İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesinin gölgesinde Ortadoğu: Ankara nerede duruyor?

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney/İstanbul Nişantaşı Üniversitesi
1.10.2023

İsrail'in duruşundaki radikal dönüşümün ilk nedeni Netanyahu'nun içerideki sıkışmışlığı. Bu sıkışmışlık içinde ABD desteği Netanyahu hükümeti için önemli. Daha önemli sebep elbette bölgede meydana gelen son jeopolitik değişiklerle ilgili. Özellikle İran'ın yaptırımlarla istenildiği kadar çevrelenememiş olması Netanyahu'nun İbrahim Anlaşması sonrası büyük bir maliyetle de olsa Riyad'la normalleşme fikrini benimsemesini sağladı.


İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesinin gölgesinde Ortadoğu: Ankara nerede duruyor?

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney/İstanbul Nişantaşı Üniversitesi

21 Eylül 2023 tarihli Wall Street Journal (WSJ) gazetesinde çıkan Dion Nissenbaum ve Dov Lieber imzalı yazıda, İsrailli uzmanların ABD'li muhataplarıyla görüştüğü, sessiz bir biçimde Suudi Arabistan topraklarında Washington'un denetiminde kurulacak bir uranyum geliştirme merkezi planı üzerinde çalıştıkları haberi paylaşıldı. Bu durum, Biden yönetiminin bir süredir üzerinde çalıştığı Suudi-Arabistan ile Israil ilişkilerinin normalleşmesi planıyla yakından ilişkili. Planın müzakeresi sürecinde Riyad'ın Washington'a dayattığı koşullardan biri nükleer paylaşım ya da Riyad'ın nükleer kapasitesinin gelişmesinin önünün açılmasıydı. Washington-Riyad hattında bu yaşananları gözlemleyenler için Prens Muhammed Bin Salman'ın Amerikan Fox tv'sine verdiği 20 Eylül 2023 tarihli mülakatta söyledikleri şaşırtıcı değil. Prens Salman, 2015 tarihli İran nükleer anlaşmasının yenilenmesi çabalarının tıkanması sonucu, Tahran'ın nükleer bir güç olması halinde Riyad'ın da nükleer bomba geliştirmek zorunda kalacağını ifade etti. Nükleer yayılmayı önleme, en azından yayılmayı kontrol altında tutma baskısı altındaki ABD'ye Riyad'ın sunduğu şartlar sadece Suudi topraklarında uranyum zenginleştirilmesi konusunda Biden yönetiminin Riyad ile işbirliği yapması ile sınırlı değil. Riyad, nükleer mevzunun yanında ABD'den i) Washington ile karşılıklı savunma paktı oluşturulmasını ve (ii) Israil'in Filistin konusunda bazı özverilerde bulunmasını da talep ediyor. Peki taraflar müzakerelerin neresindeler? Geçtiğimiz günlerde Suudi Prens basına yaptığı açıklamada, her geçen gün Israil'le normalleşmeye biraz daha yakın olduklarını ifade etti. Dolayısıyla olası Washington-Riyad uzlaşının bölge dengeleri üzerindeki etkisinin ne olabileceği konusunda düşünebileceğimiz kısa bir aralıktayız.

Riyad, yeni Tahran olur mu?

WSJ'nin verdiği Nissenbaum-Lieber haberinin dayanağı olan rapora göre, Biden yönetimi henüz adı geçen Suudi Arabistan'daki uranyum zenginleştirme planını onaylamamıştır ve halihazırda diğer başka alternatifleri de araştırmaktadır. Ayrıca İsrail ve ABD'li yetkililerin Suudi Krallığının topraklarında görünür bir biçimde gerçekleştirilecek uranyum zenginleştirme programının detayları üzerinde müzakere ettiği de söylenmekte. Washington'da bazı kesimlerin Riyad'ın kendi topaklarında uranyum zenginleştirmesine ve tabii buna ABD'nin katkıda bulunması fikrine ciddi bir direnç gösterdiği bilinmekte. Geçenlerde ABD yönetimine 76 imzalı bir mektup gönderildi. İmzacılar, Biden yönetiminden Israil-Suudi Arabistan'ın normalleşmesi karşılığında Riyad'a kendi topraklarında uranyum zenginleştirme konusunda yardım yapılmamasını talep ediyorlar. Mektuba imza koyanlar iki hususun altını çizmiş: Birincisi uranyum zenginleştirilmesi sonucu herhangi bir ülkenin nükleer silah kapasitesine erişeceği gerçeğinin hiçbir zaman unutulmaması gerektiği ve ikincisi, İran'da 1979 sonrası görülen rejim değişikliğinin ileride Suudi Arabistan'da da gerçekleşmesi durumunda yeni yönetimin Tahran gibi askeri nükleer kapasite geliştirme olasılığının var olduğu. Genel resim böyleyken Ortadoğu'da nükleer silahların yayılması olasılığı konusunda hala temel tetikleyicinin İran olduğunu ve bölge ülkelerine karşı "sıfır zenginleştirme" kriterine geri dönülmesi gerektiğini düşünenler de var. Foundation of Democracies'nin Başkan Yardımcısı Jonathan Schanzer, örneğin, bunlardan biri. Ancak, Schanzer'in bu sıfır-uranyum zenginleştirme modeli, NPT'nin 4. Maddesinden kaynaklı doğal hakkın (nükleer silahlı devlet statüsünde olmama koşulunu kabul eden ülkeler Anlaşma gereği kendi topraklarında sivil amaçlı nükleer enerji tedariki için uranyum zenginleştirme hakkına sahiptir) sınırlandırılmasına yönelik bir adım olur ki, BAE gibi kendi isteği ile 4. Madde hakkından vaz geçmeyen NPT üyesi devletlere uygulanması çok zor. Keza, 2015 Nükleer Anlaşmasıyla Tahran zaten yüzde 3.67 oranında kendi topaklarında uranyum zenginleştirilme hakkına sahip olmuştu ve durumu geri toparlamaya çalışan Trump yönetiminin konuyla ilgili başarısızlığı da ortada. Ayrıca, bugün uranyum zenginleştirme oranını ABD ile yapmış olduğu esir takas anlaşmasının bir şartı/gereği olarak yüzde 60 oranında tutmaya söz vermiş İran yönetiminin sıfır uranyum zenginleştirilmesine döndürülmesinin hiç de gerçekçi olmadığı aşikardır. Kısaca, makaraları geri sarmak ve bölge ülkelerini sıfır zenginleştirmeye ikna etmek Washington için artık imkânsız bir görev.

ABD'de Washington-Riyad pazarlıklarına karşı gözlemlenen direncin bir benzeri Israil'de de var. Örneğin muhalefet lideri Yir Lapid, Suudi'lere kendi topraklarında uranyum zenginleştirme imkânının verilmesinin başta Israil olmak üzere tüm bölgenin güvenliğini tehlikeye sokacağını belirterek karşı çıkmakta. Bu tablo karşısında New York'taki son BMGK görüşmeleri sırasında, Amerikalı yetkililer yaptıkları açıklamalarda Riyad'ın sivil nükleer enerji edinimi konusundaki yardım taleplerinin Washington'un bilinen nükleer silahların yayılmasının engellenmesi standartlarına sadık kalınarak karşılanacağını bildirdiler. Kuşkusuz, Suudi-Arabistan'a karşı ABD'nin nükleer enerji işbirliği konusunda nasıl bir tavır belirleyeceği bölgenin diğer ülkeleri de sivil nükleer enerji elde etme yarışı içerisinde olduğundan çok çok önemli. Zira, bu ülkeler ABD ile belirli aralıklarla 123 nükleer işbirliği anlaşması imzalıyorlar. Geçmişte, altın standart olarak adlandırılan bir 123 Anlaşması BAE ile imzalanmış, bu ülkenin kendi topraklarında uranyum zenginleştirmesine izin verilmeden bir nükleer reaktör inşa etmesine ve İran'dan sonra bölgenin ikinci sivil amaçlı nükleer enerji reaktörüne sahip olmasına izin verilmişti.

Bugüne gelinceye kadar ABD'nin İran nükleer programını sınırlamaktaki başarısızlığı Riyad'a yeni taleplerle ortaya çıkma fırsatı vermiş görünüyor. Riyad'ın yeni talepleri ile İran'ın 2015 Nükleer Anlaşması sonrası nükleer durumu kanımızca bölgedeki jeopolitik dönüşümlerden asla bağımsız olarak değerlendirilmemeli. Evet, Israil ile Suudi Arabistan'ın nasıl bir normalleşme anlaşması yapacağı, şimdiden NPT'nin nükleer olmayan ülkelerinin meşru uranyum zenginleştirme hakkıyla (NPT 4. Md) irtibatlandırıldı. ABD-Israil ve Suudi Arabistan'ın bu konuda bulacağı formül sadece nükleer olmayan ülkelerin gelecekte nükleer enerji tedarikinde nasıl bir uranyum zenginleştirme imkanına sahip olacağını belirlemeyecek, aynı zamanda Ortadoğu bölgesinde nükleer silahların yatay olarak yayılmasının önlenmesi ve dolayısıyla NPT anlaşmasının güvenirliğinin geleceği bakımından da belirleyici olacak. Ama ABD, Suudi Arabistan ve Israil'deki Netanyahu yönetiminin uranyum zenginleştirme konusunu da içeren bir normalleşme anlaşması üzerinde neden şimdi ısrar ettikleri sorusuna cevap bulmak için nükleer mevzunun ötesine, bugünün jeopolitiğine uzanmak gerekiyor.

Filistin meselesi bir engel mi?

ABD için Riyad-Tel Aviv yakınlaşması çok önemli, bunu yapılan açıklamalardan anlıyoruz. Bir yandan ABD Savunma Bakanı Sullivan, Suudi Arabistan-Israil normalleşmesini Amerikan ulusal güvenlik çıkarı bağlamında önemli bir konu olarak ilan etti, diğer yandan Dışişleri Bakanı Blinken Israil'in bu yolla Ortadoğu'ya entegrasyonunun hem bölgedeki Amerikan çıkarlarına yarayacağını hem de bölgeye istikrar getireceğini söyledi. New York Times yazarı Friedman'a göre ise her şey güllük gülistanlık değil ve Israil-Suudi Arabistan normalleşmesi iki nedenle zora girebilir: Friedman'a göre bir defa, Filistin meselesinin çözümünün Netanyahu hükümeti ve onun aşırı sağ koalisyon ortaklarının itirazları sebebiyle şu anda halledilmesi mümkün değildir. İkinci olarak, Washington yönetiminin Kongre'deki muhalefet nedeniyle Prens Muhammed Bin Salman'a istediği NATO tarzı bir güvenlik garantisi vermesi de gerçekleşemez. Olası normalleşme anlaşmasının tarafı olan Suudi Arabistan'da ise kamuoyunun İsrail'e karşı tepkisinin Netanyahu yönetiminin Filistinlilere son dönemde yaptığı muamele nedeniyle oldukça olumsuz olduğu biliniyor. Bu zorluklar bir gerçekliğe işaret ediyor. Ama zorlukların aşılması Riyad'ın ve Washington'un önceliklerine de bağlı.

Bir kere Filistin meselesinden kaynaklı zorlukların farkında olmalı ki, Prens Salman Israil ile gerçekleştirilecek normalleşme anlaşması için, Filistin halkına Israil'in bazı tavizlerde bulunmasının gerektiğinin altını çizdi ama 2002 tarihli Suudi Barış Planını da bu yönde bir şart olarak öne sürmedi. Bilindiği gibi adı geçen 2002 tarihli Arap/Suudi Barış planı Filistin'in devlet olarak tanınmasını ve Israil'in 1967 sınırlarına dönmesini şart koşmaktaydı. Bunun karşılığında da Arap devletlerinin İsrail'i tanıması bekleniyordu. Son normalleşme müzakereleri esnasında Suudi Prensi 2002 Arap Barış Planını reddetmese de bu plana referans vermeyi de tercih etmedi. Dolayısıyla, bizce, Prens Salman'ın Israil ile yapacağı olası normalleşme anlaşması için Washington'dan koparmak istediği taviz öncelikleri arasında Filistin konusu ön sıralarda yer almamakta. Öte yandan, Biden yönetimi Arap-Israil çatışması meselesini okurken, bu okumanın merkezine Filistin'i koymuyor. Biden'ın düşünce yapısına göre, Araplarla Israil arasındaki normalleşme 2002 tarihli İbrahim Anlaşmalarından sonra Israil-Suudi Normalleşme Anlaşması ile ivme kazanacak ve bu da bölgeye istikrar getirecektir. Demek ki Biden yönetimi açısından her ne kadar iki devletli Filistin çözümü dillendirilmişse de Israil-Filistin meselesinin halledilmesi için bir ön şart değildir.

Eğer konu Filistin ile ilgili değilse Biden şimdi neden Israil-Suudi normalleşmesine öncelik vermektedir. Bu yazının başında bahsettiğimiz İran ve nükleerleşme meselesi cevabın bir kısmını oluşturuyor, cevabın diğer kısmı için ise Riyad'ın özellikle kritik teknolojiler konusunda Çin ve Rusya ile geliştirdiği işbirliğine bakmak gerek. Washington'un, Çin'in Ortadoğu'da dahil olmak üzere küresel çapta farklı bölgelerdeki etkisini azaltmak iradesine sahip olduğu biliniyor. Bu bağlamda ABD yönetimi adı geçen normalleşme anlaşması sayesinde hem Körfez ülkelerinin Çin'e olan mevcut yönelimlerini kısıtlamak hem de son dönemde tezahür eden İran-Çin yakınlaşmasını durdurmak istemektedir. Bu bağlamda, Çin menşeili Suudi-İran anlaşmasının bir dengeleyicisi olarak ABD'nin de karşıt tedbir olarak Suudi-Israil anlaşmasını sahaya sürmek istemesi oldukça mantıklı duruyor. İlginç olan ise, söz konusu ABD tarafından kotarılmaya çalışılan bu normalleşme anlaşması için Riyad'ın şimdiki yönetiminin desteğini alması. Prens Salman da anlaşmanın bölge için büyük bir sıçrama etkisi yapacağını söylemesi not edilmeli.

Begin Doktrini öldü mü?

Bazı ABD'li yazarlara göre, böyle bir anlaşma 2024 seçimlerine gidecek Biden için siyasi bakımdan önemli bir kazanç getirebilir ancak Washington yönetimi Israil-Suudi Arabistan normalleşmesi olacak diye Riyad'a uranyum zenginleştirme imkânı verme konusunda çok dikkatli davranmalıdır. Bu yazının bir yerlerinde bahsettik, Riyad'ın yeni bir Tahran olma olasılığının unutulmaması tavsiyesi Biden yönetimine veriliyor. İşin ilginç yanı İran'ın nükleerleşmesi konusunda fırtınalar koparan, sıfır-zenginleştirme tezini ısıtıp ısıtıp masaya getiren Netanyahu hükümetinin Riyad'ın ABD eliyle uranyum zenginleştirme yeteneğine sahip olması konusunda bir itiraz dillendirmemesi. ABD-Israil görüşme detayları bilinmemekle beraber-basına yansıdığı kadarıyla Tel Aviv, ABD yönetimiyle uranyum zenginleştirilmesi konusunda aynı fikirde olduğunu açıkladı. "Begin Doktrini öldü mü?" sorusunu sormak lazım. Bu doktrine göre İsrail dışında hiçbir ülkenin nükleer silaha sahip olmasına izin verilmeyecekti. Zamanında Irak ve Suriye'deki nükleer tesisleri vururken ve İran'ı vurmakla tehdit ederken İsrail bu doktrini kullanmıştı.

İsrail'in duruşundaki bu radikal dönüşümün çeşitli nedenleri var: İlk neden Netanyahu'nun içerideki sıkışmışlığıyla ilgili. Bu sıkışmışlık içinde ABD desteği Netanyahu hükümeti için önemli. Daha önemli sebep elbette bölgede meydana gelen son jeopolitik değişiklerle ilgilidir. Özellikle İran'ın yaptırımlarla istenildiği kadar çevrelenememiş olması Netanyahu'nun İbrahim Anlaşması sonrası büyük bir maliyetle de olsa Riyad'la normalleşme fikrini benimsemesini sağlamıştır. Evet, şimdiye kadar Golan'daki kazanımları sonrası İsrail, İran'ı bir de kuzeyde Azerbaycan-Türkiye işbirliği ile kuşatmayı başardı ama Tel Aviv, bir yandan da Tahran'ın da bölgedeki normalleşme ortamından azami olarak faydalanmış olduğunu gözlemliyor. Bu konuda, İsrail ve Washington'ı en çok rahatsız eden husus Çin aracılığıyla gerçekleştirilen Suudi-Iran Anlaşmasıdır. Tahran bilindiği gibi bölgedeki normalleşme dalgası içinde BAE, Uman gibi bazı Körfez ülkesiyle var olan ilişkilerini geliştirmeyi ve Suudi Arabistan ile normalleşmeyi başardı. En son olarak Azerbaycan ile ilişiklerini onarmak için çeşitli adımlar attı. Bunun için Ermenistan'la bilinen klasik sıkı ilişkisine rağmen Karabağ'ın Bakü'nün egemenliğinde olduğunu söyledi. Düne kadar Zengezur koridoruna karşı duran Tahran'ın bu konuda da Ankara-Azerbaycan'ın duruşuna olumlu olarak yönelmiş olması manidar. Tüm bu adımlarla Tahran kendisine yönelik ABD-Israil kuşatmasını yarmayı amaçlıyor. Öte yandan İran başarılı bir Doğu'ya Açılım politikası izliyor ve bu politikanın getirileri İsrail'in gözünden kaçmıyor. Gerçekten de hidro-karbon kaynaklarını Batı menşeili yaptırımlar yüzünden ülke dışına satmakta zorlanan Tahran'ın yardımına, İran'ın son dönemde etkili olan Doğuya Açılım politikası yetişmiş ve bu sayede İran'ın yaptırımlar nedeniyle yaşadığı maddi açığın Çin gibi ülkelerle gerçekleştirilen yeni ticari-enerji anlaşmalarıyla telafi edilmesi mümkün olmuştu. Ayrıca, İran'ın Ukrayna Savaşı nedeniyle Rusya'ya son dönemde dronlar ve diğer askeri teçhizat tedarik etmesi sonucu Moskova-Tahran ilişkisi de pekiştirmiştir. İlaveten, son dönmede BRİCS'e Tahran'ın davet edilmiş olması ve Şangay İşbirliği örgütünün de üyesi olması İran'a önemli bir moral kaynağı olmuştur. En önemlisi İsrail, ABD'nin güncel İran politikasının (gerilimi azaltma ama anlaşma yapmama/ de-escalation and no-deal) sonuçlarını izliyor. Buyurun son yapılan rehine takasının sonucuna. İran, rehineleri bir pazarlık unsuru olarak kullandı ve sonuçta Tahran'ın Güney Kore'de dondurulan 6 milyar dolar varlığı serbest bırakıldı.

Normalleşme-Kutuplaşma arası zigzag

Sonuçta bölgede İsrail çeşitlendirme ve normalleşme ikliminden ne kadar kazandıysa İran da o kadar faydalandı. Bu nedenle garip bir şekilde normalleşme iklimi tüm bölgeyi kapsayıcı, herkesin herkesle normalleştiği bir atmosfer yaratmış gözükse de ABD ve Rusya/Çin'in bu normalleşmelerden dostluk hatları inşa etme çabası merkezinde Körfez'in yer aldığı yeni bir kutuplaşma atmosferini de beraberinde getiriyor. Bakınız, son örnek Çin'in Yol-Kuşağı'na karşı ABD'nin Hint-Ortadoğu-Avrupa yolu, aslında İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesi adına ortaya konulmuş bir adım. Biden yönetimi 2024 seçimleri öncesi Ortadoğu'da bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor ve bu nedenle de bir dönem parya/istenmeyen dışlanmış ilan ettiği Suudi Arabistan Prensi Salman'ı ortak olarak kazanma stratejisinde Hint-Ortadoğu-Avrupa Koridoru 'nu ikna edici bir araç olarak uranyum pazarlıkları ciddileşmişken ortaya koyuyor.

Büyük güç rekabetinin geri döndüğü yeni Soğuk Savaş döneminde, bizler Türkiye'nin yanı başında tezahür eden normalleşme atmosferinde bölgesel düzlemde tansiyon düşürme imkanının/fırsatının yanı sıra yeni bir kutuplaşma dalgasının da var olduğunu görmekteyiz. Bu atmosferde Ankara kutuplaşmanın getireceği riskleri bertaraf ederken ortaya çıkabilecek fırsatları da değerlendirmek istiyor. Bu noktada Ankara'nın son dönem diplomasisinin dokunduğu taşları art arda sıralayalım: Azerbaycan'ın Karabağ'daki son terör mücadelesinde verdiği destek, Zengezur diplomasisi (Azerbaycan-İran hattı), Nahcıvan, İsrail ile Doğu Akdeniz diplomasisi, KKTC'ye iki devletli çözüm için verilen destek, Kalkınma Yolu. Tüm bu çizgiye baktığımızda, Ankara'nın bölge normalleşme-kutuplaşma arasında zigzag çizerken şimdiye kadar uyguladığı rasyonel denge politikasını sürdürdüğünü görüyoruz.

[email protected]