef alınması, hastanelerin ve dini mekânların bombalanması, insani yardımların engellemesi ve yardım konvoyunda sıra bekleyen sivillerin üzerine bomba atılması, 1980 tarihli Konvansiyonel Silahlar Sözleşmesi kapsamında yasaklanan beyaz fosfor bombasının kullanılması, Filistinlilerin zorla yerlerinden edilmesi gibi her biri küresel adalet duygusuna ağır darbeler indiren hususlar Siyonizm'in Neo-Nazizm olduğunu ve terör devleti İsrail'in de Gazze'de soykırım yaptığını tartışmasız şekilde ortaya koymaktadır. En az bunun kadar tartışmasız olan bir diğer husus da dünyanın bu mesele özelinde ve küresel adalet bağlamında sınıfta kaldığıdır. Bu mezalimi durdurmak için harekete geçmek bir yana bazı uluslararası aktörlerin bu mezalimi kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanmaları ise terör devleti İsrail'in tek sorumlu olmadığını göstermektedir. Nitekim Orta Doğu'daki güvenilir müttefik şeklinde kodladığı İsrail'in mezalimini meşru müdafaa olarak gören ve sivillere yönelik katliamları "savaşta sivil kaybın olması normaldir" ifadesiyle meşrulaştıran ABD bu soykırımın bir diğer failidir. Bununla birlikte ABD'nin bu tutumu Rusya'nın Ukrayna işgalinde uyguladığı insan hakları ihlallerine yönelik ahlaki sorumluluk açıklamasına tezatlık oluşturmaktadır.

İsrail'in bölgede kalıcılaşmasını sağlamak adına askeri ve ekonomik yardımda bulunan ABD aynı zamanda barış ve ateşkes kavramları yerine "insani ara" kavramını kullanarak, 1945'te kurulan uluslararası sistemin temel normlarını da aşındırmaktadır. Rusya ve Çin ise İsrail mezaliminin meşru müdafaa kapsamını çoktan aştığını açıklarken, mevcut krizin ABD ve Batı'nın bölgedeki politikaları nedeniyle tırmandığını ileri sürmüştür. Ancak Rusya'nın Ukrayna'da uluslararası hukuk ve insan hakları ihlallerine devam etmesi ve Çin'in Uygurlara yönelik sistematik soykırım politikasını sürdürmesi, bahsi geçen aktörlerin kendi ihlallerinin görünürlüğünü azaltmak ve ABD'ye karşı uluslararası alanda söylem üstünlüğünü ele geçirmek amacıyla terör devleti İsrail mezalimini kullandıklarını göstermektedir. Gerçek bir aksiyon almak yerine ABD ile rekabetlerinde söylemsel üstünlük kazanmak için hareket eden bu devletlerin tutumları da onları terör devleti İsrail'in Gazze soykırımında sorumlu haline getirmektedir. Ancak yine de küresel adaletin Filistinliler özelinde sağlanması gerekliliğini ortaya koyan Türkiye gibi devletlerin varlığı unutulmamalıdır. Zira bu bir avuç devlet 21. yüzyılın "Küresel Adaletsizlik Çağı" olarak gerçekleşmesine mâni olmaya çalışmaktadır.

Nitekim Türkiye, Cezayir, Katar ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi devletlerin girişimleri küresel adaletin Filistinliler için var olduğunu göstermesi hasebiyle önemlidir. İlk olarak mezalimi durdurmak isteyen bu devletlerin girişimleri ve uluslararası toplumun baskısıyla BM Güvenlik Konseyi 25 Mart 2024 tarihinde Ramazan ayı boyunca derhal ateşkes çağrısında bulunan kararı kabul etmiştir. Daha önceki üç Güvenlik Konseyi metnini veto eden ABD çekimser kalarak 25 Mart'taki tasarının kabul edilmesine izin vermiştir. Ancak karar sonrasında ABD'nin Güvenlik Konseyi kararının bağlayıcı olmadığını açıklaması, küresel adaletin sağlanmasında mevcut sistemin işlevsizliğini tekrar kanıtlamıştır. İkinci olarak, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin İsrail'e karşı soykırım suçu işlediği gerekçesiyle açtığı davada Uluslararası Adalet Divanı'nın ABD ve İsrail'in baskına rağmen yargı yetkisine sahip olduğunu kararlaştırması Filistinliler için bir dönüm noktası olarak görülmüştür. Bu noktada Türkiye'nin İsrail aleyhine deliller sunarak katkı sağladığı davada acil ateşkes çağrısı yapılmazken, İsrail'in Gazze'deki soykırım eylemlerini önlemek için gerekli tüm tedbirlerin alınmasının zorunlu olduğuna hükmedilmiştir.

Normatif dış politika

Son olarak, Cezayir tarafından Filistin'in BM'ye tam üyeliğini talep eden karar tasarısı, Filistinlilerin maruz kaldığı adaletsizliği bir nebze olsun giderme potansiyelini içerisinde barındırmıştır. Fakat ABD karar tasarısını veto ederek, Filistin'in BM üyesi olarak tanınmasını engellemiştir. Vetoya ek olarak, 22 Nisan'da Temsilciler Meclisi'nde İsrail'e yönelik 26,4 milyar dolar yardım paketinin onaylanması, ABD'nin İsrail mezalimini desteklemeye devam edeceğini göstermiştir. Örneklerini verdiğim ve bir avuç devletin küresel adaleti Filistin nezdinde sağlamaya çalıştığı bu girişimlerde Türkiye'nin pozisyonu etki doğurması bakımından oldukça önemlidir. Bir başka deyişle insanı merkeze alma, uluslararası sistemdeki normlara ve temel değerlere saygı gösterme ile uluslararası eşitlik ve adaletin her yerde ve herkes için geçerli olduğunun kabulü sacayaklarına dayanan normatif dış politikası çerçevesinde Türkiye, Filistin halkı nezdinde gerçek bir umut konumundadır. Bunu doğrulayan en temel gelişme -Türkiye'nin Filistin'i yalnız bıraktığı yalanını yayan yerli işbirlikçilerin sabotajlarına rağmen- Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Filistin halkı, FKÖ ve Hamas nezdinde gördüğü itibardır.

Türkiye'nin Filistin meselesi özelindeki tutumunu sağlamlaştıran ve onu öne çıkaran en önemli husus Türkiye'nin küresel adaletin tesisi noktasında uluslararası meseleler arasında ikircikli bir tutum sergilememesidir. Öyle ki Türkiye her uluslararası platformda ve meselede "Dünya 5'ten büyüktür" ile "Daha adil bir dünya mümkün" mottolarına bağlı bir duruş sergilemektedir. Türkiye'nin Rusya-Ukrayna savaşı özelinde görüldüğü üzere çatışan tarafların her biriyle diplomasi kanallarını açık tutabilmesini sağlayan da tam olarak bu adil ve ikircikli olmayan tutumudur. Dolayısıyla 21. Yüzyılın "Küresel Adaletsizlik Çağı" olarak nitelendirilmesinin önüne geçmek gibi bir misyonu neredeyse bir avuç devletle sağlamaya çalışan Türkiye için yeni bir nitelendirme artık mümkündür: 21. Yüzyılın adil gücü olarak Türkiye.

[email protected]