Kendi düzen tasavvurlarını dayatmaya çalışan iki gücün olası savaşı, ulus-devlet yapıları arasındaki mücadeleden ziyade dini metin ve referansların şekillendirdiği bir mücadeleyi tetikleyecektir. Bundan ötürü İsrail'in İran'a düşük düzeyli misillemesiyle iktifa edip etmeyeceği önümüzdeki günlerin/haftaların en önemli sorusudur.
Doç. Dr. M. Hüseyin Mercan/ Marmara Üniversitesi
Aksa Tufanı ile Orta Doğu'da değişen siyasal iklim, İran ve İsrail arasındaki karşılıklı restleşmeler ve saldırılar nedeniyle yeni bir boyuta evirildi. Bugüne kadar söylemler ya da vekiller üzerinden yürütülen mücadelenin, tarafların birbirini doğrudan hedef aldığı bir aşamaya geçmesi, bölgesel kırılganlığı artırma potansiyeli bakımından büyük tedirginliğe yol açtı. Saldırılar, iki ontolojik düşmanın doğrudan çatışmayı göze alması bakımından, modern Orta Doğu tarihinde oldukça önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmelidir. Uluslararası alandaki istisnai pozisyonu nedeniyle dilediği gibi davranma hakkını elinde bulunduran küresel siyasetin başına buyruk aktörü İsrail ile İslam devriminin ardından kendine özgü yayılma stratejisiyle bölgede görece bir dokunulmazlık elde eden İran'ın savaşı, yapısal dönüşümleri tetikleyeceği için, bölgesel ve küresel aktörler bu süreçte artan tansiyonu düşürmek adına her iki tarafa da itidal çağrısında bulunmaktan geri durmadılar.
Bilindiği üzere işgal devletinin genel tavrı ve amacı, Gazze direnişine İran'ın verdiği desteği kendisi için bir güvenlik sorunu olarak lanse ederek, böylece ABD'nin başını çektiği Batı dünyasının koşulsuz ve tam desteğini arkasına almak ve Filistin'deki işgal siyasetini normalleştirmekti. İran ise, İsrail ve ABD'ye karşı "direniş ekseni" üzerinden ürettiği söylemle kendisine dilediği manevrayı yapabileceği ve Müslüman dünyadan görece de olsa destek bulabileceği bir alan oluşturmaya çalıştı.
Tel Aviv ve Tahran yönetimlerinin uzun zamandır izlediği strateji, yakın temastan kaçınan ve kontrollü bir düşmanlık anlayışı üzerine bina edilmişti. Her ne kadar tarafların savaş olasılığı bölgesel ve küresel aktörlerde bir tedirginliğe yol açsa da aslında iki tarafın da böyle bir riski göze alabileceğine dair emareler çok fazla söz konusu değildi. Ayrıca yıllardır İran ve İsrailli yetkililerin kullandığı tehditkar söylemin sıradanlaşması, küresel siyaset gündeminin ilk sıralarını işgal etmesine rağmen, iki ülke arasındaki savaşın yakın gelecekte mümkün olamayacağına dair inancı pekiştirmişti. Bu noktada, İran ve İsrail arasındaki çatışmanın düşük yoğunluklu bir seyirde ilerlemesi, tüm kesimler için konforlu bir alanın oluşması anlamına gelecekti. Lakin, 7 Ekim sonrasında Siyonist yönetimin yetkililerinin savaşın sınırlarını genişletmeye yönelik kullandığı dil ve İran destekli Hizbullah ve Husilerin saldırıları, iki ülke ekseninde gelişecek bölgesel bir savaş ihtimalinin güçlü bir şekilde tartışılmasını beraberinde getirdi.
Karşılıklı saldırıların temel motivasyonu
Siyonist yönetimin Gazze'de yaptığı soykırım tüm şiddetiyle devam ederken beklenmedik bir şekilde İran'ın Şam'daki konsolosluk binasına işgal devletinin yaptığı saldırı, tüm dünyada büyük bir şok etkisi yarattı. Filistin'de yaşanan süreç nedeniyle siyasal ve ekonomik dengelerin sarsıldığı bir vasatta genişleyen savaş, sistemik bir değişimi hızlandırmakla kalmayacak aynı zamanda bölgede nüfuz sahibi ana akım küresel güçlerin ciddi bir meydan okuma ile yüzleşmesine yol açacaktı. Bugüne kadar İsrail, İran'a zarar vermek için Lübnan, Suriye ve Irak'taki vekilleri hedef alan bir saldırı stratejisi izlemekteydi. Yine istihbarat örgütleri eliyle İsrail'in İranlı kimi önemli kişilere düzenlediği suikastlar de bilinmekteydi. Fakat 1 Nisan'da Şam'daki İran misyon temsilciliğine yapılan saldırı, farklı bir motivasyon ve karşılıklı sınırların test edilmesine imkan tanıyacak bir mahiyetteydi.
Netanyahu ve hükümetinin Gazze'deki sıkışmışlıktan kurtulmak ve uluslararası arenada kaybettiği meşruiyeti yeniden kazanmak adına İran ile çatışmayı göze alacak şekilde attığı adım, en az İsrail kadar İran için de büyük bir sınav demekti. Yakaladığı her fırsatta İsrail'e Filistin'de ve bölgede yaptıklarından ötürü bedel ödetmekten kaçınmayacağını dillendiren İranlı yetkililerin Şam'daki saldırıya karşı göstereceği tepki, şüphesiz İran'ın askeri kapasitesi ve siyasi limitlerinin anlaşılması bakımından hayli önemliydi. Uzak savaş ihtimaline dair kullanılan yüksek tondaki İsrail karşıtlığının doğrudan saldırı karşısında alacağı şekil, Tahran'ın bundan sonraki bölge siyasetindeki konumunu da doğrudan şekillendirme potansiyeline sahipti.
İsrail'e en üst düzeyde gerekli cevabın verileceğinin duyurulmasının ardından gözler İran'ın atacağı hamleye çevirildi. Bu süreçte misillemenin doğrudan İran topraklarından mı yapılacağı yoksa vekiller aracılıyla mı gerçekleşeceği en çok merak edilen husustu. Özellikle İran'ın Orta Doğu'da izlediği siyasetin en etkin isimlerinden Kasım Sülaymani'nin öldürülmesinin ardından ABD'ye karşı doğrudan bir inisiyatif alınamayışına atıfla bu saldırı sonrasında da benzer bir durumun yaşanma ihtimali bir çok kesim tarafından ciddi şekilde tartışıldı. Tam da bu noktada, 13 Nisan gecesi kamikaze insansız hava araçlarının yanında balistik füzeler ve seyir füzeleri kullanılarak İran'ın İsrail topraklarına yaptığı saldırı hem Tahran'ın hem de İsrail'in bundan sonra ne yapacağına dair yeni soru işaretleri doğurdu.
İran niçin doğrudan saldırıyı seçti?
Burada üzerinde durulması gereken temel mesele İran'ın niçin doğrudan saldırı yolunu seçtiğidir. İsrail'in İran ve vekillerini savaşa sürükleyerek küresel çapta azalan desteği yeniden kazanma arzusu Şam'daki konsolosluk saldırısının temel motivasyonuydu. Bununla birlikte bugüne kadar vekilleri öne sürerek bir hesaplaşma stratejisi izleyen İran'ın İsrail'i doğrudan hedef alması Şam'daki konsolosluk binasının vurulmasıyla ilgilidir. ABD ya da İsrail eliyle İran vekillerinin ya da Kudüs Gücü gibi paramiliter gruplarının hedef alındığı saldırılarda İran her daim düşük düzeyli tepkiler vermeyi yeğledi. Rejimin ideolojik yayılma siyaseti kapsamında kullandığı araçlara yönelik dış saldırılar karşısında İran'ın bir devlet kimliğiyle tepki vermesi toplumsal meşruiyet açısından oldukça zordu. Son yıllarda ekonomik kırılganlıklar nedeniyle İran halkının memuniyetsizliğini sıklıkla dile getirdiği dikkate alındığında, İran devletininin kurumsal kimliğini doğrudan temsil etmeyen birinin intikamını almaya çalışmak Tahran yönetimi için üstesinden gelmesi zor bir sorumluluğu almaktı. Kasım Süleymani gibi stratejik bir ismin ardından İran'ın benimsediği ürkek tavır, mezkur riskin en önemli göstergesidir. 1 Nisan'daki konsolosluk saldırısı sonrası verilen tepki ise İsrail tarafının doğrudan İran'ın kurumsal kimliğini hedef almasıyla doğrudan alakalıdır. Bu yolla Tahran yönetimi, İsrail'e kendi topraklarından bir karşılık verme konusunda kendi toplumunu ikna etme fırsatını yakalamış ve bu yolla hem küresel hem de bölgesel aktörlere mesaj verecek argümanlar da üretmiştir.
Yeni saldırılar gelir mi?
İran'ın saldırılarının ardından İsrail'in buna karşılık vereceğini duyurması sonucunda tüm dünya nasıl bir misilleme yapılacağına odaklandı. Tel Aviv yönetimi tarafından İran topraklarına yapılacak şiddetli bir saldırı, son aylarda dillendirilen savaş olasılığının güçlenmesi ve sürecin kontrolden çıkması anlamına gelecekti. 1979'dan beri yürütülen söylem savaşına rağmen ortak düşmanların yükselişine kapı aralamamak adına sıcak temastan kaçınan İran ve İsrail, saldırılar sonucu gelinen noktada, siyasal pozisyonlarının ve tutumlarının kökten sarsılma riskiyle karşı karşıya kaldılar. Kendi düzen tasavvurlarını dayatmaya çalışan bu iki gücün olası savaşı, ulus-devlet yapıları arasındaki mücadeleden ziyade dini metin ve referansların şekillendirdiği bir mücadeleyi tetikleyecektir. Bundan ötürü İsrail'in İran'a düşük düzeyli misillemesiyle iktifa edip etmeyeceği önümüzdeki günlerin/haftaların en önemli sorusudur.
İran ve İsrail, Orta Doğu'nun iki teokratik devleti olarak dini merkeze alan ve Kudüs referanslı bir siyasal stratejiyle varlığını devam ettirmeye çalışan bir yönetim felsefesine sahiptirler. Bu nedenle her iki aktörün de günün birinde çatışan çıkarlar nedeniyle karşı karşıya gelmesi beklenen bir durumdur. Lakin, kısa vadede patlak verecek bir savaşın hem İran hem de İsrail üzerinde bırakacağı tesir nedeniyle her iki aktörün de sıcak çatışmayı uzun soluklu bir şekilde mevcut koşullar altında devam ettirmesi pek mümkün gözükmemektedir. İran'ın 1973 sonrası İsrail'e doğrudan saldırı yapan ilk devlet vasfını kazanması, imaj düzeltmek ve yeni bir meşruiyet kazanmak için önemli bir fırsat sunmuştur. İsrail ile gerilimin tırmanması ülke içindeki ekonomik kriz ve toplumsal kırılganlık nedeniyle İran yönetimini zora sokacağından, Tahran'ın Siyonist yönetimle izlediği düşmanlık stratejisinde eski statükoya dönmeye meyilli olduğunun işaretleri gözlemlenmektedir. Tel Aviv tarafından bakıldığında ise Gazze'de yaşanan psikolojik hezimetin yanında ekonomik krizin derinleşmesi ve Batı dünyasında İsrail'e karşı eleştirilerin artması bölgeyi büyük bir kaosa sürükleyecek bir savaşın fitilinin ateşlemesini zorlaştırmaktadır. Her ne kadar işgal devletinin Gazze'de gösterdiği insanlık dışı saldırganlık örneği ve yaptığı katliamları Yahudi metinlerine atıfla meşrulaştırma çabası savaşı genişletme iradesinin bir yansıması olsa da böylesi bir savaşın yol açacağı felaket nedeniyle Biden yönetiminin ABD'de yaklaşan başkanlık seçimlerinden ötürü İsrail'i sınırlayacağı düşünülmektedir.