Kendi halkına kör, dünyaya sağır

Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
28.01.2025

Akademik körlüğe neden olan; varlık (doğanın ve toplumun) bilgisinden, nefs (kendi kişiliğinin ve kültürünün) bilgisinden ve vahiy (evrenin ve yaratılmanın) bilgisinden mahrum kalmaktır.


Kendi halkına kör, dünyaya sağır

Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar

1990'larda Konya Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğrenciyken zaman zaman bölüm hocaları ile "ülke meselelerini" konuşur, tartışırdık. Çoğu zaman hocalarımız da ülke ve dünya meselelerine kafa yoran biz öğrencileri odalarına davet eder, ders dışında da bahse konuları konuşur ve çok önemli tavsiyelerde bulunurlardı. Kendi adıma belirtmeliyim ki son derece verimli geçen bir zaman dilimiydi. Sosyoloji bölümünün olduğu koridorda Doğu Dilleri bölümleri olan Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı ve Urdu Dili ve edebiyatı bölümleri de vardı. Doğal olarak tartışma konularımız bu dillerin konuşulduğu ülkeleri de içeriyordu. Aynı koridorda olan bu bölümlerin hocaları ile de bazen selamlaşır davetsiz birer misafir olarak odalarına girer ve merak ettiğimiz konulara ilişkin sorular sorardık. Benim en çok uğradığım hocalardan birisi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarından o zaman yardımcı doçent, şimdi profesör olan kadim dostum Kazım Ürün idi.

Kendisi ile hem ülke meselelerini hem İslam dünyasını hem de Arap coğrafyasını konuşur tartışırdık. Çoğu zaman onun akademik çalışmalarını sabote ettiğimi düşünürdüm. Ancak yine de o dönemde Arap-İslam dünyasında meydana gelen gelişmeleri ve tartışmaları takip etme merakıma hep yenik düşerdim ve hocanın kapısını çalardım. Zarif bir nezaketle ağırlardı. Üstelik ikimiz de aynı akvaryumun (Milli Görüş) balığıydık. Bölüm açıktı ancak öğrencileri yoktu. Bir gün kendisine niçin öğrenci almadıklarını sorduğumda, bütün işlemleri tamamladıklarını ancak Milli Güvenlik Kurulundan izin beklediklerini söyledi. Askeri vesayetin her kuruma nüfuz ettiğini biliyordum ama bir üniversitede, bir "dil" bölümünün açılmasını bile kendisine vazife ettiğini irkilerek öğrendim. Aynı durum Fars Dili için de geçerliydi, onun da açılması Milli Güvenlik Kurulunun iznine tabiydi. Konya'da, devletin resmi ideolojisinin meşru gördüğü tek din büyüğünün memleketinde, onun bütün eserlerinin yazıldığı dilin (Farsça) öğrenilmesini bile izne bağlayan bir zihniyet vardı.

Akademi kendi bölgesine yabancıydı

2000 yılında Diyarbakır Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümüne yardımcı doçent olarak atandığımda da ilk fark ettiğim şey, o üniversitede Kürt meselesi, terör, terörizm, etnisite, milliyetçilik, faşizm, kan davaları, namus cinayetleri ve hatta şehrin sıradan sayılabilecek kentleşme sorunlarının dahi bahse konu edilmemiş, akademinin bu alanlarla nerdeyse hiç ilgilenmemiş olmasıydı. Münferit olarak bu konuları kendisine dert edinen özellikle de Hukuk Fakültesindeki çok kıymetli akademik çalışmaları olan değerli meslektaşlarımı tenzih ederek söylemek isterim ki orada kurulan üniversiteye bölgesel sorunlarla ilgilenme görevi değil, "bölgeyi ehlileştirme" görevi verilmişti sanki.

Akademinin bulunduğu ortamdaki toplumsal yapıya ilişkin durumunu özetleyen en ilginç deneyimim ise, bir üniversitedeki Alevi-Bektaşi Araştırma Enstitüsü Müdürlüğüne, Alevilerden haz etmediğini açıkça söylemekten çekinmeyen bir akademisyenin atanmış olmasıydı.

'Bin yıldır birlikte yaşıyoruz'

Bu yazının amacı akademinin içinde bulunduğu vahametten bahsetmek değil, ülkemizin karşı karşıya kaldığı sorunlara yönelik tutuma işaret etmektir. Düşünün her siyasi nutukta "bin yıldır birlikte yaşıyoruz" denilen sosyolojiye ilişkin bilgilenmeler veya düşünceler sadece güvenlik güçlerinden veya siyasi partilerin seçim beyannamelerinden elde edilen bilgiler üzerinden şekillenmektedir.

Denilebilir ki bugüne kadar ülke yönetiminde söz sahibi olan aktörlerin çok azı yönettikleri sosyolojinin derinliklerinin farkındaydılar. Klasik ulusalcı aktörlerin zaten halkı tanımak gibi bir dertleri olmadı. Sağ muhafazakârlar da her sorunu "kardeşlik" paydasında gördüler. Bu konuda belki de en çarpıcı örnek MHP ile DEM heyeti arasındaki görüşmelerde yaşandı. Malum o görüşmede sn. Dr. Devlet Bahçeli, Kürt meselesine ilişkin tutumunu şekillendiren asıl bilgiyi büyük yazar ve edebiyatçı Muhsin Kızılkaya'nın "Bir Dil Niçin Kanar" adlı kitabından edindiğini söylemişti.

Bin yıl birlikte yaşadığımız ve bütün tarihi geçmişleri bizim arşivimizde olan coğrafyalarda konuşulan bir dilin öğrenilmesinin özel izne tabi olduğu bir ülkeydik biz. Hatta Arap Dili ve Edebiyatı ile Fars Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretim üyelerinin, kendi alanlarındaki bilgi ve görgülerini arttırmak için bu dillerin konuşulduğu ülkelere yaptıkları seyahatler dolayısıyla tahkikata uğradıklarına şahit olduk.

MİT Müsteşarı iken sn. Hakan Fidan, Yüksek Öğretim Kurumunda üniversite rektörlerine bir konferans vermişti. Oradaki konuşmasının özeti şuydu; operasyon yapmak istediğim bölgelerle ilgili bilgileri büyük oranda yabancı kaynaklardan okumak zorundayım demişti. Başımı öne eğerek dinlemiştim kendisini. O günlerde Suriye krizi yeni patlak vermişti, buradaki güvenlik sorununu çözmek için nasıl çabaladığını ve bilginin onun için ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalıştı.

Düşünün altı yüzyıl birlikte yaşadığımız, hatta bu süre zarfında bizim yönetimimizde olan bir ülkenin sosyolojisini Paris Arap Araştırmaları Enstitüsünden öğreniyoruz. Ama bin kilometre sınırımız olduğunu muhtemelen herkes biliyor. Keza Kürtler için de aynı durum söz konusu. Sadece "bin yıldır birlikte yaşadığımızı" biliyoruz. Bu bilgi birlikte yaşamanın alt yapısını tesis edecek bir zemin değil artık maalesef. Sadece sloganlarla ve hamasetle birlikte yaşanabileceğine ilişkin sosyoloji ilmi bugüne kadar hiçbir teori geliştirmedi ve hiçbir örnek de göstermedi.

Lal bırakılmış bir sosyoloji

Kürtlerle ilgili ne yazılan var ne de yazılanın takip edilip okunması. Kadim dostum, seydam Vahdettin İnce'nin bölge sosyolojini anlattığı Kürdinsan adlı çalışmasından başka şunun şırasında Kürtlerin gündelik hayat sosyolojisine ilişkin kaç çalışma var koca ülkede? Onun satırlarında bir kavmin duyguları gizliydi, bir coğrafyanın acıları ve sevinçleri yaşıyordu. Lal bırakılmış bir sosyolojinin sesi yankılanıyordu her kelimesinde. Kaç kişi Muhsin'in bu konuya ilişkin yazdıklarını okudu veya okuyor?

Türkiye çok uzun yıllar boyunca yabancısı olduğu bir sorunu yabancısı olduğu bir yöntem ile ve yabancısı olduğu bir zeminde çözmeye çabaladı ve doğal olarak başaramadı.

İlk kez AK Parti bu konuyu asıl bağlamına oturtma girişiminde bulundu ve bana sorarsanız da işin büyük kısmını başardı. Şimdi Devlet Bahçeli bu zeminin üzerinden yürüyebiliyor. Unutulmasın ki Kürt meselesinin meşru ve makul bir zeminde konuşulmasını sağlayan Recep Tayyip Erdoğan'dır. Bu meselenin meşru zemine oturtulmasından rahatsız olan PKK ve bileşenleri tarihlerinde hiç kimseye Erdoğan kadar düşmanlık etmediler.

AK Parti'den önce "Kürtler" bile denilemezdi, Güneydoğu'daki "etnik yapı" veya "sosyolojik azınlık" gibi isimlendirmeler yapılırdı. Oysa bugün gerek yayın hayatında gerekse de akademik çevrelerde bu konu rahatlıkla konuşabiliyor ve tartışılıyor. Bu iklim sorunun çözümü için çok uygun bir alt yapı oluşturmaktadır. AK Parti iktidarından önce Kürt meselesinin üst başlıkları sadece terör, geri kalmışlık, eğitimsizlik ve feodalite gibi ilgisiz ve alakasız kavramlardı. Ama şimdi artık temel insani değerlerdir ve hiç kimse bu zeminden kaçamaz. Fakat buna rağmen konu hala bireysel çabalarla ifade edilmektedir maalesef. Kendimi de dahil ederek ve utanarak söylemeliyim ki bizim akademi, bölgenin sosyolojisine ilişkin ufuk açıcı bir vizyon önümüze koyamadı şimdiye kadar. Terörün bitmesi ile bu yolun açılacağını ve o zaman daha derinlikli tartışmaların olacağını umuyorum. Belki bundan sonra Kürtlerin hafızasında ülkenin, coğrafyanın, mülkiyetin, namusun ve ailenin ne demek olduğunu tarif eden daha çok metinlere rastlarız.

Söz gelimi biz Urfalılar için Suriye ile aramızdaki "mayınlı sınır", iki ülkeyi ayıran bir çizgi değildir. Aşiretleri ikiye bölen bir "hattır". Ailelerin Suriye tarafında kalanlarına da hattın altındakiler deriz. Urfalılar için Suriye "yabancı/öteki" bir ülke değildir. Ta İstiklal Savaşı'ndan bu yana zorda kalanların bir sığınağıydı. Şeyh Said Efendi hadisesinden sonra yeni yönetimin onlara edebileceği zorbalıklardan kaçıp gidenler de var, mahkum olup oraya kaçanlar da. Politik bir gaye için gidenler de vardı örgüt kurmak için gidenler de. Sosyalizmi deneyimlemek için gidenler de vardı şeri ilimleri tahsil etmek için de. Zira tüm sınır boyunca oradakilerle hem akrabayız hem de tanışız. Suriye topraklarında kimin hüküm sürdüğünden bağımsız olarak orası bizim de vatanımızdır. Zaten Türkiye'de yaşayan Kürtlerin neredeyse tamamı, çevre ülkelerdeki diğer Kürtlerle sadece aynı etnik kökenden geldiğini, aynı dili konuştuğunu düşünmez, aynı zamanda onlarla yakın akraba olduğunu düşünür ve dahi onları kendi ailesinden birisi olarak görür. Her bir coğrafyadaki "akrabalarını" yakından takip eder ve onların herhangi bir başarısı ile de inanılmaz bir şekilde gurur duyar. Sn. Mesut Barzani'nin Irak'ta elde ettiği statü, benim tanıdığım milliyetçi olsun veya olmasın her bir Kürt için büyük bir gurur kaynağıdır. Oradan bahsedilirken insanların göğsünün kabardığını gördüm.

Eğer Türkiye buradaki Kürt meselesini çözecekse ilk iş olarak onların hissiyatlarını ve psikolojilerini tanımakla işe başlamalıdır. Zira tanımadığın birisi ile sağlıklı bir birliktelik zeminini tesis edemeyeceğini bilmek zorundasın. Kaldı ki modern dünyada farklılıkların birlikte yaşamasının ilk şartı zaten "kabul ve tanımadır."

Memnuniyetle belirtmek gerekir ki ülkemizde var olan sorun, batı Avrupa ülkelerindeki gibi derin sosyolojik krizler içermiyor, büyük etnik düşmanlıklara dönüşmüyor. Keskin çizgilerle ayrıştırılabilir bir coğrafya veya bir sosyoloji değil burası.

Geleneksel dönemlerde birlikte yaşamayı sağlayan ortak payda olan din, yani ümmet bilinci ya da kültür ve kader birliği gibi soyut değerlerdi. Ancak günümüzde ortak payda ulusçuluk veya hukuktur. Ulusçuluk çoğulcu ülkelere kalıcı bir kaos getirdi. Farklılıkları egemen ulusun kültür kodları paydasında buluşturmak bir çıkmaza girdi ve bu sistem, özellikle gelişmiş ülkelerde yerini "hukuk devletine" bıraktı.

Çarpıcı bir örnek araştırma

Esasında ulusçuluk ve ırkçılığa dair çok çarpıcı örnek bir araştırma-çalışma var. ABD'de ırk ayrımcılığının zirvede olduğu bir dönemde bir gazeteci tebdili kıyafet ülkenin yabancı düşmanlığı ile bilinen, Louisiana, Mississippi, Alabama, Arkansas ve Georgia eyaletlerinde uzun bir yolculuğa çıkar ve gözlemlerini ve anılarını "Black Like Me" adlı bir kitapta yayınlar. John Howard Griffin, tıpkı bir siyahi gibi görünmek için aksan dersleri de dahil olmak üzere, uzun bir süre özel bir diyet uygular, ultraviyole ışınları ile ten rengini değiştirme seanslarına katılır, cilt rengini değiştiren ilaçlar alır ve nihayetinde en yakınlarının bile onu tanıyamadığı kalıcı bir makyaj yaparak bu yolculuğa çıkar. Siyahların arasına karışmak için kendisinden yardım istediği siyahi arkadaşı bile onu ilk önce tanıyamaz.

Griffin siyahlarla uzun bir zaman geçirdi ve Katolik kilisesi de dahil bütün kurumlarda nasıl bir ayrımcılığın ve ötekileştirmenin var olduğunu en ince detaylarına kadar gözlemledi ve not aldı ve bizzat bu ayrımcılıkları yaşadı.

Yolculuğunun sonunda kendisini bir otel odasına kapattı, üç-beş gün güneşe hiç çıkmadı, makyajını sildi ve cilt koyulaştırma ilaçlarını kesti. Otelden bir beyaz olarak çıkıp birkaç gün önce birlikte olduğu beyazların kendisine ne kadar içten ve samimi davrandıklarını hayretle gördü.

Griffin'in kitabı büyük bir yankı uyandırdı. Kitap, hem ırk ayrımcılığını hem de ırkçılığı anlamayı sağlayan önemli bir başyapıt haline geldi. Daha sonra bu kitaptan mülhem bir film de yapıldı. Bu çalışma esasında faşizmi ve ötekileştirmeyi anlamaya yardımcı oldu ama aynı zamanda ırkçıların da tepkisini çekti. Bir yolculuk esnasında patlayan lastiğini tamir etmek için araçtan indiği esnada Griffin, bir grup Texaslı faşistin taşlı-sopalı saldırısına uğradı ve ölümden döndü.

Türkiye, uzun bir süredir kendilerinin ötekileştirdiğini iddia eden büyük bir kitle ile birlikte yaşıyor. "Sahiden böyle bir konu var mı yok mu?" diye ne yazık ki bir çalışma yapılmadı. Hatta kişisel olarak ben ömrümde, evlilikten doğan birlikteliklerin neden olduğu zorunluluktan başka herhangi bir gerekçe ile Kürtçe öğrenen tek bir kişiye bile rastlamadım. Kürt meselesini araştırırken Kürtçe öğrenmiş bir akademisyene, bölgenin özgün müziğine veya kültürüne ilgi duyarken Kürtçe öğrenmiş bir sanatçıya, hatta bölgede terörle mücadele ederken dahi buradaki sosyolojiyi bizzat tanımak adına yürüttüğü çalışmaların hatırına dahi Kürtçe öğrenen hiç kimse görmedim, bilmiyorum. Oysa sırf Kürt müziğine duyduğu ilginin hatırına Kürtçe öğrenen kaç yabancı sanatçı biliyorum ben.

Türkiye'deki milletlerin ortak paydası olan "din" ne yazık ki bir hayli aşındı. Maalesef iş bu eksenden çıktı artık. En evrensel ortak payda olan "vahiy" ne var ki modernleşme ile birlikte buharlaştı. Sosyal Medya soytarılarının bile vahiye dil uzatabildiği bir dünyadayız. Bugün, birlikte yaşamak için elde kalan en makul ortak payda ise sadece hukuktur. Hukuki ortak paydanın tesisi için de tanıma ve kabul etme sürecinin başlaması lazım. Türkiye'deki kamuoyunun çoğunluğu ve kamu otoritesi henüz "ötekiyi" tanıma ve kabul etme aşamasına gelmiş değiller. Bunun ilk aşaması ise empati kurmaktır. Bana göre Devlet beyin başlattığı süreci de esasında bu çerçevede görmek gerekir ki, yukarda anılan görüşmede konuya Muhsin Kızılkaya'nın çizdiği çerçeveden daha önce hiç bakmadığını ifade etmiş olması da buna işaret eder.

Ez cümle ülkedeki entelektüel körlük ülkenin tüm geleceğini karartacak boyutlara ulaşmaya başladı maalesef. Bu körlüğe neden olan ise varlık (doğanın ve toplumun) bilgisinden, nefs (kendi kişiliğinin ve kültürünün) bilgisinden ve vahiy (evrenin ve yaratılmanın) bilgisinden mahrum kalmaktır. Gözümüzü açacak bilgilere ulaşmayı kendimize hedef olarak belirlemek zorundayız yoksa gün bitecek...