Batılı ülkeler, tarihin farklı dönemlerde, kendi ekonomik kalkınmaları ya da refahlarının yükselmesi için dünyanın farklı yerlerinden insan transfer ettiler. Şimdi ise diğer tüm etmenler göz ardı edilerek göçten kaynaklı sorunların tek müsebbibi olarak ülkeye sonradan gelen insanlar gösteriliyor.
Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş/ Siyaset Bilimci
George Orwell'ın Hayvan Çiftliği romanında geçen "bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir!" sloganının basit bir cümleden ibaret olmadığını son günlerde daha iyi anlıyoruz. Bu cümle, totaliter bir diktatörlüğü tasvir etmek için kullanılmış olsa da aslında Batı'nın dünyaya bakışını oldukça iyi anlatıyor. İnsan hakları, hümanizm ve özgürlük gibi kapsayıcı bir evrensel değerler retoriğiyle yola çıkan Batı dünyası, gelinen noktada tüm bu kavramların yalnızca kendisi için geçerli bir ayrıcalık olduğunu dile getirmekten kaçınmıyor. Dünyanın her yerinde Müslümanlar başta olmak üzere farklı toplumların en temel insanî ihtiyaçlarını gidermelerine, hatta hayatta kalmalarına bile izin verilmiyor. İsrail'in üç ayı aşkın bir süredir devam eden Gazze saldırıları, Batı dünyasının iki yüzlülüğünün açık bir dışavurumu durumunda. Daha önce Bosna'da, Ruanda'da, Doğu Türkistan'da, Suriye'de ve diğer pek çok mazlum coğrafyada görülen katliamın en yeni ve belki de en ağır örneklerinden biri gözler önünde yaşanırken dünyanın büyük kısmı bunu seyretmekle yetiniyor. Dahası Gazze'de yaşanan soykırım, Batılı devletlerden, bazı durumlarda kendi halklarının bile hilafına, destek bulabiliyor.
İsrail'in Gazze'de uyguladığı devlet terörünü ve Batı'dan bu katliama verilen desteği tekil bir örnek gibi almamak gerekiyor. Uzunca bir süredir, pek çok Batı ülkesinde Müslümanlar başta olmak üzere tüm yabancılara bilinçli ve sistematik bir şekilde ötekileştirme hareketlerinin görüldüğü bilinen bir durum. Soğuk Savaş sonrasında yeni bir düşman arayan Batı, Müslümanlar başta olmak üzere yabancıları hedefine aldı. Batı dünyasında ırkçılığa varan ölçüde popülist bir dil kullanan aşırı sağ giderek yükseliyor. Kolayca tahmin edilebileceği gibi popülist siyasetçilerin hedefinde öncelikle ülke içindeki Müslümanlar var. Ancak bunların çoğu daha da ileriye giderek bir bütün halinde İslam dünyasını hedef alıyor. Ülke genelinde karşılaşılan tüm sorunların faturası, ülkeye sonradan gelmiş, bir kısmı da getirilmiş insanlarda aranıyor. Gerçekten de Batılı ülkeler, tarihin farklı dönemlerde, kendi ekonomik kalkınmaları ya da refahlarının yükselmesi için dünyanın farklı yerlerinden insan transfer ettiler. Gelenlerin adı bazen köle oldu bazen göçmen, bazense yabancı işçi. Ama her halükârda insan gücü ihtiyacının karşılanması için başka ülkelerden insan göçü teşvik edildi. Şimdi ise diğer tüm etmenler göz ardı edilerek göçten kaynaklı sorunların tek müsebbibi olarak ülkeye sonradan gelen insanlar gösteriliyor. Siyasî dil giderek sertleşiyor. Geçmişte marjinal olarak kabul edilen siyasî hareketler, seçmen nezdinde her geçen gün daha fazla karşılık buluyor. Söz konusu dil ve tavır, ana akım siyaseti de toplumun hayata bakışını da dönüştürüyor.
Tüm bu tavrın Batı'ya ve insanlığa "yeni" olgular olduklarını söylemek mümkün değil. Dünya Savaşlarını çıkaran faşizan yaklaşımlar, yeniden ve farklı görünümlerle arz-ı endam etti. Aslında Batı'nın dünya üzerindeki üstünlük iddiasının çok daha geniş bir arka planı var. Modernite ile birlikte Batılı devletlerle dünyanın geri kalanı üzerindeki makas giderek açılmaya başladı. İlk olarak emperyalizm olgusuyla karşılaşıldı. İngiltere başta olmak üzere Batılı devletler, ekonomik açıdan büyümek için dünyanın geri kalanı üzerinde bir tahakküm kurmak zorunda olduklarını düşündüler. İşin ilginç yanı, aynı dönemde, Batı ülkelerinde insanların eşit ve özgür oldukları yönündeki teorik yaklaşımlar güç kazanıyordu. Bir bakıma, insanların özgür birer birey olarak devlet tarafından dokunulmaz haklara sahip oldukları düşüncesi Batı'da hem siyaset hem de hukuk felsefesinin temellerine yerleşti. Ancak asıl sorun tam da bu noktada belirdi: "Bu haklardan kimler yararlanabilirdi?" Daha açık bir ifadeyle, en ince ayrıntısına kadar çerçevesi çizilen bu hakların herkes için ve aynı şekilde anlam ifade etmesi mümkün müydü?
Ahlakî üstünlük iddiası
Burada en başta Orwell'a verilen atfa yeniden geliyoruz. Herkes, gerçekten her yerde ve her açıdan eşit midir? Aslında Batı dünyası, daha en başta bu sorunun cevabını bütün sarahatiyle verdi. Batı'nın Aydınlanmacı ideallerinin totaliter baskıcılığıyla kapitalizmin pragmatik tavrı belirli bir nokta keşişti. Bir taraftan, insan hakları ve bireysel özgürlükler gibi ideallerin altı çizilirken diğer taraftan da insanlığın önemlice bir kesiminin içinde bulundukları cehalet iklimi nedeniyle bu hakları kullanmanın uzağında oldukları savunuldu. O sırada dünyanın her yerinde yayılan emperyalizm, bu değerleri de taşıma yönünde bir misyonunun bulunduğu düşüncesini açıktan açığa işledi. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, insanlığın ortak değerlerinin bulunduğu, ancak dünyanın bir bölümünde yaşayan insanların bunun farkına varamadıkları düşünüldü. Dolayısıyla emperyalizm, bir bakıma, geri kalmış toplumları medenileştirme iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışıldı. Batı, kendi doğrudan veya dolaylı şekilde kendi sömürgesi hâline getirdiği ülkeler üzerinde yalnız fiilî değil, ahlakî bir üstünlük de kurmaya kalktı. Yaşadıkları sorunların kendi yetersizliklerinden kaynaklandığı, Batı'nın misyonunun onları içinde bulundukları sefaletten kurtarmak olduğu iddiası her fırsatta tekrarlandı. Bu ahlakî üstünlük iddiası, dünya genelinde ikili bir toplumsal statünün belirmesi sonucunu doğurdu. Bir yanda, kendi özgürlük ve haklarının bilincinde Batılı toplumlar vardı, diğer yanda ise insan bile sayılamayacak diğerleri. Böylece, Batı ülkelerinin tarihin belirli bir döneminde ürettiği ve kendilerine layık gördüğü değer ve ilkelerin insanlığın tamamı için aynı anlamı ifade etmediği ortaya konuldu. İşin ilginç yanı, Batılı düşünürler, daha en baştan itibaren saydıkları bu değerlerin kendileri dışında kalan dünyanın geri kalanı için geçerli olmasının gerekmediğini söylemekten kaçınmadılar. Batılı olmayan toplumların, ancak kendi gelenekleri ve değerlerini bırakıp bu yeni anlam dünyasının içine girmeleri hâlinde gelecekte aynı statüyü elde edebilmek için bir şanslarının olduğu düşünüldü. Söz konusu yaklaşımın en genel şekilde ırkçılık kavramıyla ifade edilebileceği söylenebilir. Irkçılık, Batılıların dünyanın geri kalanından üstün oldukları düşüncesini işlemelerinin bir aracı olarak kullanıldı. Daha o günlerden itibaren insan haklarına sahip olmanın yalnızca Batılılar için geçerli olduğu, diğerlerinin henüz bu seviyede bulunmadığı savunuldu.
Mankurtlar hemen bulundu
Zaman içerisinde Batı, dünyanın geri kalanı karşısında neden üstünlüğünün haklılığı ve son tahlilde diğerlerinin yararına olacağı düşüncesini de sıklıkla işledi. Diğer ülkelerle kurulan ilişkiler, doğal bir üstünlük çerçevesine yerleştirildi. İşin ilginç yönü, Batı dışı toplumlar arasında bu tezin doğruluğuna inanacak mankurtlar da buldu. Kendi toplumlarının değerlerini küçümseyen ve bunların hızla Batı'nın kendilerine dayattıklarıyla değiştirilmesi gerektiğini savunan mankurtlar, bilerek ya da bilmeden emperyalizmin kayıtsız şartsız savunucunu durumuna düştüler. Batı, etki alanının hedef ülke içinde devşirilen kişiler aracılığıyla yayılabileceğini gördü. Böylece kendi toplumunun değerlerine yabancılaşmış, her ne pahasına olursa olsun Batılılaşmayı hedefleyen bir grup "aydın" belirdi. Bu durumun toplumun çoğunluğuyla aydınlar arasında bir mesafenin oluşmasını beraberinde getirdiği açıktır. Dolayısıyla Batı ırkçılığı, başka coğrafyalarda kendi toplumlarından neredeyse nefret eden bir destekçi kitlesini de devşirdi. Üstelik Batı'nın bu destekçileri, kendilerini kullanan güçlerin dil ve söylemlerini de toplumlarına uyarladılar. Başka bir ifadeyle, özgün bir dil üretmeye gerek duymadan Batı'dan ithal ettikleri kavramları varlık gerekçelerini anlamlandırmak için kullandılar.
Son dönemde Batı'da yükselen yabancı düşmanlığı ve popülist siyasî dil, geçmişte hâkim olan ırkçılığın güncelleştirilmiş bir sürümü. Tıpkı ırkçılığın tarih sahnesinde belirdiği dönemde olduğu gibi şimdilerde de hak ve özgürlükler insanlığın tamamına değil, yalnızca belirli bir kesime özgü gibi görülüyor. Batı'da bir taraftan göçmenlere ve yabancılara karşı negatif yaklaşımlar artıyor diğer yandan da Müslüman ülkeler başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerindeki insanlara karşı açık bir çifte standart uygulanıyor. Daha vahim olarak Batı ülkelerinin çıkarına aykırılık taşımadığı sürece katliamlar da soykırımlar da ilgi çekmiyor. Tam tersine bunlar, "insanların" güvenliklerini sağlamak için devletler tarafından izlenen meşru yöntemler şeklinde gösteriliyor.
Müslüman karşıtı dalga
Tarih boyunca küresel ölçekte, belki hiçbir zaman tam anlamıyla adil bir dünya düzeniyle karşılaşılmadı. Ama uluslararası alanda adalet, şimdilerdeki kadar örselenmedi. 20. yüzyılda dünya savaşlarını çıkaran olgu, Batı ülkelerinin dünya üzerinde hâkimiyet kurma hırsı ve ırkçılığıydı. Soğuk Savaş sonrası dönemde oluşan güç dengesi, bir süreliğine bu menfur anlayışın üstünü örttü. Son dönemde ise ırkçı yaklaşım, yeniden ve eskisinden bile pervasız şekilde ortaya çıktı. Elbette tüm toplumun siyaset kurumunun ürettiği ve işlediği bu ırkçı tavrı onayladığını söylemek mümkün değil. Batı'da popülizmle yükselen bu Müslüman karşıtı dalgadan rahatsız oldukça ciddi bir kesim var. Buna karşılık, kanser hücresi gibi yayılan bu dalga, İslâm coğrafyasında da kendi mankurtlarını üretiyor. Kendilerini toplumlarının genelinden daha üstün gören kesimler, Batı'nın sömürgeci tavrını destekleyen bir anlayışı benimseyebiliyor. O nedenle Batı dışı toplumlarda, her şeyden önce karşı karşıya kalınan bu ayrımcı tavır konusunda farkındalığın yükselmesi gerekiyor. Aksi takdirde bu dışlayıcı tavra karşı bir direniş stratejisi geliştirmek oldukça zor olacak.
@heberis