Buradan hareketle, ABD ve Rusya’nın çıkarlarının kesişmeye, ABD ve İngiltere’nin çıkarlarının ise ayrışmaya başladığı bu ortamda İsrail ve İran’ın belirleyici özne olarak hareket ettiği Ortadoğu’daki meselelerde Kudüs özelinden yayılacak bir çatışmanın, Hamas lideri İsmail Heniye’nin ifadeleriyle “cehennemin kapılarını aralayacak” sonuçlara gebe olabileceğini söylemek abartı değil.
Yaser Emre / Gazeteci-yazar
Donald Trump’ın ABD’nin Tel Aviv Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı, Kudüs’ün kalbinde yer alan Mescid-i Aksa’nın İsrail tarafından ilhakının yolunu açtı. Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı Arap ülkelerinin, Arap ülkelerine karşı İsrail’in kesişiminde kalarak hassas bir politika takip etmeyi başaran ABD, Soğuk Savaş şartlarının Ortadoğu’daki izlerinin silinmesiyle birlikte adım adım tavrını İsrail’den yana ortaya koymaya başlamıştı.
1995’ten bu yana tüm başkanların adaylıkları sırasında vaat ettiği fakat hepsinin seçildikten sonra güvenlik gerekçeleriyle sözünü yerine getirmediği Kudüs konusundaki karara da böyle ulaşıldı. Kudüs’ün ilhakı gayesi, hiç şüphesiz, Museviliğin yasaklarını çiğneyerek yola koyulan siyasi siyonizm kadrolarının en nihai hedefleri arasındaydı. Bunun için ilk savaş, iki bin yıl sonra kurulan ilk Yahudi ordusu özelliği taşıyan Siyon Katır Bölüğü’nün İngiltere saflarında Osmanlı Devleti’ne karşı 1915’te Çanakkale’de ya-pıldı. İkinci savaş, Filistin’i kontrolünde tutan İngiltere’ye karşı Yahudi terör örgütleri eliyle verildi. 1948, 1968 ve 1973’te Arap ülkelerine karşı yapılan düzenli ordu savaşlarıyla da mukavemet pekiştirildi, işgal genişletildi.
İsrail’e verilen Amerikan desteği düzenli olarak bu şekilde arttı. Çözüm için atılan adımlar, Ortado-ğu’daki güçler dengesi öncelikleri bahane edilerek “anlaşmazlıkta anlaşma” diplomasisi ile oyalandı. Jeopolitika kısıtlamalarının bir bir ortadan kalkmaya başlamasıyla birlikte ise Üçüncü Tapınak’ı inşa etmek için İsrail’i kuran kadroların geliştirdiği planların hayata geçirilebilmesini mümkün kılabilecek yollar takip edildi.
Trump, İsrail için şimdiye kadar en doğru zamanda ve en doğru konumda bulunan başkan ol-du.Aslında Kudüs’ün statüsü, 1967’de Birleşmiş Milletler’de alınan kararlar ışığında Filistin’i ilgilendi-ren diğer tüm konuların çözümüyle kendiliğinden neticeye vardırılacağına inanılan son başlıktı. Ancak Filistinlilerin geri dönüş hakkı ve sınır problemleri gibi temel meselelerde hiçbir sonuç üretilemeden geçen yıllar, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve 11 Eylül gibi köklü fırtınaların oluşturduğu şartlar altın-da başlangıçtaki bağlayıcılık koşullarını tümüyle ortadan kaldırdı. Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan Krallığı’nın Filistin’deki öncül koşullardaki pazarlıklardan vazgeçmesiyle birlikte ise Filistin yalnız kaldı.
Kazançlı düşmanlar: İsrail ve İran
2011’den itibaren merkezi yönetimlerin hızla güç kaybetmeye başladığı hızlı bir sürece giriş yapıldı. Hizbullah, DEAŞ, Haşd-i Şabi, FETÖ ve PKK gibi unsurlar görünürlüklerini artırdı. Dış destekler elde etti. Bunların neticesinde süreci bölgesel olarak en güçlü atlatan aktörler İsrail ve İran oldu. Bölgesel tehdit algılamasını yöneten İsrail’e göre Ortadoğu’yu ilgilendiren en önemli konu, “Radikal İslam tehli-kesi” haline geldi. Batı ile nükleer programda el sıkışarak masadan kalkan ve hızla sahaya inen İran’a göre ise İsrail’in öne sürdüğü “Radikal İslam tehdidi” ile ilişkilendirilen aktörler kendi kontrolündeki unsurları kapsamadıkça bu durum bölgesel politikaları hayata geçirmek için hayati bir fırsat sunuyordu. Bu yıllarda uluslararası piyasalarda artan petrol arzı ise Ortadoğu’nun etkin Arap ülkelerinin elindeki en büyük güç olan fiyat belirleme tekelini ortadan kaldırmıştı. Siyasi ve ekonomik düşkünlük içinde siv-rilen tek Arap ülkesi İsrail’in Körfez’deki en büyük müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri oldu. Birleşik Arap Emirleri de 2015’te yaşamını yitiren Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın ardından Riyad’da söz sa-hibi olmayı başardı.
Böylelikle ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgalleriyle başlayan, Irak, Libya, Suriye ve Yemen’de patlak veren iç savaşlarla devam eden gelişmeler ışığında Ortadoğu terazisinde “komünizm tehdidi”nin yer al-dığı kefeyi “terör tehdidi” doldurdu. ABD ve Rusya’nın ortaklaşa şekilde Suriye’ye asker göndermeye başlama kararlarını izleyen süreçte Mısır, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar iç ve dış karışıklıklarla test edildi.
ABD’nin Soğuk Savaş’tan apayrı koşullara sahip bu yeni Ortadoğu’daki öncelikleri de böylelikle tümüyle değişmiş, Ortadoğu’da belirleyici özne olma gereksinimi de lüks halini almıştı. Dış politikadaki “anlaşmazlıklar üzerinde anlaşma” diplomasisi bu sayede yerini siyasi, ekonomik ve askeri olarak bölgesel bir belirleyici özne konumuna yükselen İsrail’le ortaklaşmaya bıraktı. Bölgesel gelişmeler karşısında başarılı politikalar geliştirmekten aciz kalan, ekonomik ve siyasi meşruiyet krizleri içinde sıkışarak çareyi Birleşik Arap Emirlikleri’nin gözetiminde darbelerin ve ambargoların planlayıcılığını üstlenmekte bulan Suudi Arabistan gibi öncü ülkelerin de tehdit algılamaları İsrail’in ekseninde şekillendi.
Trump’ın, İsrail’in kuruluşunun temellerinin atıldığı 1917 Balfur Deklarasyonu’nun 100. yılında, Filistinlilerin tüm itirazlarını hiçe sayarak, ABD’nin Tel Aviv Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararnamesini bu şartlar altında imzalamayı ertelemeyeceğini açıklayan ilk ABD başkanı olma sıfatını kazanması bu nedenle hiç zor olmadı.
Kudüs mü Ortadoğu mu?
Trump’ın Kudüs kararının hemen ardından Birleşmiş Milletler düzeyinde beklenen tepkiler ortaya çıktı. BM’nin iki devletli çözüm kararlarının tek taraflı olarak hiçe sayılmasına karşı yükselen bu ilkesel düzeydeki itirazlar arasında en dikkat çekici olanı ise İngiltere’ye aitti.
Trump’ın yönetime seçildiği ilk günden bu yana en büyük destekçisi konumundaki İngiltere, ABD’nin Çin’e karşı küresel ve bölge-sel rekabet alanlarındaki en önemli partneri konumunda yer aldığına inanıyordu. O kadar ki Trump’ın başkanlık koltuğundaki ilk kararla-rı hakkında İngiliz kamuoyunda yükselen eleştirilere İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson, “Trump’a tavır almamızı gerektirecek bir durum yok. Geçmişte Robert Muagebe ve Nikolay Çavuşesku dahi İngiltere’yi ziyaret etmişti” yanıtıyla karşılık veriyordu.
Şubat 2017’deki ABD ziyaretinde Rusya ile temas kurulması gerektiğini savunan ve İsrail’in Trump’a kabul ettirdiği “Radikal İslam tehdidi” tezlerini kendisinin de benimsediğini ifade eden İngiltere, aradan geçen on ayın sonunda ise bu defa tam ters bir noktada dur-duğunu gösteriyor. İngiltere Başbakanı Theresa May, geçtiğimiz ay yaptığı açıklamalarda, Rusya’nın Batı’yı tehdit ettiğini ve Trump’ın Müslüman karşıtı mesajlarının kabul edilemez olduğunu açıktan dile getirmeye başlamıştı. Buna belirleyici özne olmaktan vazgeçerek İsrail’den yana taraf seçerek ABD’nin Ortadoğu’daki geleneksel rolünü Rusya’ya teslim edeceğine dair yaygın şüphelerin katkı sundu-ğunu söylemek yanlış olmaz.
Nitekim ABD’nin FETÖ ve PKK’ya verdiği açıktan destek nedeniyle Türkiye ile beraber İran, İsrail ve Suriye’den sonra Mısır ve Libya’da da siyasi ve askeri sonuçlar elde etmeyi başaran Rusya’nın, Fas’tan Afganistan’a neredeyse tüm kritik bölgesel çekişme alanla-rında güçler dengesini dizayn edebilecek bir güce eriştiği kabul ediliyor.
Buradan hareketle, ABD ve Rusya’nın çıkarlarının kesişmeye, ABD ve İngiltere’nin çıkarlarının ise ayrışmaya başladığı bu ortamda İsrail ve İran’ın belirleyici özne olarak hareket ettiği Ortadoğu’daki meselelerde Kudüs özelinden yayılacak bir çatışmanın, Hamas lideri İsmail Heniye’nin ifadeleriyle “cehennemin kapılarını aralayacak” sonuçlara gebe olabileceğini söylemek abartı değil.
İngiltere Başbakanı Theresa May’in, Trump’ın Kudüs kararını açıklayacağı günün hemen arefesinde Irak, Suudi Arabistan ve Ür-dün’ü kapsayan ani ziyaretlerini de bununla ilişkilendirebiliriz. Gerek Ürdün’ün Kudüs’teki kutsal emanetlerin sorumlusu statüsündeki ülke olması gerekse de Ürdün ve İsrail arasında geçtiğimiz aylarda yaşanan elçilik kriziyle ikili ilişkilerin kötüye doğru gitmesinin, İngil-tere’yi, ABD’ye rağmen Ortadoğu’daki geleneksel müttefikleriyle daha fazla yakınlaşma yoluna doğru ittiği görülüyor.
İngiltere’nin, sadece Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerinden değil aynı zamanda geçmişte Ürdün Kralı Abdullah’ın Filistin mesele-sindeki başarısız politikaları sebep gösterilerek Mescid-i Aksa’nın merdivenlerinde düzenlenen suikast sonucu öldürülmesi olayında olduğu gibi Arap sokağında yaşanabilecek ani gelişmelerden de tedirgin olduğu da öne sürülebilir.
Nitekim İsrail İstihbarat Başkanı Yisrael Katz, geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir açıklamada, İsrail’in olası şiddet olaylarına karşı ha-zırlıklı olduğunu ifade ederek, Mahmut Abbas’ın bu şiddet dalgasına önderlik etmesi durumunda büyük bir hataya düşeceğini söylemiş ve bunun cezasız kalmayacağı imasında bulunmuştu.
Radikal değişikliklerin rüzgarlarında savrulmaya hiç olmadığı kadar açık konuma düşen bu Ortadoğu koşullarında Trump’ın verdiği Kudüs kararı, yalnızca bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
@yasiremres