İlahiyatın meşruiyet krizi ve üç tarz-ı tedrisat

Prof. Dr. Ömer Özsoy - Frankfurt Goethe Ünv. İslam Araş. Merk. Başkanı
5.10.2013

Doğru soru, hangi müfredatın neci yetiştireceği değil, Türkiye’nin İlahiyat Fakültelerinin hangi donanım ve yeterlilik profilini hedeflediği ve bu hedefe ne ölçüde ulaşabildiğidir. Mevcut tartışma şu yaygın kanaati gün ışığına çıkarmış bulunuyor: İlahiyat Fakültelerimizde ne iyi imam, vaiz, müftü, ne de iyi İlahiyatçı yetişiyor.


İlahiyatın meşruiyet krizi ve  üç tarz-ı tedrisat

Prof. Dr. Ömer Özsoy - Frankfurt Goethe Ünv. İslam Araş. Merk. Başkanı

YÖK’ün ve başka devlet kurumlarının, gerekirse yasal yetki alanlarını aşmayı da göze alarak, İlahiyat Fakültelerine yeni bir format kazandırmaya girişmeleri ve bunu da güvendikleri İlahiyatçıların gizli veya açık desteğiyle gerçekleştirmeleri yeni bir durum değil. Yeni ve şaşırtıcı olan, son YÖK müdahalesinin yoğun bir itirazla karşılaşabilmiş olması ve eleştirilerin yoğunluğu karşısında YÖK’ün kararını askıya aldığını duyurmasıdır. Ancak, kararın mimarlarının tartışma süresince sessiz kalması, bu tasarrufun arkasında savunulabilir, izah edilebilir hiç bir gerekçenin olmadığını, hatta böyle bir gerekçe hazırlama gereğinin dahi duyulmadığını gösteriyor. İlahiyatlara yönelik bu tür müdahalelere imkan veren, esasen toplumun bütün kesimlerinde hakim olan sorunlu İlahiyat algısıdır. Bu algıya göre, Türkiye’de İlahiyat alanı ilmi ve toplumsal bir gereklilik değil, siyasi bir lütuftur; dolayısıyla, İlahiyatçılar da toplumun bir ihtiyacına cevap veren saygın meslek erbabı olarak değil, adeta besleme olarak görülür. İlahiyatlara ve İlahiyatçılara var olma hakkı ‘lütfedilmesinin’ ardındaki siyasi mülahaza güncel politik önceliklere bağlı olarak değişse de, bu algı aynı kalmakta ve İlahiyatları ‘lütuf sahipleri’nin her türlü müdahalesine açık hale getirmektedir.

***

İlahiyat Fakültelerini şamar oğlanına çeviren bu krizi aşmanın yolu, geleneksel olarak kamu tarafından finanse edilen bu kurumların, toplumsal ve bilimsel meşruiyetlerinin sorgulanmasıdır. Herkes bilmektedir ki, İlahiyat Fakültelerinde en azından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) yürüttüğü din hizmetleri için din görevlileri, MEB’in yürüttüğü din öğretimi faaliyetleri için öğretmenler ve İlahiyat Fakültelerinin devamlılığı için bilim insanları yetişmektedir. Bu istihdam alanlarını ve bu alanlarda yetkin kadroları toplumsal ihtiyaç haline getiren, Türkiye’nin, dini toplumun bir kurucu unsuru olarak gören ve devlete bu konuda kontrolör destekçi rolünü veren bir laiklik anlayışını tercih etmesidir. Bu tercihin gerek kendisi, gerekse uygulamada sadece İslam ve Müslümanlarla ve çoğu kez de İslam’ın muayyen bir yorumuyla sınırlı tutulması, tartışılması gereken konular elbette; ancak, bu tercih değişmediği sürece, Türkiye’deki İslam İlahiyat fakülteleri toplumsal bir ihtiyaç olarak görülmek durumundadır. Yani, Türkiye’de İlahiyat Fakülteleri devletin herhangi bir toplumsal veya dini kesime lütfu, tabir caizse kıyağı değil, toplumun bir ihtiyacının sonucudur. Peki, bu ihtiyacın karşılanması için doğru adres üniversite midir? İlahiyat bir bilim midir? Bilim ise, üniversite bünyesindeki diğer bilim dallarının boş bıraktığı hangi alanı doldurma iddiasına sahiptir? Bu ve benzeri sorular kulaklarımıza rahatsız edici gelebilir; ama Türkiye’nin, en azından İlahiyat camiasının, İlahiyat Fakültelerinin içinde bulunduğu krizi aşabilmeleri için bu tartışmayı yapması gerekiyor.

***

İlahiyat, iddia edildiği veya sanıldığı gibi, dinleri gözlemci sıfatıyla inceleyen bir bilim değildir. Dinleri dışarıdan bir gözle araştırmak, din bilimi ve dinler tarihi gibi disiplinlerinin görevidir. Elbette İlahiyatçılar da diğer dinleri inceleyebilirler; ama onları İlahiyatçı yapan, belli bir dine mensubiyetleridir; dinsiz İlahiyatçı olmaz. Zira İlahiyat; varlık, evren, tabiat, insan, tarih ve toplum gibi temel meseleleri Allah’ın ve vahyin kabulüne dayalı olarak anlama, yorumlama ve açıklama çabasıdır. Bu iddiasıyla İlahiyat, üniversitenin tartışmasız unsurları olarak bilinen tabii bilimlerden, toplum bilimlerinden, felsefeden ve diğer beşeri bilimlerden radikal bir biçimde ayrılır. İlahiyat, müminler için bağlayıcı olanın arayışıdır; ama diğer disiplinler ve inanmayanlar için bir tartışma önerisi, gerekli bir farklı ses, yerine göre rakip bir hakikat iddiasıdır ve fakat bu iddiasında mütevazı değildir. Bu alan tanımı, bilimler korosu olarak da görebileceğimiz üniversite ortamında icra edildiği sürece İslam İlahiyatı için de geçerlidir. İslam İlahiyatı üniversite ortamında üstlendiği vazifeyi icra ederken, bir yandan bilimin genel geçer kabul gören kurallarına riayet etmekle, yani temellendirilebilir bir yöntem, takip edilebilir bir mantık, anlaşılabilir bir dil kullanmakla yükümlüdür; öte yandan İslam ümmetinin kendi tarihi seyri içinde doğan ihtiyaçlara cevaben Kur’an vahyine dayalı olarak ürettiği bilgi, yorum ve yöntem zenginliğine, yani geleneğe istinat etmekle mükelleftir. İslam İlahiyatını diğer İlahiyat geleneklerinden ayıran temel vasıf ise, tevhid düşüncesidir: İslam düşüncesi, yaratılış (Allah’ın dış dünyadaki ayetleri) ile vahiy (Allah’ı Kitap’taki ayetleri) arasındaki mutlak çelişmezlikten hareket eder ve hakikati tanımlama yetkisini tekelinde bulunduran hiç bir beşeri otorite (Kilise) tanımaz. Beşeri düzlemde her türlü hakikat tekelciliğini reddeden bu Kur’ani tutum, sürekli hakikatin peşinde, dinamik ve çoğulcu bir bilim anlayışını beraberinde getirmiş ve Müslüman alimlerin yaşadıkları çağın bilgi ve hikmet birikimiyle cesaretle temas kurmalarına, bilginin ve hikmetin nesebini sorgulama ihtiyacı hissetmeksizin (çünkü ilim Müslümanın yitiğidir) iktibasta ve terkipte bulunmalarına imkan vermiştir. Modern zamanlarda moda hale gelen özgünlük iddiası geleneksel İslam’ın tanımadığı bir tutumdur ve sadece ‘medeniyetler tepişmesi’ bağlamında bir anlam ifade etmektedir. Bugün İslam İlahiyatının özgün unsurları olarak kabul edilen tefsir, hadis, fıkıh gibi alanlar, elbette Kur’an vahyinin yol açtığı zihinsel faaliyetler olmaları itibarıyla Müslümanlara özgüdür; ama ne mantık ne de yöntem itibarıyla özgünlük iddiası taşırlar.

***

Bu disiplinlere can veren iki temel soru vardır ve ikisi de evrensel karakterlidir: 1- Elimizdeki metinlerin (İslam bağlamında Kur’an ve hadisler) ne derecede doğru aktarıldığı sorusu (sübut bahsi). 2- Bu metinlerin nasıl anlaşılacağı, yorumlanacağı ve yaşanacağı sorusu (delalet bahsi). Hasılı, Kur’an’ın vahy-i İlahi oluşuna ve Hz. Peygamber’in Müslümanlar için örnekliğine iman, İlahiyatın sorduğu ve sorabileceği soruların cevabını değil, bu soruları sormaya, yani İlahiyat yapmaya imkan veren epistemik zemini teşkil eder.

Gerek YÖK’ün reform girişiminin mimarlarına atfedilen “Eski müfredatla ancak modernist yetişir.” argümanı, gerekse tepkilerin kahir ekseriyetinde yer verilen “Yeni müfredatla ancak selefi yetişir.” argümanı, İlahiyatın pratik ve pragmatik değerine, buna bağlı olarak da İlahiyat tedrisatının hedefine dair aynı şuur altını yansıtmaktadır. Selefilikle ve modernistlikle neyin kastedildiği, hangi İlahiyatçının selefilikten veya modernistlikten ne kadar uzak kaldığı, kalabileceği sorularını, bütün kışkırtıcılıklarına rağmen bir yana bırakalım; tıpkı diğer branşların öğrencileri gibi topu topu bir kamu hizmeti alan İlahiyat talebesinin hangi İslam yorumunu ve pratiğini benimseyeceğini, hatta hangi dünya görüşünü ve hayat tarzını benimseyeceğini belirlemek, üniversitenin, dolayısıyla İlahiyat fakültelerinin görevi olmasa gerek. Doğru soru, hangi müfredatın neci yetiştireceği değil, Türkiye’nin İlahiyat fakültelerinin hangi donanım ve yeterlilik profilini hedeflediği ve bu hedefe ne ölçüde ulaşabildiğidir. Mevcut tartışma şu yaygın kanaati gün ışığına çıkarmış bulunuyor: İlahiyat fakültelerimizde ne iyi imam, vaiz, müftü, ne de iyi İlahiyatçı yetişiyor.

***

Muhtemelen öğretmenler konusunda da kanaat farklı değil... Bu yaygın başarısızlık izlenimini, kan davası mantığıyla eski müfredat-yeni müfredat eksenine sıkıştırmanın çözüme götürücü olmadığı açık. Sonuçta, 28 Şubat sürecinde İlahiyatların ‘beyin ölümü’ gerçekleşmişti, YÖK’ün bu son girişimi de fetvası alınmış bir ‘aktif ölüm yardımı’ olarak görülebilir. Genel memnuniyetsizliğe yol açan bu sonucun asli müsebbibi, aynı müfredatla üç ayrı ihtiyaca cevap verilebileceğini vehmetme yanılgısıdır. Bu yanlış tedrisat sisteminde ısrar, sadece kaynak israfına ve başarısızlığa mal olmuyor, daha önemlisi, binlerce genç İlahiyatçının hak etmediği bir yetersizlik duygusuna itilmesine yol açıyor. Gerçekten kalıcı bir çözüme doğru yol almak isteniyorsa, Sayın Diyanet İşleri Başkanı’nın, yalnızca kendi kurumunun kaliteli din görevlisi ihtiyacını merkeze alarak değil, İlahiyat Fakültelerinin sadece imam yetiştiren kurumlara dönüşme tehlikesinin de önünü alma duyarlılığıyla yaptığı üç tarz-ı tedrisat önerisi, böyle bir tartışma için uygun bir başlangıç noktası teşkil ediyor.

İlahiyat fakültelerimiz, eski metinlerimizi okuyup anlayabilme, anladıklarını tarihi ve fikri bakımdan doğru bağlamına yerleştirebilme, bu metinler ve fikirlerle kendisi ve dış dünya arasında bağ kurabilme becerisini kazandıramıyor genç İlahiyatçılara... Bu yetersizliğin sebepleri, gelenekçisiyle, yenilikçisiyle Türkiye’de yaşayan her İlahiyatçının kaçınılmaz olarak içinde bulunduğu, geleneğin dışına düşmüş olma durumuna kadar uzanmaktadır. Sonuçta, hepsi de geçmişten gelen temel metinlerin ait oldukları dünya ile bilgisel, duygusal ve kültürel bakımdan irtibatsızlık anlamına gelen bu büyük arızanın tamiri ise, her türlü müfredatın takat sınırlarını aşacak azamettedir.

[email protected]