Kıbrıs meselesinin çözümsüzlüğü, tarafların birbirlerine güvenmemelerinden kaynaklanıyor. Bu durum, tarafların müzakere masasına “kim kazanacak, kim kaybedecek” yaklaşımıyla oturmalarına sebep oluyor. Bu nedenle müzakerelerde karşılıklı kazanç sağlayacak iş birliği modellerinin geliştirilmesi gerekiyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Tatar, geçen haftaki görüşmelerde Rum tarafına Kıbrıs İş Birliği Konseyi adıyla yeni bir yapının oluşturulmasını teklif etti. Ancak Rum muhatabı Türk tarafına fayda sağlayabileceği kaygısıyla bu teklife olumlu yanıt vermedi.
Dr. Hacı Mehmet Boyraz/ İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Görevlisi
60 yıldan fazla süredir uluslararası gündemi meşgul eden Kıbrıs meselesinin çözümüne dair 17-18 Mart 2025 tarihleri arasında yeni bir toplantı gerçekleştirildi. Kıbrıs meselesinin asli tarafları olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis'in yanı sıra garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin sorumlu bakanları Cenevre'de gayri resmi formatta bir araya geldi. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres'in himayesinde gerçekleşen iki günlük zirvenin amacı, Kıbrıs meselesine yönelik çözüm arayışlarına yeni bir zemin oluşturmak ve taraflar arasında görüş alışverişinde bulunmaktı. Ancak daha öncekilerde olduğu gibi Rum-Yunan tarafının ben merkezli yaklaşımlarından ötürü bu görüşmelerden de hiçbir olumlu sonuç elde edilemedi. Böylece bir müzakere süreci daha başarısız oldu.
Ontolojik güvenlik kaygısı
Kimin haklı kimin haksız olduğu tartışması bir yana Kıbrıs meselesinin bunca zamandır çözülememesinin temel nedeni, tarafların paranoyak düşüncelerinden kaynaklanıyor. Zira taraflar, korku ve endişeye dayalı düşünceler nedeniyle kendi varlıklarını ve kimliklerini sürekli tehdit altında hissediyor. Bu nedenle aleyhlerine oluşabilecek bir duruma karşılık statükonun korunmasını kendi ontolojik güvenlikleri açısından nispeten daha avantajlı görüyorlar.
Öte yandan tarihin akışı gösteriyor ki Kıbrıs'ta iki toplum arasındaki gerilim, Ada'daki Osmanlı egemenliğinin zayıflamasına ve İngiliz egemenliğinin güçlenmesine paralel olarak artış gösterdi. Burada İngiltere'nin sömürge amacıyla gittiği coğrafyaları istikrarsız hale getirerek egemenliğini tahkim ettiğini unutmamak gerekiyor. Nitekim arşiv belgelerine göre Ada'nın İngilizlere kiralandığı 1878 öncesinde yani Osmanlı hakimiyeti altında Kıbrıs Adası'nda neredeyse asayiş problemi bile yoktu. İngilizler Ada'ya geldikten sonraysa "böl ve yönet" politikası izledikleri için Ada'daki iki toplum kısa zamanda kanlı bıçaklı hale geldi. Dolayısıyla günümüzde bir kördüğümü andıran Kıbrıs meselesinin kendi başına bir "mesele" olmasının asli faili sömürgeci İngilizlerdir.
Sıfır toplamlı bir oyun
Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında neredeyse 1,5 asra dayanan ontolojik güvensizlik hali, barışın inşasına yönelik görüşmelerde kendini sürekli hissettiriyor. Zira taraflar olası kayıplarını peşinen diğer tarafın kazancı olarak algıladıkları için uzun yıllara dayanan siyasi tutumlarını değiştirmeye yönelik somut bir adım atamıyor. Yani müzakerelerin sürekli başarısız olması, taraflar arasındaki görüşmelerin sıfır toplamlı bir oyun (zero-sum game) dinamiği içinde sürdürülmesine dayanıyor.
Oyun teorisinde sıfır toplamlı oyun, bir tarafın kazancının diğer tarafın eşit miktarda kaybına yol açtığı durumları ifade eder. Basit bir yaklaşımla "ben kazanayım, o kaybetsin" mantığıyla bir kazanan bir kaybeden olduğu için günün sonunda "sıfıra sıfır elde var sıfır" sonucu ortaya çıkar. Kıbrıs meselesinde de tarafların yaklaşımları taban tabana zıt durumdadır ve karşı tarafa herhangi bir taviz verme eylemi uzun vadede doğurabileceği siyasi ve ekonomik maliyetler nedeniyle çoğunlukla reddedilir. Geçen haftaki görüşmeleri de kilitleyen üç temel konu, bu duruma güzel birer örnek teşkil ediyor.
Kimin çözümü?
Kıbrıs müzakerelerinde en büyük anlaşmazlıklardan biri çözüm modeliyle ilgilidir. Rum-Yunan tarafı, Kıbrıs meselesinde uzun yıllar hâkim paradigma olan federasyon modelinde ısrar ediyor ve bu modelin Ada için tek gerçekçi çözüm olduğunu savunuyor. Türk tarafı ise en son 2017'de İsviçre'de gerçekleştirilen geniş kapsamlı müzakerelerden sonra federasyon modelinde ısrar etmenin artık "kabak tadı" verdiğini ve Ada'nın geleceği için yeni bir paradigmaya ihtiyaç olduğunu dile getiriyor. Bu kapsamda Türk tarafı resmi olarak 2019'dan beri çözüm için iki devletli modeli savunuyor. Dolayısıyla meselenin hangi model ekseninde çözüleceği konusunda bir orta yol bulunmuyor ve diğer tüm durumlar sabitken (ceteris paribus) bu yolun bulunması mümkün görünmüyor.
Bu durumda Rum-Yunan tarafı açısından KKTC'nin egemenliğini tanımak ulusal bir statü kaybı olarak yorumlanırken Türk tarafı açısından federasyon modeli Kıbrıs Türk halkının siyasi egemenliğinin kaybolması anlamına geliyor. Yani KKTC'nin egemenliğinin tanınması Rum tarafı için statü kaybı, federasyon modeli ise Türk tarafı için egemenlik kaybı anlamına geliyor. Her halükârda bu durumlar sıfır toplamlı bir denklem yaratıyor. Nitekim hatırlanacağı üzere 2004 Annan referandumunda Türk tarafı BM'nin öngördüğü federasyon temelli çözüm modeline destek vermiş, Rum tarafı ise planı reddetmişti. Bu reddin temelinde ise ilgili planın Kıbrıs Türklerini siyasi bakımdan Rumlarla eşit statüye taşıyacağı ve Rumların Ada'daki egemenliğine zarar vereceği endişesi yatıyordu.
Güvenlik ve garantörlük
1959'da imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmalarıyla kurulan mevcut garantörlük sistemi; Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık'ın Ada üzerindeki güvenlik ve siyasi dengelerde rol oynamasına imkân sağlıyor. Nitekim Türkiye bu hak sayesinde 1974'te Kıbrıs'a bir barış harekâtı düzenleyebildi. Konuyla ilgili Rum-Yunan tarafı, garantörlük haklarının ve Türkiye'nin Ada'daki askeri varlığının son bulmasını talep ediyor. Türk tarafı ise Aralık 1963'te EOKA'lı teröristlerce Türklere uygulanan katliamlara referansla Kıbrıs Türk halkının can ve mal güvenliği için haklı olarak bu fikre karşı çıkıyor. Yani kurda kuzu emanet etmek istemiyor. Dolayısıyla güvenlik ve garantörlük konuları da kendi içinde sıfır toplamlı bir oyun dinamiği barındırıyor. Zira Türkiye'nin garantörlük rolünden vazgeçmesi Rum-Yunan tarafı için stratejik bir kazanım, Türk tarafı için stratejik bir kayıp oluyor. Tersine garantörlüğün devam ettiği bir çözüm modelinin benimsenmesi ise Türk tarafı için kazanç ve Rum-Yunan tarafı için kayıp manasına geliyor.
Bu arada Ada'daki askeri varlık konusunda önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak lazım. Rumlar, Türkiye'nin Kıbrıs'taki askeri varlığına karşı çıkarken İngiltere'nin Ada'nın güneyindeki askeri varlığına ve iki üssüne hiç ses çıkarmıyor. Dahası GKRY, Kıbrıs'ta yabancı ülkelerin askeri üslerine karşı olduğunu sürekli dile getirmesine rağmen sırf Türkiye'ye karşı bir dış dengeleme unsuru oluşturabilmek için yakın zamanda Fransa ve ABD'ye askeri üs vermekten geri durmadı. Bu durum, Rumların siyasi açıdan ikiyüzlü bir tutum içerisinde olduğunu yeterince ortaya koyuyor.
Doğu Akdeniz faktörü
2010'lu yıllarda Doğu Akdeniz'de keşfedilen hidrokarbon rezervleri, Kıbrıs meselesinin çözümsüzlüğüne yeni bir boyut ekledi. GKRY, Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanlarını kendi başına belirleyerek ve bölgedeki rezervlerin tespiti ve sondajı için uluslararası enerji şirketleriyle yine kendi başına anlaşmalar yaparak bu kaynakları tek taraflı olarak kullanmaya çalışıyor. Türk tarafı ise Kıbrıs Türk halkının bu kaynaklar üzerinde eşit haklara sahip olduğunu savunarak iş birlikleri teklif ediyor. Ancak bu teklifler kabul edilmediği için mecburen bölgede kendi çalışmalarını yürütüyor.
Dahası Türkiye, 2018'de yaşanan somut bir olayda da görüldüğü üzere Rumlardan aldıkları tek taraflı izinlerle KKTC'nin deniz yetki alanları içerisinde faaliyet göstermeye yeltenen enerji şirketlerinin gemilerine izin vermiyor ve bunlara karşı askeri unsurlarını kullanmaktan çekinmiyor. Tarafların bu konudaki pozisyonları da enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda sıfır toplamlı bir oyun dinamiği yaratıyor çünkü boyutu fark etmeksizin bir tarafın enerji kaynakları üzerinde daha fazla söz sahibi olması, diğer tarafın stratejik kaybı olarak kabul ediliyor. Bu da ideal bir dengede buluşarak kaynakları birlikte değerlendirmeyi ve daha fazla kazanç elde etmeyi zorlaştırıyor.
Görüldüğü üzere Kıbrıs meselesinin çözümsüzlüğü, tarafların birbirlerine güvenmemelerinden kaynaklanıyor. Bu durum, tarafların müzakere masasına "kim kazanacak, kim kaybedecek" yaklaşımıyla oturmalarına sebep oluyor. Bu nedenle müzakerelerde gerçekçi bir ilerleme kaydedilebilmesi için taraflar arasındaki güven artırıcı eylemlerin artırılması ve karşılıklı kazanç (win-win) sağlayacak iş birliği modellerinin geliştirilmesi gerekiyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Tatar, geçen haftaki görüşmelerde Rum tarafına Kıbrıs İş Birliği Konseyi adıyla yeni bir yapının oluşturulmasını teklif etti. Ancak Rum muhatabı Türk tarafına fayda sağlayabileceği kaygısıyla bu teklife olumlu yanıt vermedi. Hal böyleyken Kıbrıs meselesinin uzun bir süre daha uluslararası gündemi meşgul edeceği konusunda şüphe bulunmuyor.