İnsanlık ittifakı mümkün mü?

Cüneyd Altıparmak/ Hukukçu
9.01.2025

Yeni yılın ilk günü Galata'da toplanan ve “insanlık ittifakı” adıyla anılan kalabalık, bir toplanma, slogan atma ve rahatlama etkinliği yapmadı! O gün orada 400'e yakın STK vardı. “Öfkeyi yutup, vicdanıyla konuşup, aklıyla işe koyulanlar” oradaydı... Ve bu son yılların en büyük çağrısı olabilir.


İnsanlık ittifakı mümkün mü?

Cüneyd Altıparmak/ Hukukçu

Gazze'de devam eden soykırım, dünyayı "bilinen ama görmezden gelinen" gerçekleri konuşmaya zorluyor. Kesintisiz ve orantısız saldırılar, öldürülen çocuklar, kadınların yaşadıkları, bombalanan camiler, kiliseler, hastaneler, okullar kadar insanlığın "tartıştığı" bir başka durum ise İsrail'in yaptıklarına karşı yükselen sesleri, toplumsal tepkiyi kısmak adına "organize olan kötülüğün" yaşattıkları... Basında, sosyal medyada ve kamuda atılan adımlar; tepkiyi büyütüyor ve büyütmekle kalmıyor olgunlaştırıyor da... Eskisinden farklı olan tepkinin çapı kadar "olgun" olması ve öfke ile değil giderek artan bir "akılla hareket edebilme" kabiliyetinde bence... İşte tam bu noktada "insanlık ittifakını" konuşabiliriz, konuşmalıyız...

"...Bir insan ömrü içinde iki kere insanlığa tarif olunmaz acılar yükleyen savaş belâsından, geleceğin nesillerini korumaya, insanın ana haklarına, şahsın haysiyet ve değerine, erkek ve kadınlar için olduğu gibi büyük ve küçük milletler için de hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilân etmeye..." diye başlar Birleşmiş Milletler Antlaşması. Böyle yazmaktadır ama gerçekler "metinde durduğu" gibi değildir. Şart, BM'nin barış ve güvenlik ile ilgili konularda yetkili olduğunu belirtmişse de uygulamada manzara faklıdır. Zira Uluslararası Adalet Divanı, Genel Kurul'un bu konulardaki yetki ve sorumluluğunu, Konseyin ardında kalan bir sorumluluk olarak vurgular. (BM'nin Bazı Harcamalarına Dair Danışma Görüşü, 20/07/1962)

Bir "güvence sistemi" olarak kurulan BM'nin, konu egemenlerin istemediği bir durum olunca yerinde yeller esiyor. Zira mekanizma böyle kurulmuş. "Bul karayı al parayı" oyunundaki gibi durum, açıkça hileli ve itiraz mümkün değil! Genel kurulun aldığı kararın, icrasının Güvenlik Konseyinde olduğu bir yapıdan fazlasını da bekleyemeyiz. Bunu geçmişte de gördük, şimdide durum aynı ve ileride de böyle olacak. O zaman bize düşen geleceği şimdiden tasarlamak!

Güvence sistemi nedir?

Güvence sistemi kabaca her ne konuda olursa olsun "barış" odaklı adım atılmasını gerektiren bir tabir. Bir sorun, uyuşmazlık çıktığında çözmek veya taraflar hakkında karar vermekten ötesi... BM şartında belirtilen hususların yerine gelip gelmediğini denetlemek, gerektiği oranda ve düzeyde sorunlara müdahil olmak demek. Bu bazen "yardım", bazen "mücadeleyi başlatma" veya "bir destek açıklaması" olabileceği gibi; kimi zamanda askeri operasyon ve barış gücü konuşlandırmaktır. Şartın 7. bölümünde bu konu detaylıca düzenlenmiş ve yetki ABD, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve Birleşik Krallık'ın daimî üyesi olduğu Güvenlik Konseyine verilmiştir. Hatta bu yetkinin kurulacak askeri birimin başındaki Kurmay Başkanlıkta olması bile söz konusu değildir. O da sınırlı olarak yetkilendirilmiştir ve Konseyin planlarını icra etmek ile mükelleftir.

Zor, oyunu bozar

Güvence sistemi "paradigmasının iflas ettiği" başka yakın gelişmeler de Suriye ve Ukrayna'da gerçekleşmiştir. Hep "veto" hakkının kullanılması sebebiyle kararlar alınamıyor denilse de bu yeterli bir cevap değildir. Zira ABD ve Rusya iki gerilim noktasında kendi menfaatleri çerçevesinde dengeli bir tavır sergilemiştir. Müdahale için öncelikle şartların oluşturulması yoluna gidilmiş fakat bu olmayınca ABD bu sefer NATO kartını ele alarak müdahaleler yapabilmiştir. Benzeri ve ters durum Ukrayna'da olmuştur. Rusya'ya doğrudan müdahale edilmesinin olası sonuçları göze alınamadığı için durum Ukrayna'ya askeri yardım yoluyla kotarılmaya çalışılmıştır. Bu şunu göstermektedir, hukuki açıdan "mümkün görünen" birçok mesele uluslararası hukukta "askeri gücü" olanın "bir yolunu bulup müdahale" ettiği bir düzleme dönüşmüştür. Yani mesele veto hakkından fazlasıdır. Bu da Sayın Erdoğan'ın "sahada ve masada" olmak ifadesinin ne kadar yerinde olduğunun göstergesidir.

İnsanlık ittifakı

Yeni yılın ilk günü Galata'da toplanan ve "insanlık ittifakı" adıyla anılan kalabalık, sadece bir toplanma, slogan atma ve rahatlama etkinliği yapmadı! O gün orada 400'e yakın STK vardı. "Öfkeyi yutup, vicdanıyla konuşup, aklıyla işe koyulanlar" oradaydı!... Ve bence bu son yılların en büyük çağrısı olabilir. "İttifak" meselesi, toplumsal mutabakat kadar siyasi, ekonomik ve askeri bir iş birliğine dönüşebilecek olgunluğa ulaşabilirse süreç farklı bir mecraya ilerleyebilir. Yaşanan "mezalimin" topraklarından yeni ve bu sefer "uluslararası kamuoyunun" bizzat kendisinin talebi olan bir ittifak doğabilir. Bunun için zaman ve zemin hiç bu kadar mümbit olmamıştı. Bunu konuşmak ve çoğaltmak Türkiye'nin üstüne yük... Zira Tahıl Krizi, Suriye Göçmen Sorunu konusunda iki kez BM misyonunu aktif biçimde başarı ile üstlenmiş Türkiye'nin, dünyadan yükselen bu çığlığı gerçek bir güvence sistemine çevirmesi için önünde engeller var ama bunları aşması da mümkün.

Nasıl olacak?

Bu konu insanlığın fikri ve talebi aslında. Onları bunun olabileceğine inandırmak ise Türkiye'nin görevi. Hollanda Başbakanı'nın açıklamalarına rağmen sokaklara dökülenler, ABD'de üniversitede ters kelepçe ile götürülenler, maçlarda Gazze'ye selam gönderenler ve niceleri... Hepsi aynı yerde. Bunu görmek ve bu kimselerin devletlerinden bunu resmen talep etmesini sağlamak, bu konuda "İnsanlık İttifakı Topluluğu" oluşturup tıpkı BM gibi örgütlemek gerekiyor. Her ulustan, dinden ve ırktan bileşenlerinin olduğu bir Sivil BM yapısı... Aslında bu, organize olmak demek. Bu, tüm yükselen seslerin kendisinin bir diğerinin devamı olarak görmesi demek...

"İnsanlık İttifakı Topluluğu" veya başka bir isimde bu yapılanma kurumsallaşmalı. Tüm coğrafyaya yayılmalı. Sivil toplum örgütlerinin bu çatı altında bir araya gelmesi mümkün. Ancak yapının kurumsal olması gerekiyor. Yapının, "güncel gelişmelere" ek olarak BM'nin son zamanlarda gündeminde olan "gelecek nesillerin hakları" çalışmalarını esas alan bir yapılanma üzerine oturtulması gerekiyor. Şimdinin değil, doğacak çocukların haklarını korumak, onlara gelen zararları bertaraf etmek için... Bu konuda canlı olan sivil toplumun ülkelerinde "hükümetleri harekete" geçirmek adına toplumsal farkındalık adımlarının yanında hukuki süreçler başlatmasının önemi büyük. Başvurular, davalar ve şikayetler... Hali hazırda bu tip adımların dağınık olarak yapıldığı bir saha var ve bunun -sadece- koordine edilmesi bile istese de istemese de hükümetleri işin içine sokacaktır.

UAD kararı işimize yarar...

Toplumsal taleplerin birleşmesi halinde Gazze başta olmak üzere birçok yere müdahale mümkün ve bence hukuki dayanağı da var. Bunlardan ilki şüphesiz Uluslararası Adalet Divanının verdiği karar. Buna göre, UAD, İsrail'e şu yükümlülükleri yüklüyordu: (1) saldırıları durdur, (2) ablukayı kaldır, (3) suçluları yargıla, (4) teşvik edenleri cezalandır, (5) tüm bunları yaptığına dair mahkemeye rapor sun... Bunların neredeyse hiçbiri olmadı. Peki kararı kim icra edecekti? Kararın -geçici veya kesin fark etmez- uygulanması gündeme gelirse bunun icrası Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine ait. Konsey "mahkemenin saldırılar durdurulmalı" kararı vermesi halinde sahaya inmesi gerekiyordu. Pek tabi bu da olmadı. Hatta aksine silah ve siyasi destek gündeme geldi. Mevcut durumda "askeri müdahaleye dair" meşru bir zemin doğmuş durumda aslında. Bunun dayanağında ise Uluslarası Adalet Divanı kararı Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararları meselenin bu boyutu içinde ve birbirini destekleyen biçimde.

Gazze odağında bakarsak yaşanan gelişmeler birçok ülkenin İsrail'in saldırgan tavrı nedeniyle kapalı veya açık, yakın veya uzak zamanlı tehdit altında. Bu da ülkelere meşru zeminde müdahale ve mücadele hakkı veriyor. Yönelen silahlı tehdide ek olarak, göç ve lojistik imkanlarının kısıtlanması da bir tehdit olarak kabul edilebilir durumda. BM'deki metinler ve kararlar ile birlikte düşündüğümüzde, ülkelerin tehdit altında olması durumu, bir kısım ülkenin müdahale "gerekçesi" olabilir. Zira BM Antlaşmasına göre barış tesis etmek sadece BM'nin değil tüm devletlerin "aktif" görevidir. Yine üye devletlerin kendilerine yönelmesi veya tehdit oluşturması muhtemel meselelere müdahil olma hakkı vardır. BM Genel Kurulunun, Güvenlik Konseyine verdiği ve yerine getirilmeyen bir ödevin olduğu da çok nettir. Bunun sivil toplum eliyle hükümetlerin gündemine taşınması ise "İnsanlık İttifakı" fikrini hem resmen kuran hem de güçlendiren bir süreç olacaktır...

Şu yazdıklarım, bugünden yarına olacak işler değil farkındayım. Ancak şimdi başlaması bile anlamlı olacaktır. Er ya da geç başta bu coğrafyanın ve sonrasında tüm dünyanın "insanlığı" gerçekten gündemine alan bir "güvence" yapısına ihtiyacı var. Şimdi bu düşünce "küçümsenebilir", "mümkün değil" denilebilir ama siyasi ve ekonomik dayatmalara karşı elimizde olan iki enstrüman var: Hukuk zemininde "sivil toplumu" harekete geçirmek ve "müdahale fikrini" olgunlaştırmak. Sahaya basılan ayak, masadaki eli güçlü kılar, başka yolu yok!

@cuneyd6parmak