İsrail'in İran stratejisi ve bölgesel denge

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi
7.10.2024

İsrail İran'ın Filistin'e destek vermesinin, kendi topraklarına ve halkına yöneltilmiş bir tehdit olduğunu ileri sürüyor. İsrail'e göre İran, Filistin meselesini kullanarak bölgedeki nüfuzunu genişletmekte ve İsrail'in güvenliğini tehdit eden terörist gruplara silah ve finansman sağlamakta. Bunun yanında İsrail, İran'ın Hamas üzerinden Filistin siyasetine müdahale ederek barış sürecini karmaşık hale getirdiğini ve nihayetinde İsrail-Filistin çatışmasına barışçıl bir çözüm bulma çabalarını baltaladığını savunuyor. İsrail'in bu iddiasını kabul etmek mümkün değil. Zira Filistin'de yıllardır süren vahşetin ana nedeni, İsrail'in yayılmacı ve işgalci politikaları.


İsrail'in İran stratejisi ve bölgesel denge

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi

ABD'nin askeri müdahalesi sonucu, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in iktidardan uzaklaştırılması ve sonrasında Irak'ta kurulan Şii ağırlıklı yönetim, bölgede ciddi bir jeopolitik değişime yol açtı. Irak'ta nüfusun büyük çoğunluğunu Şiiler oluşturuyordu ama ülkede Sünniler yönetimdeydi. ABD, demokratik bir süreçle yönetimi şekillendirmeye çalışırken, çoğunluk olan Şiilerin siyasi iktidarda daha fazla söz sahibi olması kaçınılmazdı. Bu yüzden 2005'te gerçekleşen ve Sünnilerin boykot ettiği seçimin galibi Şiiler olurken, Kürt lider Celal Talabani Irak Cumhurbaşkanı, Şii lider İbrahim Caferi de Irak Başbakanı oldu. Haliyle bu gelişme, Irak'ta Şii ağırlıklı bir hükümetin kurulması, İran'ın bu ülkedeki nüfuzunu hiç olmadığı kadar artırdı. Saddam döneminde Irak hem İsrail hem de İran için önemli bir tehditti. Bir başka ifadeyle İsrail ile İran'ın bölgedeki "ortak düşmanı" Irak'tı. İsrail ve İran'ın ortak düşmanı olan Saddam Hüseyin'in ortadan kaldırılması, bölgedeki jeopolitik dinamikleri değiştirerek tehditlerin ve önceliklerin yeniden değerlendirilmesine yol açtı. Böylece Saddam sonrası dönemde İsrail, İran'ın faaliyetlerine daha fazla odaklanmaya başlarken benzer durum İran için de geçerliydi.

1950'ler boyunca Şah yönetimi altındaki İran benimsediği Batı yanlısı, laik ve anti-komünist politikalarla ABD'nin Orta Doğu'daki en yakın müttefiklerinden biriydi. Benzer bir ilişki, İsrail ile İran arasında da bulunuyordu. Bu dönemde İran, İsrail'i diplomatik olarak tanımayan ülkelerden biri olmasına rağmen, İsrail ile ticaret, askeri ve istihbarat alanlarında yakın bir iş birliği içerisindeydi. 1979 yılında gerçekleşen Ayetullah Humeyni liderliğindeki İran İslam Devrimi'yle hem ABD hem de İsrail'in İran'la ilişkileri dramatik bir şekilde bozuldu. Devrimin ardından İran, İsrail'i "Siyonist rejim" olarak tanımlayarak İsrail'e karşı düşmanca bir politika izlemeye başladı. Bununla birlikte İran'ın yeni hükümeti, Filistin davasına güçlü destekler veren ülkeler sınıfına dahil oldu. Ayrıca Humeyni, İsrail'i Orta Doğu'nun güvenliği ve istikrarı için bir tehdit olarak görerek bölge ülkelerini ve İslam dünyasını İsrail'e karşı mücadeleye davet etti. Fakat 1980-1988 yılları arasında patlak veren Irak-İran Savaşı ve sonrasında gelen Körfez Savaşı, İran'ı fazlasıyla meşgul etti. Dolayısıyla bu dönemde, İran'ın İsrail'e yönelik tepkileri laftan öteye geçemedi.

Uzun menzilli füzeler ve nükleer tesisler

İran'ın uzun menzilli füze sistemlerinin geliştirilmesine yönelik attığı adımlar, tüm dikkatlerin İran'a yönelmesine neden oldu. Bu yıllarda, İran neden Irak menzilinin çok ötesinde uzun menzilli füzeler geliştiriyor sorusu etrafında başlatılan tartışmalar, İsrail'in İran'a yönelik güvenlik kaygılarının artmasına ve böylece İran'ın İsrail'in güvenlik ve savunma politikalarının merkezine yerleşmesine sebebiyet verdi. İran'ın başkent Tahran'ın 250 km güneyindeki Natanz santralinde uranyum zenginleştirdiğinin ortaya çıkması, işin rengini iyice değiştirdi. Uluslararası medyada yer alan birçok haberde, İran'ın nükleer tesisleri barışçıl amaçlarla kullanma niyetinde olmadığı, gerçek amacının atom bombası yapmak olabileceği şeklinde çok sayıda spekülasyon ve buna bağlı iddialar kamuoyunu meşgul etmeye başladı. Hatta önde gelen uluslararası haber ajanslarında, Rusya'nın İran'a nükleer santral kurulması konusunda yardımcı olduğu; İran'ın kısa ve orta menzilli füze üretiminde Çin, Kuzey Kore ve Rusya'dan yardım aldığı yazıyordu.

İran'ın İsrail'i vurabilecek füze kapasitesine ve silah üretim amaçlı nükleer tesislere sahip olduğu iddiaları, sonraki süreçte İsrail'in neredeyse her bölgesel soruna İran prizmasından bakmasını sağlayan bir dış politika anlayışına yönelmesine kapı araladı. Tabii tüm bunlara bir de İran rejiminin İsrail'e yönelik düşmanca söylemlerini ilave etmek gerekiyor. Mesela Haziran 2005 seçimlerini, en büyük rakibi Haşimi Rafsancani'yi geride bırakarak kazanan Mahmud Ahmedinejad, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturur oturmaz, 26 Ekim'de yaptığı konuşmada, İsrail'in "haritadan silinmesi" gerektiğini söylemişti. İlerleyen günlerde de Ahmedinejad, Yahudi soykırımını, "İsrail'i İslam dünyasının merkezinde yaratmak için Avrupa tarafından üretilen bir efsane" olarak tanımlamıştı. Bu ve buna benzer açıklamaların İran'dan yükselmesi, İran'ın İsrail tarafından gerçek bir tehdit olarak daha fazla ciddiye alınmasını sağladı.

Günümüze gelindiğinde, diğer ulusal güvenlik konularındaki görüş ayrılıklarına rağmen, İsrail güvenlik uzmanları arasında İran tehdidinin ciddiyeti konusunda neredeyse bir fikir birliğinin var olduğu görülebiliyor. Aslında iki ülkenin güvenlik çıkarlarına bakıldığında, İsrail'in Levant bölgesinde, İran'ın ise Basra Körfezi'nde yoğunlaştığı fark edilir. Her iki ülke arasında herhangi bir sınır ve toprak sorunu olmamasına rağmen ana sorunun bölgesel güvenlik ve ideolojik kaygılar üzerinden ilerlediği söylenebilir. Bu nedenle iki ülkenin birbirine karşı, bölgesel bir çevreleme politikası uygulamaya çalıştığı ileri sürülebilir. İran'ın bölgede kilit bir oyuncu olduğu bilinen bir gerçek. Tarihi ve kültürel miras bakımından geniş bir coğrafyayla ilişki kurabilme kapasitesine sahip olduğu çok açık bir şekilde görülebiliyor. Bu noktada karşımıza "Şii hilali" çıkıyor.

Obama faktörü

Şii hilali, İran'dan Irak, Suriye ve Lübnan'a uzanan ve Şii nüfus veya hükümetlerin önemli ölçüde nüfuz sahibi olduğu ülkeleri içerisine alan güç ve etki yayına işaret ediyor. Şii çoğunluklu veya Şii liderliğindeki ülkelerin bu uyumunu, İsrail çeşitli nedenlerden dolayı potansiyel bir tehdit olarak algılıyor. Buna göre Şii hilali, Orta Doğu'da artan İran etkisinin somut bir göstergesi ve bu etki, İran'ın güç gösterisine ve Hizbullah gibi vekil grupları desteklemesine olanak tanıyarak İsrail'in güvenliğine doğrudan tehdit oluşturuyor. İsrail'in ikinci iddiası, Şii hilali içindeki ülkeler, özellikle de İran ve onun Hizbullah gibi vekilleri, İsrail karşıtı grupları destekleme ve terörizm gibi İsrail'e düşman faaliyetlerde bulunma düşüncesine sahip. Üçüncü iddia, bölgedeki Şii çoğunluklu ülkelerin, özellikle de İran ve Hizbullah gibi gelişmiş askeri yeteneklere sahip olanların ittifakı, bu grupların İsrail'e saldırı düzenleme potansiyeline sahip olması nedeniyle İsrail için askeri bir tehdit meydana getiriyor. Sonuç olarak, bölgedeki Şii gücünün Şii hilali aracılığıyla pekiştirilmesi, İsrail'in güvenliği ve bölgesel istikrarı açısından olumsuz değerlendirildiği gibi bölgede artan gerilimlerin ve çatışmaların önemli bir nedeni olarak takdim ediliyor. Bu faktörler toplu olarak, İsrail'in İran'ı bölgedeki ana rakibi olarak değerlendirmesine ve bu çerçevede İran'a yönelik algılarını ve politikalarını şekillendirmesine yol açıyor.

ABD Başkanı Obama döneminde İran'la yapılan nükleer anlaşma, Orta Doğu için önemli bir kilometre taşıydı. Bu anlaşmanın temel amacı, İran'ın nükleer programını sınırlamak ve bölgedeki gerginlikleri azaltmaktı. Anlaşma, İran'ın nükleer faaliyetlerini azaltması karşılığında ABD ve uluslararası toplumun İran'a uyguladığı yaptırımları hafifletmesini öngörüyordu. Obama, bu anlaşmanın İran'ı nükleer silah geliştirmekten alıkoyacağına ve bu sayede daha geniş bir bölgesel istikrar sağlanacağına inanıyordu. Ancak bu adım, İran'ın bölgedeki ekonomik ve siyasi gücünü artırmasına ve bu çerçevede İran'ın Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerdeki etkisini büyütmesine yol açtı. Obama yönetiminin Suriye'deki iç savaşa yaklaşımı da Şii hilalinin genişlemesine katkıda bulundu. İran ve Hizbullah gibi Şii güçlerin Esad'ı destekleyerek sahada etkili olmaları, İran ve müttefiklerinin Esad rejimini ayakta tutarak Suriye'deki nüfuzlarını artırmasını kolaylaştırdı.

Obama, Irak ve Afganistan savaşlarından sonra bir taraftan Orta Doğu'da geniş çaplı askeri müdahalelerden kaçınarak diplomasi ve müzakere yoluyla çözümler aramayı tercih ederken diğer taraftan da bölgedeki Sünni-Şii ayrışmasını hafifletmeye çalıştı. Ancak İran'la diyalog arayışı, Suudi Arabistan, diğer Sünni güçler ve İsrail tarafından bir tehdit olarak görüldü. Nitekim Obama'nın politikalarının İran ve müttefiklerinin güçlenmesine zemin hazırladığı düşünülüyordu. Öyle ki İsrail yanlısı medya kuruluşlarında yer alan haberlerde, Obama'nın "gizli Müslüman" olabileceğine dair göndermeler dahi yapılıyordu. Şurası çok açık ki İsrail, İran'ın bölgedeki Şii-Sünni rekabeti çerçevesinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn gibi Sünni Arap ülkeleriyle karşı karşıya gelmesini kendi çıkarlarına uygun buluyordu. Bu ülkelerin İran'la siyasi ve askeri olarak gerilimler yaşaması, İsrail'in bölgesel yalnızlığını azalttığı gibi İran'a karşı Arap ülkeleriyle stratejik iş birliği yapma olanağını da artırmaktadır. Son yıllarda İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleşme sürecine girmesinin temelinde, İran'a karşı ortak tehdit algısı yatmaktadır. Nihayetinde 2020 yılında imzalanan Abraham (İbrahim) Antlaşmaları ile İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan gibi ülkelerle diplomatik ilişkiler kurdu. Bu ülkeler, İran'a karşı İsrail ile güvenlik iş birliği yaparak hem bölgesel dengede kendilerini güçlendirme hem de ABD ile daha yakın ilişkiler geliştirme fırsatı yakaladılar. Aynı zamanda bu normalleşme süreciyle İran'a karşı Arap ülkeleriyle İsrail'in ortak hareket etmesinin önü de açılmış oldu. Böylece İsrail, Arap dünyasındaki İran karşıtlığını kullanarak, kendisine yönelik olumsuz algıyı değiştirdiği gibi Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi Arap ülkeleri de İsrail'le düşmanlıklarını bir kenara bırakıp, İran'a karşı ortak bir cephe oluşturma eğilimine yöneldiler.

İsrail'in Orta Doğu'da ilişki içerisinde olduğu bir diğer yapı, Kürtler. Kürtler, İran, Türkiye, Irak ve Suriye arasında yer alan stratejik bir bölgede yaşıyorlar. İsrail için bu coğrafi konum, bölgedeki gelişmeleri etkileyebilecek ve bölgesel güçlerle dengeleri değiştirebilecek önemli bir faktör. Kaldı ki İsrail, tarihsel olarak bölgesel güçlerin kendi içlerinde bölünmesini ve zayıflamasını çıkarlarına uygun gören bir yaklaşıma sahiptir. İsrail, Kürtleri Orta Doğu'da bir denge unsuru olarak görüyor. Özellikle İran, Suriye, Türkiye ve Irak gibi İsrail'e hasım ya da rekabet halinde olan ülkelerin iç istikrarını zayıflatacak bir Kürt varlığı, İsrail'in çıkarlarıyla örtüşüyor. Bu nedenle, Kürtlerin bu ülkelerde daha fazla özerklik veya bağımsızlık kazanması, İsrail'in bölgedeki rakiplerine karşı stratejik bir üstünlük olarak değerlendiriliyor. Özellikle İran ve Türkiye'nin güçlenmesini engellemek için Kürtlerin rolü kritik olarak görülüyor. Dolayısıyla İsrail, Kürtlerle iş birliği yaparak hem bölgedeki çıkarlarını korumaya hem de kendisine yönelik tehditleri dengelemeye çalışıyor. Bununla beraber Kürtler, genellikle Batı dünyası tarafından da desteklenen bir halk olarak biliniyor. Bilhassa ABD, Irak ve Suriye'deki Kürt grupları uzun yıllardır askeri ve siyasi olarak desteklemekte. İsrail, Kürtlerle olan ilişkilerini Batı dünyası ile diplomatik köprüler kurmak ve bölgede daha fazla destek sağlamak için de kullanıyor.

Filistin meselesi

İki ülke arasında gerilimi artıran bir diğer önemli konu, Filistin meselesi. İsrail ile İran'ın Filistin konusunda anlaşmazlığı, derin ideolojik, politik ve dini nedenlere dayanıyor. Bu anlaşmazlığın kökenleri, her iki ülkenin Orta Doğu'daki rolüne, jeopolitik çıkarlarına ve özellikle de Filistin sorunu bağlamında karşılıklı olarak birbirlerini tehdit algılamalarına kadar uzanıyor. 1979'daki İran İslam Devrimi'nden bu yana İran, Filistin'deki Hamas gibi İsrail işgaline karşı direnen gruplara her türlü desteği vermeyi dini bir sorumluluk olarak görmeye başladı. Ayrıca Hizbullah gibi Lübnan'daki Şii grupları da Filistin direnişe karşı bir güç unsuru olarak kullanmaktan geri durmadı. İsrail ise İran'ın Filistin'e destek vermesinin, kendi topraklarına ve halkına yöneltilmiş bir tehdit olduğunu ileri sürüyor. İsrail'e göre İran, Filistin meselesini kullanarak bölgedeki nüfuzunu genişletmekte ve İsrail'in güvenliğini tehdit eden terörist gruplara silah ve finansman sağlamakta. Bunun yanında İsrail, İran'ın Hamas üzerinden Filistin siyasetine müdahale ederek barış sürecini karmaşık hale getirdiğini ve nihayetinde İsrail-Filistin çatışmasına barışçıl bir çözüm bulma çabalarını baltaladığını savunuyor. İsrail'in bu iddiasını kabul etmek mümkün değil. Zira Filistin'de yıllardır süren vahşetin ana nedeni, İsrail'in yayılmacı ve işgalci politikalarıdır.

[email protected]