Geçen asırda ideolojilerin marifeti ile oluşturulan hayali özne, şimdi, şekilsiz, heterojen, amorf, kendisini neredeyse sadece bir karşıtlık ile tanımlayan kitledir.
Celal Tahir - Yazar
Giderek kaotik eylemlere sahne olan dünyada, Türkiye de bu kaotik sürecin girdabına doğru sürüklenmektedir. Esasen Brezilya’daki eylemler de bu bağlamdadır ve diktatörlere karşı haklı bir tepkiyle başlamış olsa da Arap Baharı diye anılan hadiseler de, bir yönüyle bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu hareketler henüz derinde kımıldanma aşamasındayken dünyanın egemen güç odaklarının buradaki muhtemel gelişmelere karşı, çok seçenekli plan ve projeler geliştirdikleri açıktır.
20. asrın başında, dinlerin ve dinler ile irtibatlı düşüncelerin yerini almaya çalışan ideolojilerin oluşturduğu ideolojik yapıların marifeti ile Sosyalist, Nasyonal-Sosyalist, Kemalist iktidarlar tesis olunur. Bu şekilde geleneksel yapıların tahribatı derinleşir. Geçen asırda ideolojilerin marifeti ile oluşturulan hayali özne, şimdi, şekilsiz, heterojen, amorf, kendisini neredeyse sadece bir karşıtlık ile tanımlayan kitledir. Kitleler,egemen küresel güçler kendileri için uygun zemini bulduklarında, öncelikle Facebook, Twitter gibi sosyal medya ağları üzerinden organize edilmiştir. Lakin sanal âlemden reel âleme geçilirken, kendileriyle irtibatlı olan derin devletin bir kısım uyuyan hücreleri uyandırılmış ve Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı eylemine sevk edilmiş olmalıdır. Benzer hadiselerde de görüldüğü üzere, ‘derin devlet’ Osmanlı’dan bu yana süregelen bir yapı olmasının aksine, bizatihi Osmanlı’dan miras geleneksel yapıyı tasfiye eden ve bu süreçte uluslararası güçlerle irtibatlı olan bir organizasyondur.
Gezi Parkı hadiseleri, evvela çözüm sürecinde devre dışı kalan veya devrede olmayan dış güçlerin ilk planda Almanya ve Amerikan “Neo-con”ları, büyük ihtimalle arkasında da Londra’nın olduğu bir tertip gibi gözükmektedir. Londra zamanımızın Roma’sı gibidir. 19. Yüzyılın politik askerî gücüne, sahip değildir. Lakin küresel egemenliğin merkezî aklının ikamet adresi Londra’dır. İngilizler içiçe oldukları küresel sermaye ve asırlık tecrübe ve ilişkilerine dayanarak, dünyaya nizam verme çabasından vazgeçmemektedirler. Avrupa’nın özellikle de Almanya’nın Alevilikle ilgisi de malumdur. Bu, muhtemelen 2014 veya 2015’e doğru tekrarı olabilecek bir sürecin ilk provası, çok yönlü ve orta vadeli bir operasyondur. Genelde kitle eylemleri bir kez dağıldıktan ya da polis tarafından dağıtıldıktan sonra ikinci bir kez nadiren toplanırlar. Bu Türkiye’de ve dünyada genellikle böyledir. Kaldı ki düzenli orduların da, bozgun başladığında bir daha toparlanmaları oldukça zordur. Bunun Gezi Parkı güzellemeleriyle açıklanabilecek bir tarafı da yoktur. Kitlenin tekrar tekrar toparlanması, muhtemelen dış güçlerle irtibatlı birtakım vazifeli unsurlar marifetiyle olabilmektedir. Hem polisin ve hükümetin hem de eylemcilerin, ısrarla hadisenin içinde provokatörlerin olduğunu söylemesi, bu sebeptendir. Burada suya ‘yol’ yapılmıştır ve su bir kere geçtiği yoldan ikinci defa da geçer. Sadece önümüzdeki 2014-2015 senesine doğru değil, önümüzdeki Ramazan’da da, provokatif bazı eylemlerin gündeme gelmesi mümkün ve muhtemeldir. Hadisenin “duran adam” ve sair eylemlerle sürdürülmesi oldukça suni, iradi ve manipülatiftir. Hadiselerin 27 Mayıs’ta başlaması, kendi başına anlamlıdır. Türkiye ve Mısır arasındaki, yüzyıllık ilişki ve etkileşim de, unutulmamalı, 27 Mayıs ve sonrasındaki darbeci subayların Nasır’a öykünmeleri hatırlanmalıdır. Bu bağlamda Tahrir ile Taksim arasındaki yapısal benzerlik de, tesbit edilmelidir.
Tüm bu gelişmelerle beraber, Taraf Gazetesi’nde Mehmet Baransu’nun gündeme getirdiği, Arşimidis hadisesi de kendi başına önemlidir. Arşimidis olayının Kozakçıoğlu’nun intiharı ile irtibatı var mıdır? Bu da ayrı bir meseledir. Ermeni Tehciri’nin 100. yıldönümüne doğru ekalliyetin kayıp malları talep edilecek midir? Türkiye bu noktada çapraz bir makasa mı alınacaktır? Mehmet Şevket Eygi’nin ‘tereke mafyası’ dediği, 50-60 senelik, (belki de daha eski) oluşum ve süreçler açığa çıkacak mıdır? Bunlar akla gelen sorulardır. Taksim Gezi hadiseleri önümüzdeki bir iki sene içerisinde tekrarlanabilecek bir sürecin ilk provası ise önümüzdeki sene veya bir sonraki sene ülkemiz yerel, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler sürecindeyken aynı anda bir muhtemel iktisadi kriz ile birlikte bu olayların daha yüksek şiddette yeniden ortaya çıkmasının tasarlandığı düşünülmek durumundadır.
Seküler-yapay kutsallar
İstiklal Caddesi ve Taksim Meydanı bir takım sol, anarşizan, feminist ve marjinal gruplar tarafından bir tür doğal varlık ve yaşam alanı olarak algılanmaktadır. Çünkü her kişi ve grubun bir kutsala bağlanması, ontolojik bir zarurettir. Her ne kadar bu gruplar kutsalın varlığını ve lüzumun reddetseler bile bu ontolojik ihtiyaçtan ötürü kendileri seküler ve yapay kutsallar icad edip, onlara bağlanmaktan da kaçınamamaktadırlar. İşte 1 Mayıs için Taksim alanı ve bu son gösterilerde Taksim alanı, İstiklal Caddesi bu grupların bir nevi bu alanı, kutsal alan gibi algıladıklarını gösterir.
Kürt meselesi, PKK ile silahlı çatışmanın çözüm sürecinde, yalnız ve sadece bu noktaya odaklanmakta fayda vardır. Bunun haricinde her ne kadar öyle olmasa da içkiye yasak gibi lanse edilen, bu şekilde manipüle edilen içki düzenlemesi gibi uygulamalara bile belki lüzum yoktur. Bu konuda CHP’nin Kadıköy Belediyesi’nin benzer bir uygulaması olsa da bu böyledir. Daha önemlisi 2013 1 Mayıs’ının Taksim Meydanı’nda kutlanmasına izin verilmemesi bu süreci hazırlayan bir hata gibi gözükmektedir. Her en kadar meydan düzenlemesi yapılmadığı için fiziki şartlar müsait olmasa da bu belirtilir ve ikaz edilir, bununla birlikte 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmasına izin verilebilirdi.
Kitlesel olarak Alevilerin Gezi Parkı eylemlerine katılmasını sağlayan en önemli husus ise 3. Boğaz Köprüsü’ne Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi olmuştur. Burada bir kural hatası yoktur ve fakat bir siyaset hatası vardır. Olayların ilk başında Gezi Parkı’nda bir kaç yüz kişi ve beş on tane çadır varken polisin anlaşılmaz bir şiddette saldırması ve çadırların yakılması da, üzerinde durulması gereken bir diğer husustur.
Diğer cepheden dikkat edilmesi gereken bir husus, Sayın Başbakan’a ön ismiyle Tayyip şeklinde hitap etme alışkanlığının yaygınlaşması, yerleşmesi ve bunun yarattığı sonuçlardır. Geçmişte birbiriyle kavgalı olan, hatta işi silahlı çatışmaya vardıran gruplar dahi kamusal alanda birbirlerine, kaba, argo ve küfür içeren ifadeler kullanmamışlardır. Başbakan’a ön ismiyle ulu orta yaygın olarak sürekli bir kısım medyada ve sosyal medyada hitap edilmesi ve bunun yerleşmesi, sanki insanların bir arkadaşı, öylesine bir adam ve küçük kardeşiymişçesine zihinlerde ve kolektif psikolojide bu şekilde algılanmasına zemin hazırlamıştır. Bu algı ve kavrayış giderek yerleş(tiril)miştir. Burada Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildikten hemen sonra, Başbakan’a, Recep Bey diye hitabetmesi de hatırlanmalıdır. Bu ise bir takım unsurların yönlendirdiği bu eylemlerde Başbakan’a alenen ve adlı adınca hakaret ve küfür edilmesinin psikolojik zeminini oluşturmuştur.
Yapılması gerekenler bağlamında ise şunlar söylenebilir. Sosyal medyadaki yönlendirici, yalan yanlış çarpıtmalar, asparagas haberler deşifre edilmelidir. Alevi-Sünni konusunda derhal bir çalışma başlatılmış olması gayet olumludur. Yalnız bu daha önceki çalışmalardan, Alevi Çalıştayı’ndan farklı olmalıdır. Burada Alevilerdeki ve Sünnilerdeki karşılıklı mevcut olan bir takım önyargıların da üzerine gidilmeli, Sünni cemaat ve topluluklar da ve bunların kimi otoriteleri de Aleviler hakkında muhtemelen maksatlı olarak yayılan bir takım hikâyelerin Ehl-i Sünnet tarafından benimsenmediğini deklare etmelidirler. Tekke ve Zaviyeler Kanunu kaldırılarak, Cemevleri Dergâh statüsünde açılmalıdır. Bu şekilde Cemevlerinin caminin, mescidin muadili olarak algılanması ve kurumsallaşmasının önüne geçilebilir. Ancak bunun hazırlığı dikkatli yapılmalı, kerameti ve icazeti kendinden menkul Meşâyih’in, daha derin mahzurları, gözardı edilmemelidir.
İcad edilen çatışmalar
Modernitenin konsepti, keskin çatışmaların devamı, zayıfsa körüklenmesi, çatışma yoksa icadı üzerine kuruludur. Bu konsepte aykırı hareket edenler, her türlü usulle bertaraf edilmektedir. Dolayısıyla buradaki kutuplaştırma iradesine ve sürecine dikkat edilmeli, özellikle kutuplaşmanın önü alınmalıdır. Çünkü bizim geleneğimiz olan Osmanlı ve benzer tevhidi tanıyan/tevhidden uzaklaşma süreci yaşamayan, O’na tabi olan medeniyetlerde var olan, hoşgörü vs. değil, tevhid tanındığı için çoklu yapıyı tanıma ve neticesi çoğulluk/çoğulculuktur. İlkin, kesret(çokluk) âlemindeki çoklu yapıyı da doğrudan ve doğallığında tanıdığı için çoğulcudur. İkinci olarak, mutlak hakikatin bir kişi ya da topluluğun inhisarında olamayacağını, çünkü yalnız ve ancak Tanrı’nın indinde olduğunu kabul edildiği için çoğulcudur. Doğru mutlak doğru, yanlış mutlak yanlış değildir; izafidir; her ikisi de ‘mutlak hakikate’ bir şekilde ve bir sebeple katılırlar. Demokrasi, çoğulculuk, meselelerine bir de bu açıdan bakmak gerekli ve geliştirici olabilir. Bugün belki de, Medine Vesikası’nın bu bağlamda yeniden tartışılması, geçmiştekinden elzemdir. Kutuplara ayrılmış ve bu kutuplar çatışması üzerinden enerjisi heba edilerek bloke edilen Türkiye’nin yerine, çeşitli kutupların bir istikamet doğrultusunda meczolunduğu hedefleri olan bir Türkiye inşa etmeye, hep birlikte gayret edilmelidir. Bu başarılabilirse, bu operasyon akamete uğratılabilir.
Bu çerçevede,Taksim Meydanı’nın yeniden düzenleme neticesinde, bir bölümü bir tür Londra Hyde Park gibi de ele alınabilir. Modern, daha doğrusu Post-modern çağda, İstanbul gibi büyük ve kozmopolit bir dünya şehrinde bu tür bir yer de lüzumludur. Bu diğer bazı şehir meydanlarında da olabilir. Tüm bunları ülkemize yönelen ve hedeflerinden sadece biri AK Parti hükümeti ve iktidarı olan bu ciddi operasyona karşı alınabilecek ve alınması gereken beklenmedik bir karşı hamle olarak düşünmek mümkündür. Gezi Parkı direniş ve destekçilerini İstanbul’a sahip çıkmaya davet bağlamında, Kurtuluş semtinin eski ismi Tatavla’nın iadesi de, düşünülebilir.