Bugün Gazze'yi savunmak aslında çocuklarımızın geleceğini savunmak anlamına gelmektedir. Şimdi Gazze'yi savun(a)mazsak yarın savunacak çocuklarımız bile kalmayabilir. O yüzden Gazze'yi savunmak sadece Filistin'i değil aynı zamanda Türkiye'yi savunmaktır.
Doç. Dr. Abdulgani Bozkurt/ Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
İsrail'in, bebek, çocuk, kadın ve yaşlı ayrımı yapmaksızın sivilleri hedef alan katliamı hız kesmeden devam etmektedir. Üstelik sahada Kassam Tugayları karşısında varlık gösteremeyen İsrail, verdiği kayıpları örtbas etmek için saldırıların dozunu da zaman zaman arttırmaktadır. İsrail'in sınırsız ve orantısız saldırganlığı ile sahadaki mücadelenin seyri birlikte değerlendirildiğinde İsrail'in ve hatta ABD'nin net bir savaş planlarının bulunmadığı izlenimi oluşmaktadır. Ancak ne var ki, savaş hukukunun hiçbir ilkesini tanımayan, yasaklı bombaları bile kullanmaktan çekinmeyen İsrail, stratejik açıdan bir üstünlük elde edememiş olsa da Gazze'yi siviller için yaşanmaz bir mekâna dönüştürmeyi sürdürmektedir. Aksi halde altyapıların tahrip edilmesi, sivillerin sığındığı okul ve mabetlerin (cami ve kilise fark etmiyor) yıkılması, yaralı sivillerin tedavi edildiği hastanelerin hedef alınmasının izahı nasıl mümkün olabilir. Bu saldırganlığın üzerinden yaklaşık 40 gün geçmiş olmasına rağmen Gazze'ye yardımlar hala daha sembolik düzeydedir. İçeriye girecek hemen her maddenin İsrail kontrolünden geçtiği Gazze'ye tabir yerinde ise neredeyse bir ağrı kesicinin bile gir(e)mediğini söylemek mümkündür. Peki, tüm dünyanın gözleri önünde devam eden, halkları adeta isyan ettiren ancak uluslararası kurum ve devletlerin görece sessiz kaldığı bu soykırım nasıl sonlandırılabilir? Ya da başka bir ifade ile sözden, hukuktan ve diplomasi dilinden anlamayan İsrail, özellikle Müslüman devletlerin pasif direnişle iktifa ettiği böylesi bir vasatta tam olarak ne'den anlar?
Aksa Tufanı operasyonu İsrail'in laftan değil güçten anladığını bir kere daha tüm dünyaya acı bir şekilde gösterdi. Mesele, anladığı dille mukabele edileceği noktasında tüm dünyada hâkim olan akıl tutulmasının varlığında düğümleniyor. Devletler/rejimler, halkların taleplerine sessiz kalmamak ile savaşa dâhil olmanın reel-politik açıdan getireceği bedeli ödememek tercihi arasında sıkışmış durumdalar. Son zamanlarda dillendirilen üçüncü dünya savaşının çıkmasına tek başına yeterli sebep olmasa da Aksa Tufanı'nın günün birinde çıkacak bu savaşın ilk ayağına namzet olduğu söylenebilir. Bu bağlamda devletler, 20. yüzyılda vuku bulan iki dünya savaşında olduğu gibi en büyük hasar alan yerin merkez ve görece daha az bedel ödeyen yerlerin ise çevre olduğu gerçeğinden hareketle doğrudan somut adım atmaktan imtina ediyorlar. İsrail saldırılarından duyduğu rahatsızlığı en üst perdeden zikreden ülkelerin başında gelen İran ile Türkiye'nin bile doğrudan savaşa sokacak hamlelere girişmemesi, buna karşın her iki ülkenin de kendi sınırlarını kapsayan bu tehlikenin farkındalığıyla savaşın sınırlarına geldiğinde "karşıya" bedel ödetmeye hazır oldukları yönündeki söylemleri meşhur olan bir sözü tersine çevirmiş durumdadır: Sathı müdafaa yoktur hattı müdafaa vardır. Devlet-dışı bir aktör olan Hizbullah'ın bile, hem de İsrail'in bu kadar mevzi ve imaj kaybetti bir savaşta, topyekûn savaşa girmemesi hattı müdafaa tespitini destekler niteliktedir. Devletlerin ve aktörlerin evvela kendi sınırlarını korumaya odaklandığı ve birbirine yeterince güvenmediği bu ortamda atılabilecek aslında birçok adım bulunmaktadır. Bu adımları ilki ve sonuncusu halklara aradaki dördü ise devletlere müteallik olacak şekilde altı başlıkta toparlamak mümkün.
Halklar ne yapabilir?
Halkların yapabileceği ilk önemli somut hamle boykottur. Operasyon süresince boykotun, önemsizleştirmeye çalışan tüm kesimlere rağmen oldukça olumlu sonuçlar doğurmaya devam ettiğini görmekteyiz. İsrail'in doğrudan sahip olduğu ya da dolaylı yoldan İsrail'e destek veren kuruluşların önümüzdeki süreçte ciddi mali kayıplar yaşayacağı öngörülmektedir. Burada tartışılması gereken husus boykotun etkili olup olmadığından ziyade, yakında imzalanabilecek bir barış anlaşması ile toplumların eski alışkanlıklarına dönüp dönmeyeceğidir. Zira modern İsrail devletinin işgal tarihi 75 yılı kapsamaktadır. Taraflar arasındaki savaş dün başlamış değildir. Bundan dolayı boykot sadece savaş zamanlarında değil barış zamanlarında da sürdürülmesi gereken bir stratejidir. Burada kuşkusuz en önemli vazife dünyada toplumları bilinçlendirmekle muvazzaf akademi, medya ve sivil toplum kuruluşlarına düşmektedir.
Taraf olmak
Boykot, aslında savaşa doğrudan taraf olmak anlamına gelmektedir. Tarihte boykot ile kazanılan mücadelelere birçok örnek verilebilir. Mekke'nin fethine giden yolda Yahudilerin yenilmez kalesi Hayber boykot ile düşmüştür. Modern zamanlarda Nelson Mandela ve Mahatma Gandhi gibi liderlerin zaferlerinde yine boykotun mühim bir yer teşkil ettiği görülmektedir. Boykot bir malı almamak anlamında sıradan bir tepki değil aslında var olan mücadelenin tarafı olmak anlamına gelen bir şuur/bilinç göstergesidir.
İktisadi, siyasi ve askeri işbirliklerini bitirmek ve İsrail'i tecrit ederek yalnızlaştırmak devletlerin atabilecekleri somut adımlar olarak zikredilse de uygulanabilirliği noktasında zayıf görünmektedir. Çünkü mezkûr devletler, öyle anlaşılıyor ki, böyle bir adım karşısında büyük yaptırımlara maruz kalmaktan endişe etmektelerdir. Bu yazının asıl amacı işte tam bu noktada hayatın olağan akışında ve dış politikada uygulanması mümkün olabilecek adımlara odaklanmaktır. Buna göre, ilk olarak İslam âleminden bir devlet başkanı ya da dışişleri bakanı, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken'in "Buraya sadece dışişleri bakanı olarak değil aynı zamanda bir Yahudi olarak geldim ifadesini kullandığı Telaviv ziyaretinden sonra, Kudüs'ü ziyaret edebilir ve "Ben de buraya sadece bir dışişleri bakanı olarak değil, bir Müslüman olarak geldim diyebilirdi. Bu hamle için hala daha geç değildir. Üst düzey bir ya da iki bürokratın –belki müştereken- atacağı bu adım, İsrail'in pervasız ve fütursuzca gerçekleştirdiği saldırıları kısmen de olsa engelleyebilir.
Devletlerin atabileceği somut adımlardan ikincisi bir blok oluşturmalarıdır. Özellikle savaşa dahil olduğunda yalnız kalacağı endişesi, devletlerin Hamas'a destek vermeleri hususunda büyük bir zafiyete yol açmaktadır. Tam bu noktada kırmızıçizgisi Kudüs olan yaklaşık 6-7 devletin bir araya gelerek oluşturacağı koalisyon bölgedeki tüm dengeleri değiştirebilir. Koalisyon içinde yer alan devletlerin dışişleri bakanlarının ortaklaşa toplantı yapması ve toplantı sonrasında İsrail'e saldırıları durdurması noktasında mukayyed bir süre tanımaları (24 ya da 48 saat olabilir), aksi halde bu koalisyonun Filistin lehine aksiyon almaya başlayacağını deklare etmesi savaşın gidişatını hepten değiştirebilir.
Üçüncü somut adım ise daha radikal bir şekilde atılabilir. Buna göre, Mavi Marmara tecrübesinden hareketle, Türkiye Gazze üzerinde yıllardır uygulanan ambargonun delinmesine öncülük edebilir. Antalya limanında hazırlanacak olan en az 10 civarı büyük insani yardım gemisi beraberinde Türk donanması ile desteklenerek Gazze'ye doğru yola çıkabilir. Gerekirse BM görevlilerinin ve hata İsrailli yetkililerin bile dâhil olabileceği bir uluslararası komisyon bütün gemileri kontrol edebilir. Askeri bir müdahaleden uzak olan ve insani yardımı merkeze alan bu hamle ile birlikte Türkiye, tüm dünyaya şöyle bir duyuruda bulunabilir: Uluslararası hukuka aykırı olacak şekilde geçmişte yaptığınız hatayı bir daha tekrarlamayın diye yardım filosunu donanmamla destekliyor ve herhangi bir müdahaleyi meşru savaş sebebi sayıyorum.
Devletlerin atacağı son somut adım ise yine meşruiyetini uluslararası hukuktan almaktadır. Filistin BM'nin 242 no'lu kararına göre 1967'den itibaren işgal atındadır. İlgili kararın orijinal metninde İsrail'in işgalci olduğu teyit edilmekte ve işgal ettiği topraklardan çekilmesi istenmektedir (...withdrawal of Israel armed forces from territories occupied in the recent conflict). Buna göre 7 Ekim'de başlayan operasyon hukuken bir saldırı değil, işgal altındaki Filistin'in meşru müdafaa hakkıdır ve bu haktan doğan bir kuvvet kullanımı söz konusudur. Bu kapsamda İsrail, 75 yıldır insanlığa karşı suç işleyen, insancıl hukuku ihlal eden hatta zaman zaman soykırıma varan girişimleri ile Filistin'e karşı mütecaviz eylemlerine devam etmektedir. Buna göre on yıllardır mezkûr suçlara karşı varlık mücadelesi veren işgal altındaki topraklardaki Hamas'a üçüncü tarafların mühimmat ve silah desteği sağlama hakkı vardır. Bu haktan hareketle Türkiye ya da başka herhangi bir üçüncü tarafın, ABD ve Batı'nın İsrail'e silah ve mühimmat sağladığı bir ortamda Filistin'e silah ve mühimmat sağlamasının doğuracağı hukuki bir sonuçtan bahsetmek asla mümkün görünmemektedir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli hususlardan biri, Hamas'ın Filistin'de yapılan son seçimlerde (2006) hükümeti tek başına kuracak çoğunluğu alarak meşru bir hükümet kurduğu ve Filistin devletinin tam bağımsız egemen bir devlet olarak kurulması halinde ülkeyi yönetmeye namzet birinci aktör olduğudur. Devletleşme sürecinde Hamas'ın silahlı kanadı olan Kassam Tugaylarının da devletin resmi ordusuna dönüşeceği mutlaktır. Dünün terör örgütü Haganah (İbranice savunma anlamına gelmektedir) nasıl ki 1948'de İsrail kurulduktan hemen sonra IDF'ye (Israel Defense Forces-İsrail Savunma Kuvvetleri) dönüşmüştür, Batılı bazı devletlerin terör örgütü olarak tanımladığı Kassam Tugayları da Filistin devletinin ordusuna dönüşecektir. Sahaya dönük bu gerçeklik göz ardı edilemeyeceği için üçüncü tarafların Filistin'e desteği apaçık şekilde meşrudur.
Devletlerin atabileceği adımlar sonuç vermediği takdirde dünyada Filistin'in özgürleşmesini isteyen bütün hür insanlar savaşı sonlandırmak için doğrudan devreye girmelidir. Halklar iki şekilde devreye girebilir: Hava ve deniz güzergahı ile. Aşağıda hava güzergâhı üzerinden yapılabilecek bir organizasyonun genel hatları çizilecek ve mümkünlüğü tartışılacaktır. Elbette benzer bir çalışmayı deniz üzerinden de organize etmek pekâlâ mümkündür.
Türkiye'den beş-altı güçlü Sivil Toplum Kuruluşu (STK) bir araya gelerek bir koordinasyon/harekat merkezi oluşturmalıdır. İvedilikle birinci dil İbranice olmak üzere dört-beş dilde takip edilecek sayacın olduğu bir internet sitesi kurulmalıdır. STK temsilcilerinin adeta kamp kuracağı bu koordinasyon merkezinde en az on kişiden oluşacak iki kriz masası kurulmalıdır. Bir masa en az 100 ülke ile teması sağlamalı, diğer masa ise Türkiye'den gelecek başvuruları almalıdır. Türkiye'den gelen başvuruları arttırmak ve geniş bir toplumsal tabana yaymak için mal-can buluşması yapılmalıdır. Örneğin, bu mezalim karşısında yaşadığı vicdan azabı nedeniyle uykuları kaçan 60'lı yaşlarda bir esnaf/işadamı, yine aynı saikle uykusu kaçan 20'li yaşlarda ekonomik açıdan gücü olmayan bir gencin bölgeye gitmesine aracı/vesile olmalıdır. Böylece kimi malıyla kimi de canıyla bu kutlu yolculuğa çıkabilir. Tabi burada İsrail yanlısı Türk siyaset, sanat ve iş dünyasının maddi katkıları da proje içinde değerlendirilmeli ve onlar da gidecek insanları finanse etmelidir, böylece mezkûr kişiler bu coğrafyandan kaç binlerin gideceğini görerek bu işin bir hamasetten ibaret olmadığını anlayacaklar ve canlarını yakacak bedel ödeyeceklerdir.
Bu çalışma en az bir hafta sürmelidir. Bu bir hafta boyunca her akşam belli bir saatte koordinasyon merkezi sözcüsü basın önüne geçip sayaçtaki başvuru sayılarını -ülkeleri zikrederek- okumalıdır. Yine bu süreçte sosyal medyada üç-dört farklı dilde #Geliyoruz çalışması yapılmalıdır. Sözcünün yapacağı açıklamayı müteakip başlatılacak bu çalışmalar sayesinde bir hafta boyunca her gün güncel başvuru rakamları tedavüle sokulmalıdır. Bir hafta bittiğinde ise her ülke, metotlar değişebilmekle birlikte 10 bin gönüllü seçmelidir. (Başvuru sayısının bazı ülkelerde rahatlıkla yüzbinleri bulacağı öngörülebilir).
Bir haftanın sonunda, üç aşamalı bir strateji izlemek mümkündür. Buna göre, ilk olarak, koordinasyon merkezi sözcüsü, Mısır makamlarına seslenerek Refah sınır kapısının süresiz açılması için 24 saat süre verecektir. Aksi takdirde 100 ülkeden 10'ar bin kişinin takip eden 15 gün boyunca Mısır'a akın edeceğini ilan edecektir. Bu harekâta katılacak kişilerin ülkelerinden çıkmasını engelleyecek yasal bir mevzuat bulunmamaktadır; bununla birlikte Mısır gelen yolcuları yasaların verdiği ruhsatla sınır dışı (deport) edebilir. Bu durum, zaten iktisadi açıdan zayıf olan ve gelirlerinin önemli bir kısmı turizm ve hizmet sektörüne dayanan Mısır'a ciddi bir darbe vurmak anlamına gelmektedir. Refah sınır kapısı bu hamle ile açılabilirse rota Ürdün'e çevrilecektir. Ürdün'ün başkenti Amman ile Filistin'in başkenti Kudüs arası 105 kilometredir. Ürdün'ün pozisyonunu gözden geçirerek İsrail yanlısı aksiyondan vazgeçmemesi halinde takip eden 15-20 gün boyunca yüzbinlerce insanın Ürdün'e geleceği ilan edilecektir. Ürdün de icbari olarak Filistin lehine devre dışı bırakıldıktan sonra rota Lübnan'dır. Lübnan iç siyasetini göz önüne aldığımızda ülkeye girişi engelleyecek ve gidenleri sınır dışı edecek bir otoritenin olmadığı söylenebilir. Beyrut'a inen on binlerce insan sıfır noktasına, (Hizbullah'ın kalesi olan Sur şehrinin de güneyine) yani İsrail sınırına otobüslerle intikal edecektir. Sıfır noktasından İsrail'in üçüncü büyük ve sahip olduğu liman ile İsrail'e hayat veren Hayfa şehri 30 kilometre uzaklıktadır. Bir insanın saatte ortalama beş kilometre yürüyebildiği, bunula birlikte arazi şartları, gönüllü grubun kalabalıklığı da göz önüne alındığında sınır-Hayfa arası bir günlük mesafe değildir. Burada akıllara gelen en temel soru şudur: İsrail en az bir milyondan oluşacak bu kitleyi nasıl durduracaktır? Evet, sonuçta sınır tanımayan bir ülkeden bahsediyoruz ve bu ülkenin silahsız, sadece zulmü sonlandırmak için yola çıkmış bu insanların üzerine bomba atabilme ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Böyle bir saldırı İsrail'in tüm dünyayı karşısına alacağını anlamına gelmektedir.
İsrail'e komşu birkaç ülkeyi harekete geçirmeye ve Gazze üzerindeki ablukayı kaldırmaya dönük bu çalışmanın deniz üzerinden planlanması da mümkündür. Tüm dünyanın iştirak edeceği binlerce gemiden oluşacak bir özgürlük filosunu ne durduracak ne de karşısına alacak bir güç mevcut değildir.
Ülkemizi de içine alacak şekilde tüm bölgeye gözünü diken İsrail'in sapkın teolojik emellerine karşı çıkmak en azından hayali! arz-ı mevud içinde yer alan ülke insanları üzerine bir vecibedir. Mukaddes belde Kudüs'ün işgal altına olması, bu vecibenin kendisini Müslüman olarak tavsif eden herkese teşmil edilmesini de beraberinde getirmektedir. Artık şunu çok iyi bilmekteyiz. Bugün Gazze'yi savunmak aslında çocuklarımızın geleceğini savunmak anlamına gelmektedir. Şimdi Gazze'yi savun(a)mazsak yarın savunacak çocuklarımız bile kalmayabilir. O yüzden Gazze'yi savunmak sadece Filistin'i değil aynı zamanda Türkiye'yi savunmaktır.