Türk modernleşmesinin en az iki yüz yıla yayılan ve yeni Cumhuriyet ile radikal modernleşmeye evrilen süreci sonucunda din ve kültür etrafında yaşanan çatışmalar, günümüzde de varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bugün için gelinen noktada yapılması gereken, Türkiye'nin değer merkezli kendi kurucu mitini, ideolojisini oluşturmasıdır.
Prof. Dr. Mustafa Kemal Şan / Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Her devlet kurucu bir mit'e dayanmak zorundadır. Bu mit olmadan farklılaşmış bir toplumu ayakta tutmanız çok zordur. Dünyadaki farklı deneyimlere baktığımızda söz gelimi bu mit, Amerika Birleşik Devletlerinde Founding Fathers denilen bir dizi büyük kurucu isim etrafında e pluribus unum (çokta tek) prensibi çerçevesinde bir melting pot/eritme potası olarak ortaya konmuştur. Amerikan parasının üzerinde Washington, Franklin, Lincoln, Jefferson, Hamilton gibi isimlerin resimlerini bulabilirsiniz. Sıradan bir Amerikan devlet dairesinde bu isimlerin hepsinin boy boy fotoğraflarına, kamusal mekanlarda heykellerine tanık olabilirsiniz. Washington D.C.'deki anıtlarda bu isimlere ayrılmış özel mekanlar bulunmaktadır. Sırplar için kurucu mit 1389 Kosova Savaşı mağlubiyetidir. Bir Sırp için bu savaşın adını anmak bile derinlere gömülmüş olan bu travmanın depreşmesine izin verir. Bir Yahudi için binlerce yıl önce yaşadıkları sürgün ve diaspora kurucu miti ortaya koyar.
Tek adam kültü
Bütün bu seçilmiş travma örneklerinde olduğu gibi biz Türklerin de tarih içerisinde yaşadığımız farklı seçilmiş travmaları bulunmaktadır. Bu travmaların kanaatimizce en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu'nun kaybıdır. Osmanlı İmparatorluğu Türkleri tarih içerisinde hiç olmadığı kadar önemli bir role taşımış, Endüstri Devrimi öncesi son dünya egemenliği modeli olarak ortaya çıkmış çok büyük bir başarıdır. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti işte bu travmanın gölgesinde kurulabildi. Ancak bu Devlet kurulurken 1920'li yıllarda sağlanmış toplumsal mutabakattan vazgeçilerek tek adam kültü üzerinden bir devlet inşası girişiminde bulunuldu. İhtiyaç duyulan kurucu ilke tarihi köklerde aranacak yerde dahası Osmanlı ve İslam kimliklerinin reddi nedeniyle lider kültü etrafında bir konsensüs sağlanmak yoluna gidildi. Böylece bu mit bizde Kemalizm ya da Atatürkçülük kültü etrafında somutlaştı.
Yukarıdan modernleşme
Bizi diğer kurucu mitlerden ayıran temel unsur toplumu değerler etrafında birleştirecek bir mit inşa etmek yerine bunu tek adam üzerinden yapmış olmamızdır. Toplumsal mutabakata dayanmayan bu mit'in geniş toplum kesimlerine benimsetilmesi için de her türlü jakobence yöntem ve baskı uygulamasına tanık olunarak topum yukarıdan modernleşme dediğimiz bir biçime dönüştürülmeye çalışıldı.
Türkiye'nin geçirmiş olduğu modernleşmeyi müstesna kılan temel unsur Batı modernliğini kolonyal güçlerin dayatması olmadan kendi iradesiyle bile isteye almış olmasında yatmaktadır. Türkiye bir taraftan Batılı kolonyal güçlerden kendisini uzak tutacak bir mevzi çatışmadan sonra yine onlarla masaya oturarak kendisine açılan yaşama alanında minimal bir devlete sahip olabildi. Ancak Batılı güçlerle sürdürülen kısa mücadelenin ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İslam dünyasında başka hiçbir ülkenin içinden geçmediği bir şekilde adeta sömürge yönetimi altına girmeden, bir sömürge yönetiminden beklenebilecek adımları peşi sıra atmaya başladı. Bu olup bitene self-kolonizasyon demekte bir beis görmüyorum. Bu adımların Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadrolara dünya sistemi tarafından mı dayatıldığı yoksa zaten bu kadroların kendi özgür iradeleri ile mi bu adımları attıkları hususu hala tartışılmaya değer bir konudur. Bu konuda çok farklı cephelerden açıklamalara tanık olmaktayız. Bu kısa yazı içinde bu meseleyi derinlemesine ele almayı uygun bulmuyoruz. Ancak şu kadarını ifade edebilmek mümkündür ki Türkiye Cumhuriyeti dünya sistemi ile yaptığı Lozan Mutabakatı'nda panislamizm, panturanizm ve sosyalizme bulaşmayacak tarzda bir devlet modeli kurması konusunda bir dayatma altında olduğu yapıp edilen politikalardan çıkarılabilir.
İkinci bir medeniyet yok mu?
Bu süreç sonucunda Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten kadrolar 1924 yılından itibaren bin yıllık kökleşmiş toplumsal kurum ve değerler sistemi ile hesaplaşma içine girdiler. Bu değerler sisteminin en son taşıyıcı kirişi Osmanlı olduğu için en çok tartışma ve kopuş Osmanlı kimliği ile oldu. Cumhuriyet'in kendi varlığını ikame edebilmek için elbette Osmanlı kimliği ile kendi arasına bir mesafe koyması anlaşılır bir durumdur. Ancak bizde olan bunun çok ötesinde bir boyuta taşınmıştır. Türk Tarih Tezleri ve Güneş Dil Teorileri ile adeta Türklüğe Osmanlı ile hiç buluşmayacak bir tarih ve kimlik inşası girişiminde bulunuldu. Çoğu şekilden ibaret kalan bir dizi devrim kanunları ile kılık kıyafet, gündelik hayat ve âdâbı-muaşerete taalluk eden birtakım kanunlar Fransa, İsviçre, İtalya, Almanya gibi ülkelerden alınırken bu durum medeniyetin alınması olarak topluma lanse edildi. Cumhuriyet siyasasının görünürdeki hedefi – aslında ütopyası – muasır medeniyetler seviyesine çıkmaktı. Bu sebeple Avrupa medeniyeti çağın en zirve medeniyeti olduğuna göre bu medeniyetin her şeyi ile alınması yoluna gidildi. Oysaki Türk Devriminin en önemli fikir babası olan Ziya Gökalp'e göre kültür ve medeniyet birbiri ile iç içe geçemeyecek kadar farklı anlamlara sahip kavramlardı. Gökalp'in bu düalist Batı algısının Kemalist modernleşme için hiçbir şey ifade etmediği çok açıktı. Daha ikinci Meşrutiyet yıllarında radikal pozitivist Abdullah Cevdet'in ifade ettiği şekliyle "ikinci bir medeniyet yoktur; medeniyet Avrupa medeniyetidir" anlayışı ancak Cumhuriyet rejiminin ilanı ile uygulama sahasına kavuşabildi.
Trajik bir başarı
Böylelikle yeni modernleşme hareketinin temel çıkış noktası kültürün değiştirilmesinde somutlaştı. Kültürün değiştirilerek yerine başka bir uygarlık ekseninin irfan ve estetik anlayışı ile yoğrulmuş bir yabancı kültürü kendi öz malınız yapmak için çok uzun bir zamana ihtiyacınız vardır. Kültür değişmeleri süreçlerini Türkiye'de ilk defa derinlemesine inceleyen Mümtaz Turhan bu değişim süreçlerinin analizini kitabında uzun uzun yapmakta, serbest ve mecburi olarak bu değişimi birbirinden ayırmaktadır. Cumhuriyet kadrolarının uzun vadeye yayılacak bir kültür değişmesini bekleyecek kadar zamanları yoktu. Onlar bir anda, adeta kimyasal bir tepkime gibi bu değişimin bir gecede olup bitmesini murad etmişlerdi. Nitekim Osmanlı modernleşmesinin seçkin kadrolarının, Alaturka ile Alafrangayı yan yana, bir arada yaşatarak evrimsel bir süreç sonucunda hedeflediği kültürel değişime ulaşma anlayışı Cumhuriyet kadrolarınca başarısız bulunmuştur. Osmanlı modernleşmesi toplumda düalitelerin yaşatılmasına, Doğu ile Batı'yı yan yana kılmaya devam etmişti. Bu, Cumhuriyet modernleşmesinin hiç haz etmediği bir durum olmuştur. Bu nedenle atılan adımlar toplumda derin ve şok edici etkiler yaratsa da bir gecede aniden yapılacaktır. Önce Hilafetin ilgası, ardından Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması, Batı ülkelerinden alınan yasaların kabulü gibi oldukça ses getiren ve toplumda derin travmalar oluşturan girişimlerden sonra 1928'te alfabe değişimine gidilerek esasında en radikal olan adım da atıldı. Geoffrey Lewis'in tabiri ile, yapılan bu hamle trajik bir başarıdır. İkinci Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmasını "Hayırlı Olay" şeklinde ifade etmek kadar trajik bir başarıdır Harf Devrimi.
Türk toplumunun tarihinde önemli bir vetire olarak duran Türk modernleşmesine ve onun oluşturduğu kırılmaları anlamak büyük önem taşımaktadır. Tayfun Amman hocanın saptadığı gibi Türk toplumu üç temel kırılmaya çok kısa bir zaman dilimi içinde tanık olmuştur: Dil, din ve tarih alanlarında yaşadığımız bu kırılmalar toplumumuzda geleneksel kültürü hoyratça değiştiren ama yerine de alelacele ikame edilemeyen bir kültürel boşlukla baş başa kalınmıştır. Sanılmıştır ki, klasik Batı müziğini özendirmek için Türk müziğinin radyolarda icra edilmesini yasaklamak yeterli olacaktır. Şapka giyen gövdenin sarık ya da fes takan insandan daha erdemli ve medeni olacağı öngörülmüştür. Günlük hayatında kararlarını alırken bin yıllık kültürleşmiş bir İslam anlayışından hareket eden sıradan bireylerin önüne bu otoriter, jakoben modernleşme konulunca toplum adeta ortadan ikiye yarılmıştır. Şerif Mardin bu durumun ortaya koyduğu en önemli sonucun Türkiye'de iki ulus yaratma tehlikesi olduğuna işaret etmektedir. Hala bu derin yarılmanın üstesinden gelmek, bir toplum gerçekliği ortaya koyabilmek için çaba sarf ediyoruz. Yarılma o kadar büyük olmuştur ki, etkisini bugün bile hissettirmekte, toplumsal yaşamda türlü anomalilerle su yüzüne çıkmaya devam etmektedir.
Bu süreçte ortaya çıkan, yani on yılda yaratılan on beş milyon genç günümüzde kendi kültürel, dar görüşlü modernleşme anlayışlarını gelecek kuşaklara da yaygın ve örgün öğretim kurumları ve kültürel sermayeleri aracılığı ile aktarmışlar ve toplumu tepeden inmeci yöntemlerle adam etmeye belli bir süre devam etmişlerdir. Bu süreç içinde kullanılan söylemler belli düaliteler içermiştir. İlerici/gerici, dinci/laik, yobaz/medeni gibi dikotomik kimlik ifadeleri Türkiye'de geniş halk kitlelerine egemen olan bir elit Beyaz Türk'ün tahakküm biçimi olarak kayıtlara geçmiştir. Bu kesimler dini ve geleneksel kültürün görünüm kazanmasına her zaman mesafeli olmuşlardır. Din ve dindarlık insanların salt kalplerinde olması gereken duygulardır. Bir insan dindar olduğunu kamusal alanda ifade ediyorsa o mutlaka dini istismar ediyordur. Yobazlık ve gericilik adı altında sadece dindar Müslümanların damgalanması bir tartışılmaz nesnel gerçeklik haline gelmiştir bu zihin dünyasında. Çok partili hayata geçişle birlikte din ve onu ifade etme biçimlerinde ciddi bir rahatlama yaşansa da bu baskıcı modernlik anlayışı yanlısı kesimler her zaman devlet ve onun dışında var olan sözde sivil alanları tahakküm altında tutmaya muvaffak olmuşlardır. Geniş halk kitleleri zaman zaman yapılan özgür seçimlerle kendilerine görece yakın olan siyasal partiler aracılığı ile iktidarları belirleseler de bu derin güçler bu seçimleri her zaman bir off side olarak görüp oyunu yeniden kurmuşlardır. İşte bu tahakkümü sürekli kılmaya çalışan tekelci zihniyet kendi uygarlık anlayışı, kendi yaşam tarzı ve kendi dünya görüşü dışında her türlü alternatifi ya yok saymış ya da tamamıyla dışlamaya çalışmıştır. Tarihî zenginlikleri ve çeşitlilikleri içerisinde toplumumuzun bütün farklı renklerini ancak tahammül edilebilecek bir geri kalmışlık unsuru olarak gören bu yaklaşım aslında bugünlerde çok sık tartışılan Taliban zihniyetinin ruh ikizi olarak da okunabilir.
Sonuç olarak, Türkiye geçirmiş olduğu müstesna modernleşme deneyiminin bu olumsuz özellikleri aşmak için çok mücadele etti ve esasında bu mücadele halihazırda da tamamlanmamış bir proje olarak orta yerde duruyor. Türk modernleşmesinin nereden baksanız en az iki yüz yıla yayılan ve yeni Cumhuriyetle radikal modernleşmeye evrilen süreç sonucunda din ve kültür etrafında yaşanan çatışmalar günümüzde de varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bugün için gelinen noktada yapılması gereken, Türkiye'nin değer merkezli kendi kurucu mitini, ideolojisini kurmasıdır. Ama bu kurucu mit ve ideoloji oluşturulurken geniş bir toplumsal mutabakata dayandırılmalı, ana akım dışında dikkate değer ötekilerin oluşturulmamasına da özen gösterilmelidir. Aksi takdirde yüz yıldır yaşadığımız bu ideolojik karmaşa ve bölünmüşlük başka bir biçimde yine devam edecektir.