Özellikle 1923-1950 arası Türkiye'de Siyaset ve Toplum konulu kitap çalışmasını yaparken gördüm ki; Türk Devlet Aklı bu alanın çok kritik bir sosyalizasyon ajanı olduğunun farkında ve bu etki faktörlerini negatif meşruiyet sahibi bir gruba teslim etmek istemez ve etmemiş de.
Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Akademisyen
Ünlü düşünür Max Weber, modernleşme ile beraber dünyanın büyüsünün bozulduğunu söyler. İnsanlığın büyüyü bozma gayesi ile ortaya çıkan sonuç birbirinden çok farklı oldu. Dünyayı daha çok yaşanabilir kılmak için onun aurasını bozan çağdaş insan, beklediği sonuca ulaşamadı. Dünyadaki gizemler ve mistisizm salt bir bilme problemi olarak görülüyordu ve nihayetinde bu sorun çözüldü, her şeyin künhüne varacak bir bilginin peşinde koşan insan, doğada, insan bedeninde, uzayda yer altında ve gökyüzünde ve yer üstünde ne varsa hepsini bildi. Hatta varlığı oluşturan atomun parçacıklarının bile sırrı çözüldü. Ancak yine de beklediği gibi bir durum olmadı, doğmadı. Tabii pek çok konuda geçici çözümler üretme pratikliği burada da devreye girdi ve tüm dünyada yeni kültür politikaları üretilmeye başlandı. Konuyu deruhte eden uluslar arası yapılar kuruldu ve kaybolan büyünün yerine özgün kültürler ikame edilmeye çalışıldı. Modern dünyadaki ulus devletlerin kültür politikalarını belirleyen en kritik çerçeve bu açmaz olmuştur.
Medeniyet nedir?
Bizim ülkemizdeki kültür politikaları da bu temel mantıktan farklı değildir. Reddi miras ile işe başlayan genç cumhuriyetin kültür politikalarının ana fikrini Ziya Gökalp'tan esinlenerek yapılan "kültür tanımı" oluşturdu. Ki bu tanımın içinde bizim kültürümüzün en temel bileşenleri olan irfan ve feraset yer almaz.
Zira Gökalp medeniyeti kültürlerin birleşmesinden meydana gelen bir terkip olarak görür ve cumhuriyetin kurucu elitleri de bu tanıma sadık kalarak onu daha çok maddi unsurlardan meydana gelen bir yapı olarak görürler. Bundan dolayı da illa ki muhayyel bir "Türk Kültürü"nde çok ısrarcılar.
Makbul ve meşru olan
Çünkü mevcutta var olan kültürel mirası makbul ve meşru görmüyorlardı. Onu kimi bileşenlerinden arındırdıkları oranda özgün olacağını varsaydılar. İçinde Arap, Fars ve Roma izleri olan eski dokuyu içinde başka hiç kimsenin izleri olmayan yenisi ile değiştirmeyi planladılar. Bunun için de daha önce bu coğrafyada var olan etnik rekabetleri körükleyen veya ayrımcılıkları kışkırtan bir yola başvurdular. Denilebilir ki başardıkları en kritik konu, Arap kültürü üzerinden İslam karşıtlığını şekillendirmek oldu. Geliştirilen bu direnç halkın folklorunu, ahlaki zeminini ve insan ilişkilerini bir hayli hırpaladı. Yeni ve özgün bir kültür oluşturma projesinin ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusu.
Denilebilir ki kültür politikaları ile ilgili genel yaklaşımlar uzun bir zamandır ülkede sanatsal ve kültürel faaliyetleri görece daha çok ürettikleri varsayılan liberal sol siyaset tarafından belirlendi. Muhafazakar iktidarlar döneminde dahi durumun değişmemiş olması da bahse konu ettiğimiz alanın acemisi veya cahili olmalarından ziyade bizzat bu alanın sahip olduğu ve olabileceği muhtemel içeriklerdir. Bu alanla ilgili üretimleri tekelinde bulundurma iddiasına kaynaklık eden en beylik söz; "ama onlar da zaten bu alanın cahilidirler" şeklindedir.
Sosyalizasyon ajanı
Onların bu alanı bilmediklerinden veya bilemeyeceklerinden değil, o muhayyel ideolojik fikriyatın inşa edilmesi için vazgeçilmez bir makam olduğu içindir. Kişisel olarak eskiden sanıyordum ki muhafazakarlar bu alana yabancı oldukları için iktidar olduklarında bu makamı ulusalcı kemalist ya da liberal solcu birisine emanet ediyorlar. Hatta çoğu zaman bu duruma da kızıyordum "Biz mi kültürden anlamıyoruz, sanata yabancıyız?" diyordum.
Fakat şimdi farklı düşünüyorum; özellikle 1923-1950 arası Türkiye'de Siyaset ve Toplum konulu kitap çalışmasını yaparken gördüm ki Türk Devlet Aklı bu alanın çok kritik bir sosyalizasyon ajanı olduğunun farkında ve bu etki faktörlerini negatif meşruiyet sahibi bir gruba teslim etmek istemez ve etmemiş de. Kültür Bakanlığı makamının ve kültür politikalarının etkisinin stratejik bileşenlerinin olduğunu son dönemdeki çarpıcı projelerden de görebiliyoruz.
Bu bağlamda Kültür ve Sanat asıl bizim işimizmiş diyebileceğimiz bir dizi etkinliği yürüten Kültür Turizm Bakan Yardımcısı Sn. Ahmet Misbah Demircan'ı özellikle tebrik etmek isterim. Bize bu alanın üretebileceği projelerin etki gücünü gösteren onlarca etkinlik ile arz-ı endam etmektedir. Yaptıklarıyla, sözleriyle ve duruşuyla "Kültür ve sanat asıl bizim işimizdir" ifadesini bir klişe olmaktan çıkarıp içini doldurdu. Yerelde var olan her bir değeri, evrensel olanla bütünleştirerek bir vizyon haline getirilmesinde çok önemli işler başardı. Hacı Bektaş'tan Yunus'a Melle-i Cezeri'den Faqiye Teyran'a kadar pek çok yol gösterici rehberin bıraktığı izlerin yolundan yürüyerek bu işin olabileceğini görmüş olmak Anadolu insanına çok iyi geldi. Sn. Demircan'ın deruhte ettiği ve neredeyse onun adıyla anılan projelerden birisi de Beyoğlu Kültür Yolu Festivalidir. Bu festival, adeta bir kelebek etkisi yarattı ve tüm Anadolu'ya yayıldı ki bu hafta da Diyarbakır Sur Kültür Yolu Festivali gerçekleşmektedir. Bu festival esnasında Diyarbakır'ın kadim mekanlarında gezerken bir köşe başında Mustafa Erdoğan'a, bir Kafe'de Züleyha'ya bir tiyatronun kulisinde Demet Akbağ'a, bir dergâhta Ahmet Özhan'a, bir camide Fatih Çıtak'a bir eyvanda Bedri Ayseli'ye rastlayabilirsiniz. Kültür politikalarının asıl hedefi sahip olunan medeniyetin izdüşümlerini canlı tutmaktır. Ne yazık ki geçmiş dönemlerde aksi yönde adımlar atılmış ve bugün mimaride, el zanaatlarında, dokumacılıkta ve ince işçilik gerektiren pek çok alanda giderek fakirleşiyoruz. Bu alan esasında dünyanın hızla tek tipleştiği bir süreçte özgün kültürel değerlerin korunması iddiası olan her toplum için son derece stratejik bir konudur. Zira konu, insanın veya toplumun hayatını kurtaracak önemdedir...
Delikanlının el becerisi nedir?
Rivayete göre sınırları geniş, ahalisi mutlu ve özgür bir ülke varmış. Bu ülkenin padişahının tek bir oğlu varmış. Babası, statüsüne münasip birisi ile evlendirmek isteyince tahtın varisi gönlünde halktan bir vatandaşın kızının olduğunu söylemiş. Bu duruma pek sıcak bakmayan padişah, baba yüreğinin rikkati ile durumu kabullenip kızı istemeye gitmiş. Allah'ın emri peygamberin kavli ile dile getirilen isteme seremonisi kız babasının "delikanlının herhangi bir el becerisi, mahareti var mı?" sorusu ile gerginleşmiş. Kız babası hiçbir el sanatı veya mahareti olmayan birisine kızını vermeye gönlünün razı olmadığını ancak rızasının dışında bu işi yapmak isterlerse de nihayetinde muhatabının bir şehzade ve padişah olduğunun farkında olduğunu söylemiş. Gerilen ortamdan rahatsız olan padişah ve ahalisi bu sevimsiz diyalogdan hoşlanmamış ve evi terk etmiş. İşi tatlıya bağlamak için padişahın divanı, şehzadeye bir el sanatı öğretmeye karar vermiş ve delikanlıya halı dokuma öğretilmiş. Tekrar kızı istemeye gittiklerinde kızı almışlar. Çift mutlu bir hayat sürerken bir gün eşkıyalar saraya baskın düzenlemiş ve artık genç bir genç padişah olan delikanlıyı kaçırmış. Rehin olan padişah "Beni öldürürseniz elinize bir şey geçmeyecek ama beni öldürmezseniz ve bana bir halı dokuma tezgahı kurarsanız ben sizin için halı dokurum götürüp çok yüksek fiyatla pazarda satabilirsiniz" demiş. Eşkıyalar teklifi kabul etmiş. İlk halı tezgaha çıkmış ve pazarın en yüksek fiyatlı halısı olmuş. Satışlar böylece devam etmiş. Bir gün padişah dokumaya kripto şifreler yerleştirmiş. Pazarda şifreli nakışları anlayan biri durumu saraya haber vermiş ve padişahın esaretten kurtulmasına vesile olmuş...