İtikaf: Bireysel değil, kişisel bir keşif yolculuğu

Rabia Yavuz/ Uzman Klinik Psikolog
25.03.2025

Hakikat, hiçbir zaman bir kez keşfedilip cebimize koyabileceğimiz bir nesne değildir. O, her daim kendini yenileyen, farklı açılardan yeniden görünür olan bir manzaradır. Bu yüzden gerçek bilgiye ulaşmak isteyen bir insan, her sabah yeniden yola çıkmalıdır. Ezberlerini bozmaya hazır olarak.


İtikaf: Bireysel değil, kişisel bir keşif yolculuğu

Rabia Yavuz/ Uzman Klinik Psikolog

Kaldıysa bir soru içimizde

O da birşey:

Nerdedir yerle gök arasındaki ulak,

Nerde biz?

İsmet Özel

Bir insanın hayatındaki en derin devrimler, çoğu zaman gürültüsüzdür. Ne bir çığlıkla başlarlar ne de büyük bir ilanla. Gürültülü kalabalıklar, görkemli törenler, yüksek sesle duyurulan kararlar ya da alkışlarla kutlanan başarılar değildir dönüm noktaları. Gerçek değişim, bir sükûnetin içinde, bir iç sorgunun kıyısında, çoğu zaman yalnızken gerçekleşir. Dışarıya bakan için sıradan bir an olarak görülebilir. Ama içeriye bakan için, o an bir uyanıştır.

İtikaf, kelime anlamıyla bir şeye yönelip kalmak, kendini adamak demektir. Gelenekte ise, Ramazan'ın son on gününde inzivaya çekilerek ibadet ve tefekkürle geçirilen bir arınma sürecidir. Fakat bu ritüelin özünde yatan şey yalnızca ibadet değil, derin bir iç yolculuktur. İnsan, itikafla birlikte dış dünyayla olan bağlarını bilinçli biçimde koparır: sosyal ilişkiler, gündelik alışkanlıklar, sosyal medya tüketimi, alışveriş ve konuşmalar yerini sessizliğe, yalnızlığa ve kendi iç sesiyle baş başa kalmaya bırakır. Hz Muhammed'in İbrahimi bir gelenek olan itikafı peygamberlik öncesi de sonrası da yaptığı bilinmektedir. Yine bir Ramazan ayının son on gününde bir gece, küçük ve karanlık bir mağarada, kalabalıklardan uzak tek başına, hakkı verilmiş soruların aydınlattığı kelimelerle gelen bir sarsıntı... Henüz "peygamber" sıfatını taşımayan bir insan, anlamaya, düşünmeye, kavramaya çalışan bir zihin, belki de yorgun bir kalp... Ve ansızın, insanı ilmek ilmek saran kelimeler: "Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir alaktan yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini öğretti."

Uyanışın anahtarı

"İnsana bilmediğini öğreten" bir Rab'den söz eder Alak Suresi. İlk tanışmanın cümleleri kısa ve özdür. Bu, insanın temel gerçeğine yapılan bir göndermedir: Cehalet. Ama bu cehalet aşağılayıcı değil, tam tersine öğretici bir cehalettir. Çünkü insana öğreten, onun bilmemesini yadırgamaz. Aksine, bu bilmemeyi bir davet olarak görür. Öğrenmeye, anlamaya, düşünmeye çağrıdır bu. Fakat bir şey öğrenebilmek için önce bilmediğimizi kabul etmemiz gerekir. Bu ise günümüzde ender görülen bir erdem haline gelmiştir. Bu nedenle, Alak Suresi'nin ilk ayetleri, yalnızca bir vahiy değil; aynı zamanda insanlık tarihine yön vermiş bir öğrenme manifestosudur kanımca. Peygamberlik geleneği, burada bir mucizeden çok daha fazlasını müjdeler: Soru sormanın tevazusunu, bilginin aydınlığını, kalabalıkların değil hakikatin sadeliğini ve öğrenmenin özündeki uyanışın anahtarını... Fakat belki de en derin mesaj şuradadır: Bilmediğini bilmek, insanın en sahici uyanışına açılan yoldur.

Hz. Muhammed'in yaşadığı bu ilk sarsıntı, onun içsel dünyasında başlayan büyük bir yolculuğun habercisiydi. O gece, evinin konforunda değil, kalabalıkların arasında değil, bir mağarada ve tek başınayken başına gelen bu olaydan sonra, doğruca eşi Hatice'nin yanına gitmiş olması, bir anlamda insanın tanıklığa, güvene ve sevgiye duyduğu ihtiyacı da gözler önüne serer. Bilgi, yalnızca zihinsel bir kazanım değil; ruhsal bir bağlamda da yankı bulur böylece. İnsan, en çok sevdiklerinin yanında kendisi olur. En çok sevdiklerinin tanıklığıyla kendine inanır. İnsan çoğalacaksa insanlarda çoğalır.

İçe yönelme cesareti

"Kim dışarıya bakarsa düş görür; kim içeriye bakarsa uyanır," der Carl Gustav Jung. İtikaf, İslam geleneğinde bu uyanışı mümkün kılan bir inzivadır. Dış dünyanın gürültüsünden çekilerek, iç varlığın karanlık köşelerine yönelme cesaretidir. Jung'a göre insan, gölgesiyle yüzleşmedikçe bütünüyle insan olamaz. Cehaletiyle tanışmadıkça bilge olamayacağı gibi. İtikaf, tam da bu yüzleşmeye alan açar: kalabalıktan uzak, benlikten derine doğru. İç dünyaya yapılan bu yolculuk, yalnızlık değil, bilgelik doğurur. Çünkü gerçek dönüşüm, içeriden başlar. Ve bazen en büyük keşif, bilmediğimizi kabul ettiğimiz o sessiz anlarda gerçekleşir.

Bilgi, bu bağlamda bir iktidar aracı olmaktan çıkar; bir tevazu haline dönüşür. Alak Suresi'nde geçen "insana bilmediğini öğreten" ifadesi, sadece öğretici olanı değil, öğrenenin de ruh haline de işaret eder: Dert sahibi, meraklı, açık ve akil. Modern insan, bilgiyle kuşatılmış bir halde yaşıyor. Her an her bilgiye ulaşabileceği yanılsaması içinde doğru olup olmadığına bakmaksızın üstelik. Fakat bu kadar çok bilmenin ortasında, ne kadar az düşündüğümüzü fark edemiyoruz. Asıl mesele, ne bildiğimiz değil; ne kadar bilmediğimizi ne kadar kabul ettiğimizdir. Oysa öğrenme, internete ya da sosyal medyaya erişmekten çok boşalmakla başlar. Kendini bir süreliğine dahi olsa "bilmez" sayabilen, zihnindeki kalabalığı susturabilen bir kişi, öğrenmenin kapılarını açar. Gerçek öğrenme, ego duvarlarımızın arkasında değil; içimizde kurduğumuz dürüst, sessiz ve samimi yalnızlıkta başlar.

"Bilmiyorum" demek, günümüzde çoğu zaman zayıflıkla karıştırılır. Oysa "bilmiyorum" demek, belki de bir insanın kendine verebileceği en olgun cevaptır. Çünkü bu cümle, bir idrakin ürünüdür. Ne kadar bildiğimizi değil, aslında ne kadarını bilemediğimizi fark ettiğimiz anlarda, daha çok şey öğrenmeye hazır hale geliriz. Hazır cevap yanıtlardan, hızlı alınan kararlardan daha fazlasını bulabiliriz orada. Lakin hızlı yanıtlar arayanlar için sıkıcı gelebilir bu oluş hali ya da edilgen görülme riskiyle baş başa kalmak egolarımızı yaralayabilir.

Bu cümleyi en son ne zaman söyledik: "Bilmiyorum" dedik mi hiç bir tartışmanın ortasında, bir çocuğun sorusu karşısında, bir acının nedenini anlamaya çalışırken. Yokladığımızda zihnimizi, bu dürüst cümleyi en son hangi anda kullandığımızı hatırlamakta bile zorlanabiliriz. Oysa "bilmiyorum" diyen bir zihin, öğrenmeye açık olduğu kadar, başkasının bilgisinden de beslenmeye hazır bir kalptir. Bu nedenle bilgeliğin en sağlam biçimi, gösterişten uzak olanıdır. İşte bu yüzden, "bilmiyorum" diyen biri, gösterişçi bir birey değil; sessiz bir öğrenci gibidir. Ama belki de hakiki bilge, tam da budur.

Bu farkındalığın bizde uyandırdığı şey yalnızca bilgiye duyulan saygı da değildir; aynı zamanda başkalarına, farklılıklara, başka hayatlara ve düşünce biçimlerine de duyulan saygıdır. Öğrenmek, sadece doğruyu bulma çabası değil, kendimiz dışındaki dünyaları da anlama çabasıdır. Ve anlamak, belki de en yüksek mertebedir insanlık için.

Hz. Muhammed gibi derin sorular soranlar, öğrenme yolculuğunun asla sona ermediğini bilir. Hakikat, hiçbir zaman bir kez keşfedilip cebimize koyabileceğimiz bir nesne değildir. O, her daim kendini yenileyen, farklı açılardan yeniden görünür olan bir manzaradır. Bu yüzden gerçek bilgiye ulaşmak isteyen bir insan, her sabah yeniden yola çıkmalıdır. Ezberlerini bozmaya hazır olarak.

İşte bu yolculuk, ancak entelektüel tevazuyla sürdürülebilir. Kibirli bir zihin, kendi bilgisiyle oyalanırken başkalarının sunduğu içgörüleri ıskalar. Bildiğinden şüphe etmeyen hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır kalacaktır. Oysa tevazu sahibi bir zihin, her karşılaşmayı yeni bir pencere olarak görür. Kendi haklılığından şüphe etmeyi göze alır ve bu şüphe sayesinde genişler, büyür.

Anlam arayışı

Modern yaşam, bizleri bilgiye doymuş ama anlamdan yoksun hale getirdi. Bilgiye ulaşmak kolay; ama onunla ne yapacağımızı bilmek zor. İşte bu noktada, "bilmiyorum" demek, yalnızca öğrenme değil, anlam arayışının da başlangıcıdır. Sadece zihnimizi değil, kalbimizi de öğrenmeye açmak demektir bu. Kimi zaman bilgi, yalnızca aklın değil, yüreğin de alanına girdiğinde hakiki olur. Çünkü en derin sorularımızın cevapları ne kitaplarda ne internet aramalarında bulunur. Bu cevaplar, sessiz gecelerde, içe dönük saatlerde, kalabalıktan uzak, samimi düşünme anlarında çıkar karşımıza. Tıpkı bir mağarada, kelimelerle uyanan bir kalbin hissettiği gibi...

Şimdi durup sormak gerekir: Ne kadar biliyoruz gerçekten? Ne kadar bilmiyoruz? Ne kadar sorusunu sormadıkça "ya hep ya hiç" kalır elimizde. Siyah ve beyaz. Biz ve Onlar. Kendimize ne kadar alan tanıyoruz bilmediğimizi öğrenmek için? Yoksa hepimiz, görünmez ama yüksek bir kibir duvarının ardında mı yaşıyoruz?

Bilmiyorum demek, aslında bildiklerimizi yeniden yapılandırma cesaretidir. Ve bu cesaret, karanlık gecelerden aydınlık yanıtlarla çıkmamızı sağlar. Kendi sınırlı bilgimizi idrak edebildiğimizde, tüm varlığa sadece aklımızı değil, yüreğimizi de açarız.

André Gide'in dediği gibi: "İnsanı düşünmeye götüren, cevaplar değil, sorulardır." Bazı sorular vardır ki, cevapları olmadan da değerlidir. Cevapsızlığıyla bizi eğitir, sınırlarımızı öğretir, bizi tevazuya davet eder. Hz. Muhammed'in de ilk vahiyde yaşadığı sarsıntı, belki bu yüzdendi: Bildiklerinin sınırına dayanmak...

Ve belki de hakiki bilgi tam da burada başlar: İçsel bir sükûnette, "bilmiyorum"un ağır ama aydınlatıcı yankısında...