Diğer şehir yazılarının tersine Erzurum'un tarihi, coğrafyası ve mekânlarından çok insanından söz ettim. Tanpınar'ın Beş Şehir adlı önemli eserinde de durum böyledir. Çünkü bu şehirde Dadaş diye tanımlanan Erzurumlu tipi, bütün diğer özelliklerinin önündedir. Bu hâkim konumuyla şehir, içine aldığı her nesneyi az çok kendi rengine büründürür.
Mustafa İsen / Yazar
Ankara’nın örneklerine her yerde rastlanabilecek resmi devlet kurumlarından biri; gri renkli boyasıyla soğuk ve sıradan bir koridorundan geçip orta büyüklükte bir salona alınıyoruz. Tekli bir sıra, yavaş yavaş ilerliyor. İleride bir sahne ve ortasında bir masa, etrafında da birkaç görevli. Masanın üzerinde ikiye katlanmış küçük kağıtlar var. Sırası gelen bunlardan birini alıp ilgiliye veriyor, o da kağıdı açıp bir ilin adını diğer görevlilere not ettiriyor. Sıra bana yaklaşırken masanın epey kenarına düşmüş bir kağıdı gözüme kestiriyorum. Tek derdim onu benden önce kimsenin almaması. Sıra bana geldiğinde katlanmış kağıt orada duruyor ve ben gayet kararlı bir tavırla onu seçip görevliye uzatıyorum. İlgili kişi kağıdı açıp yanındaki memura dönerken “Erzurum” diye sesleniyor.
O yıl uzak bir taşra kentinde liseyi bitirip üniversite sınav sonuçlarını beklerken elime bir resmi mektup ulaşıyor. Yatılı okuduğumuz ve mecburi hizmetimiz olduğu için Ankara’ya kura çekmeye çağrılıyoruz. İşte yukarıda anlattığım, o kura çekme işlemi. Bu atamayla Erzurum serüvenim başlıyor. Zaten, 1971 yılı baharında Erzurum Atatürk Üniversitesi senatosu aldığı bir kararla meslek lisesi mezunlarını üniversiteye kabul edeceğini bildiriyor. Sınavdan iyi bir netice bekliyorum ama gidebileceğim tek adres Erzurum Üniversitesi. Şimdi zorunlu olarak gideceğim yere uygun bir memuriyet de eşlik edecek. Bu kader değilse, korunup kollanmak değilse nedir? Bunun bir de ikincisi var ki yeri gelince onu da anlatacağım.
Trende iki gün
Adapazarı’ından çocukluğumdan itibaren elimde bavul, defalarca yolculuk yapmıştım. Ama bu kez farklı; o zamanın şartları ve ihtiyaçları gereği yanıma küçük bir denk hazırlandı. Babam yine beni, bilmem kaçıncı defa, Arifiye tren istasyonuna kadar getirip uğurladı.
O yılların şartlarında neredeyse iki gün süren bir yolculuktan sonra Erzurum’a vardık. Bu kez beni bekleyen bir yatılı okul yok. İstasyondan bir taksiye atlayıp beni merkezde uygun bir otele götürmesine söyledim. Sonradan Çifte Minarelerin karşısı olduğunu fark ettiğim bir otele inip eşyalarımı yerleştirdim. Birkaç gün bekledikten sonra Valilik bizi iki arkadaş, resmi adı Pasinler ama halkın Hasankale olarak adlandırdığı ilçeye gönderdi. Burada göreve başladıktan sonra ateşin bir yönetici olan amirimiz babacan bir tavırla bana “Senin asli işin öğrencilik, boş kalan zamanlarında da buradaki işini yaparsın” dedi. Yatılı bir eğitim kurumunda da yatacak yer ayarlandı. Tabiatıyla bu yaklaşım beni çok rahatlattı. Bu arada Fakülteye kaydımı yaptırdım. Dersler başlayınca sabahleyin Hasankale’den Erzurum’a giden ilk minibüse biniyor, yetmişli yılların bugüne göre zor karlı buzlu yollarını yaklaşık bir buçuk saatte aşıp Mahallebaşı’nda arabadan inip Çaykara Caddesi’ne kadar yürüyor, bu kez Üniversite minibüsleriyle fakülteye geliyordum. İlk bakışta zor gibi görünen süreç aslında gençliğin de verdiği enerji ile benim için çok kolaydı.
Hasankale’de 16 ay kaldım. 19 yaşındayım. Farklı bir coğrafyanın getirdiği yaşama biçimleri, yeni bir memuriyet, öte yandan üniversite öğrenciliğinin getirdiği bazı sorunlar olduysa da daha önce bütün hayatımı geçirdiğim yatılı okullarda kendi problemlerini kendisi çözebilecek bir tecrübe kazandığım için, bunları hallettim. Hasankale tarihî İpek Yolu üzerinde kadim bir şehir. Erzurum’un yaklaşık kırk kilometre doğusunda bir yerleşim merkezi. Tarihi kaplıcalarıyla da özellikle yaz mevsiminde Erzurum’un adeta sayfiye yeri. İran’a sınır olması dolayısı ile son derece katı bir sünni anlayış da hemen hissedilen bir dini hassasiyet olarak görülebiliyordu. Mesela, Erzurum’un en önemli iki şairi Nef’î ve İbrahim Hakkı’nı burada yetişmesi tesadüf olamaz. Yani onları yetiştirebilecek bir kültürel arka plana sahip bir yerleşim yeri. Çok canlı bir tasavvufi geleneği mevcut, özellikle Alvarlı Muhammet Lutfî Efe’nin (ö.1956) bağlılarından oluşan Nakşibendî Hâlidî geleneği o yıllarda çok canlı. Kışlar çok uzun sürdüğü için kahve kültürü hayatın önemli bir parçası. Aynı şekilde buna bağlı olarak aşık ve tekke edebiyatı da canlı olarak yaşıyor.
Hep teze olduğumdan...
Burada akşamları sigara dumanları ve kıtlama çaylar eşliğinde uzun kahvehane sohbetlerine katıldım. Birlikte çalıştığım ve yakın zamanda rahmet-i Rahman’a intikal eden Ebubekir abi vasıtası ile uzun asırların geleneksel birikimini tevarüs etmiş farklı meslek gruplarından insanlarla dost oldum. Onların işyerlerinde ve dost meclislerinde ağırlandım. Hep teze (yeni misafir) olduğum için korunup kollandım. Çermik (kaplıca) sefalarında birlikte oldum. Orada kırsal kesim dilinin ötesinde, konuşma dili bile olsa, daha şehirli bir dili, daha çok espriye mütemayil, imalı konuşmaya dayalı bir üst dile tanık oldum. Mesela, okuma yazması olmayan, ama Yunus Emre Divanı’nı, Alvarlı Muhammet Lutfî Efe’nin, Gedâyî’nin şiirlerini ezbere bilen insanlar tanıdım. O yaşımda çok anlamasam da zikir meclislerine katıldım. Ağalığın nasıl almak değil de vermek üzere kurulu olduğuna, Kürt köylerinin dışardan bakıldığında absürt gibi görünen ama içerden bakışla anlaşılabilen geleneksel organizasyonlarına tanık oldum. Bir daha göremeyeceğim bu tür fırsatlar, ileriki yıllarda ülkemi ve insanlarımızı tanımada bana ciddi referanslar oldu. Erzurum bir serhat şehri olduğu kadar bölgede çok eski zamanlardan beri bir eğitim öğretim şehri olarak da bilinir. Yetmişli yıllarda da eski haşmet ortadan kalkmış olmakla birlikte, mihrap yerinde duruyordu. Bu yüzden Türkiye’nin üçüncü üniversitesinin bu şehirde kurulmuş olması bir hakkın teslimi anlamı taşır. Bizim gittiğimiz yıllarda üniversitenin kuruluşunun üzerinden on yıldan fazla zaman geçmiş, bazı temel binalar bugünkü kampüs içinde tamamlanmış, yurtlar hizmet vermeye başlamış, Seyfettin Özege’nin de himmetiyle iyi bir kütüphane kurulmuştu. Elbette üniversiteler sadece fiziki mekânlardan oluşmuyor. Başlangıçta daha çok İstanbul Üniversitesi desteği ile insan malzemesi açısından da sağlam bir temel oluşturulmuştu. Benim üniversiteye girdiğim yıllarda artık üniversitenin kendi kadrosu da teşekkül etmeye başlamış, okuduğum Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü için söylemek gerekirse, bugün bile pek çok üniversitenin kıskanacağı bir kadro ortaya çıkmıştı.
Cahit Çollak ile...
Üniversitede karizmatik hocalar vardı. Bizim için biraz ulaşılması zor konumuyla Kaya Bilgegil’i bir tarafa koyarsak, Orhan Okay Hoca sadece bilgisiyle değil, İstanbullu duruşu ve üslubuyla şahsen benim en çok etkilendiğim isimdi. İleriki yıllarda zaman zaman bazı şeyleri sormak için yanına uğruyordum. Bu gidişlerimden birinde odasında aşağı yukarı benim yaşlarıma yakın, biraz çekingen bir arkadaşın oturmakta olduğunu gördüm. Hareket dergisinin idarecilerinden diyerek tanıttığı Cahit Çollak ile odadan beraber çıktık, kantinde oturduk, bir süre konuştuk. Hareket Dergisi’ni takip ediyordum ve o günlerde Erzurum’da çıkmakta olan ve Hareket’in buradaki yansıması olan Adımlar Dergisi’ne gidip geliyordum. İstanbul’da bir derginin yöneticisiyle tanışmak taşralı bir genç için gerçekten çok ilginçti. Cahit’le başlayan bu tanışıklığımız beni yaz tatilinde İstanbul’a çekti ve İstanbul’da dergiyi ziyaret ettim, orada Mustafa Kutlu’yu tanıdım. Daha sonra Ezel (Erverdi) Bey’le, Mehmet Doğan’la tanıştım, bir veya iki kez Nureddin Topçu’yu dinleme fırsatı elde ettim. Gerçekten hoca sayesinde hem İstanbul’a bir kapı açılmıştı hem de bir Türkoloji öğrencisi için çok önemli sayılabilecek isimlerle tanışmak ve onlarla birlikte bazı çalışmaların içinde olmak fırsatı doğmuştu. İkinci sınıfa geçince Milli Eğitim Bakanlığı bursunu alıp memuriyetten istifa ettim ve kredi yurtlar kurumunun yurtlarına yerleştim. Artık daha çok öğrenci merkezli bir hayatımız vardı. Şehirle de daha çok hem-hal olmaya başladık. Bu aşamada şehrin derin kültürel yapısını da fark etmeye başlamıştık. Bir taraftan daha çok asistan konumundaki öğretim elemanlarının düzenlediği seminerler, MTTB’nin etkinlikleri, şehirdeki kültürel derneklerin faaliyetleri bizim de katıldığımız çalışmalardı. Bu hareketli ve verimli ortam içinde fakülte bitti. Niyetim doktora yapmaktı ve bu amaçla bir sınava katılıp kazandım.
Öte yandan da İstanbul Çatalca Lisesi edebiyat öğretmenliğine başladım. Başarılı öğretmenlik yanında henüz cicim aylarını yaşadığımız evliliğimiz keyifle devam ediyordu. Bu aşamada askere alındım. Piyade okulu eğitimini tamamlandıktan sonra başlangıçta anlattığım kura çekimini bir kez daha yaşadım. Tek fark, bu kez elimizi torbaya daldırıp oradan bir şehir ve birlik çekmekti. Doğrusu Marmara ya da Trakya taraflarında bir kura çekmeyi hayal ediyordum. Kızım birkaç aylıktı. Bu düşüncelerle elimi torbaya atıp çektiğim kurayı bölük komutanına uzattım. Nefesimi tutmuş bekliyorum, komutan tebessüm ederek Erzurum Jandarma Komando Bölüğü dedi. Üzüldüm tabii ama sonrasında bir kez daha olanda hayır olduğu ortaya çıktı ve ben doktora çalışmamın önemli bir bölümünü askerlikte tamamladım. Bir kez daha o yüce el tarafından korunup kollanmıştım ama ben epey sonra fark ettim, bunu. Askerlik sonrası öğretmenlik devam ederken Erzurum’da bir okutmanlık kadrosu açıldı, sınava girdim ve kazandım.
Modern Erzurum
Bu kez Erzurum’a dört İsen olarak döndük. Askerlik döneminden itibaren şehrin kılcal damarlarını da keşfetmeye başladım. Bu yıllarda Erzurum, bir taraftan bölgenin en büyük garnizonu, diğer taraftan üniversite ile modern bir şehir görüntüsü çizerken bir yandan da kadim bir yerleşim halini yaşamaktaydı. Şehirde hem geleneksel hayata, hem de moderniteye ait çokça örnek bulmak mümkündü. Tam bu aşamada üniversite de kendi içinde değişime başladı. Şehrin Ankara İstanbul gibi merkezlere uzaklığı dolayısı ile örneğin sözü edilen bu şehirlerdeki öğretim üyesi profilinden biraz daha farklı, daha Anadolu mantalitesini yansıtan genç bir kadro üniversitede kendilerine yer tutmaya başlamıştı. Başta Ziraat ve Edebiyat gibi bazı fakülteler ilk mezunlarını vermişler ve bunlar arasından asistan alımları da başlamıştı. 1971 yılından sonra meslek lisesi mezunlarının (bunların çoğu İmam-Hatip mezunu idi), üniversiteye kabulü öğrenci yapısını da değiştirdi. Nitekim iki binli yıllara kadar ülkede açılan pek çok yeni üniversitenin idareci ve öğretim üyesi kadrosu Atatürk Üniversitesi mezunlarından meydana gelmiştir. Van, Diyarbakır, Elazığ, Urfa gibi daha bölgeye yakın üniversiteler bu konumda olduğu gibi Bursa, Balıkesir, Denizli, hatta İzmir açısından bile durum böyledir. Elbette bunda Ankara ve İstanbul’daki öğretim üyelerinin bulundukları yerleri değiştirmeme, buna karşın Erzurum’dakilerin doktora biter bitmez başka bir şehre nasıl giderim hesapları etkili olmuştur. Denebilir ki mezun ettiği öğrenci sayısı baz alındığında Atatürk Üniversitesi mezunlarının eğitim, öğretim, akademik ve bürokratik hayata etkileri başka hiçbir kurumla karşılaştırılamaz. Başlangıçta bu üniversite bir bölge üniversitesi olarak planlanmasına rağmen kesinlikle Türkiye’ye kadro yetiştirme açısından adeta bir misyon kurum olarak çalışmıştır.
Şehirde STKlar yanında ancak bu gibi merkezlerde yetişebilecek olan irfan sahibi isimleri de bu dönemde tanıdım. Bunların içinde Hatem Emmi, İsmail Usta ve Naim Hoca önde gelenlerdi. Bu yıllarda artık Hemşin Pastanesi bir kültürel odak olmaktan çıkmış daha çok siyasi tartışmaların yapıldığı bir mekana dönüşmüştü. Sözünü ettiğim bu isimler buralarda ve bazı kahvelerde de dinlenebileceği gibi kendi çalışma alanlarında, mesela Hatem Emmi, meşhur Gömlekçi Hatem adını taşıyan dükkanında ziyaret edilir, buradaki sohbetlere katılınırdı. Adı üzerinde bir inşaat ustası olan İsmail Usta her daim kireç ve badana lekeleri taşıyan kıyafetiyle insanı şaşırtacak tarihi ve mahalli meseleler naklederdi. Naim Hoca sonraki yıllarda ülke içinde tanındı ama diğer iki isim de bence onun kadar derin Erzurum kültürünün yetiştirdiği eşsiz isimlerdi. Bir gün Hatem Emmi’ye, Emmi, Behçet Mahir bir gazinoda (kahvehanede) yeni bir hikaye anlatmaya başlamış gidip dinlesek mi dedim. Hoca ben Hafız Mikdat dinlemiş biriyim, şimdi ona tahammül edemem, dedi. Kim bu Hafız Mikdat diye sorunca, şimdi onu sana nasıl anlatayım diye başladı, sonra da en iyisi şu hikayeyle diyerek devam etti: Eskiden Erzurum’a Rize’den katırlarla kaçak tütün getirilir, bunlar satılır ve gelenler o akşam bir handa kalıp ertesi gün memleketlerine dönerlerdi. Bir gün iki arkadaş şehre gelmiş, tütünlerini satmış, akşam konaklayıp sabah yola revan olacaklar. Akşam hanın gazinosuna çay içmeye inmişler. Meğer o akşam Hafız Mikdat orada yeni bir hikayeye başlamış. Gecenin ilerleyen saatinde de hikayeyi en can alıcı noktasında kesip yarın akşam devam edeceğiz diye kesip bırakmış. İki kafadar birbirlerine bakıp gidemeyiz, yarın akşamı bekleyeceğiz demişler. İkinci, üçüncü, on dördüncü akşamda da aynı şey olmuş. Fakat on beşinci akşam da manzara tekrarlanınca konukların biri sahneye fırlamış ve bıçağı hikayecinin boğazına dayayıp bunu bu akşam bituracauk, sattığımız tütün parasını bitirdik, hana ödeyecek paramız kalmadı demiş. İşte Hafız Mikdat böyle biriydi, diye anlatmıştı.
Erzurum’dan 1981’de yurtdışına giderken yeniden uzunca bir süre ayrıldık ve geri döndük. Ama 1988’deki ayrılış artık dönmemek üzereydi.
Uzun kadim kültürlerin bir yansıma merkezi olarak Erzurum, sadece sert mizaçlı, dik duruşlu insanıyla değil, mimarisi, gastronomisi, iklimi, coğrafyası ve bunlara eklenecek pek çok hususiyeti ile kendine mahsus önemli bir yerleşim merkezidir. Bu arada bir şeye dikkat çekmek istiyorum, öbür şehir yazılarının tersine Erzurum’un tarihi, coğrafyası ve mekânlarından çok insanından söz ettim. Tanpınar’ın Beş Şehir adlı önemli eserinde de durum böyledir. Çünkü bu şehirde Dadaş diye tanımlanan Erzurumlu tipi, bütün diğer özelliklerinin önündedir. Bu hâkim konumuyla şehir, içine aldığı her nesneyi az çok kendi rengine büründürür. Benim hayatımdaki yeri de elbette epeyce önemlidir. Bir süredir ondan uzakta yaşıyor olmakla birlikte o bizde değilse bile biz onda yaşamaya devam ediyoruz. En çok da kadayıf dolmasını ve Cennet Pınarı’nın suyunu özleyerek…