Ayasofya'nın hukuki statüsünün nasıl ve ne yönde belirleneceğine, TBMM ile Cumhurbaşkanının ve hatta önündeki güncel bir dava vesilesiyle Danıştay'ın yetkili olduğu görülmektedir. Egemenliğin sahibi olarak Türk milleti de gerekirse bir referandum ihtimalinde bu konuda karar verebilir. Hiçbir uluslararası kurum, kuruluş veya devlet bu noktada yetkili değildir.
Doç. Dr. Cengiz Gül / Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi
Her yılın 29 Mayıs’ında, İstanbul’un fethi kutlamaları vesilesiyle gündeme gelen, Ayasofya Camii’nin ibadete açılması talep ve tartışmalarının, 2020 yılı itibariyle daha bir yoğunluk kazanmış olduğu görülmektedir. Bunun gerisinde ise, Hükümetin bu konuya olan desteğinin yanı sıra, Ayasofya Camii’ni müzeye dönüştüren 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı’nın altında, Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasının sahte olduğuna yönelik bir iddianın, hâlihazırda Danıştay 10. Dairesi’nin gündemine alınmasının da bulunduğunu belirtmek gerekir. Yapımından İstanbul’un fethine kadar 916 yıl Kilise olarak kullanılan Ayasofya, 1453’te Fatih Sultan Mehmet Han tarafından “Kılıç Hakkı” ve İstanbul’un bir İslam beldesi olduğunun sembolü olarak camiye çevrilmesinden itibaren, 1935’te müzeye dönüştürüldüğü ana kadarki 482 yıl boyunca da cami olarak hizmet vermiştir. Sembolik ve kültürel değeri çok yüksek olan bu muhteşem mabedin, 85 yıl aradan sonra yeniden cami olarak ibadete açılabilmesinin hukuken hangi yol ve yöntemlerle mümkün olabileceği hususunun da irdelenmesinde yarar vardır.
Danıştay’ın yetki alanında
Öncelikle, Ayasofya üzerindeki tüm hukuki tasarrufların, egemenlik hak ve yetkileri kapsamında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait olup, hiçbir uluslararası kurum, kuruluş veya devletin bu noktada yetkili olmadığını özellikle belirtmek gerekir. Hâlihazırda Ayasofya’nın hukuki statüsünün nasıl ve ne yönde belirleneceğine, anayasal olarak millet adına egemenlik yetkileri kullanan devlet organları sıfatıyla TBMM ile Cumhurbaşkanının ve hatta önündeki güncel bir dava vesilesiyle Danıştay’ın da yetkili olduğu görülmektedir. Bunların yanı sıra, egemenliğin sahibi olarak Türk milletinin de gerekirse bir referandum ihtimalinde bu konuda karar vermeye yetkili olduğuna dikkat çekmek gerekir.
Yürütme organı olarak Cumhurbaşkanının bir düzenleyici işlemiyle:
24 Kasım 1934 tarihli, Ayasofya Camii’ni ibadete kapatarak müzeye dönüştürmeye esas teşkil eden Bakanlar Kurulu kararındaki sahte imza iddialarından bağımsız olarak, o dönem yürütme erkini kullanan Bakanlar Kurulu’nun bu konuda anayasal bakımdan yetkili olduğu gerçeği öne çıkmaktadır. Bu durumda 1934 tarihinde Ayasofya Camii’ni müzeye çevirmeye yetkili olan Bakanlar Kurulu’nun, günümüzdeki yürütme erkini kullanan muadili olarak Cumhurbaşkanının da bir kararnameyle Ayasofya’yı yeniden cami olarak ibadete açabileceğini belirtmek gerekir. Daha doğrusu, parlamenter sistemdeki bir yürütme erkinin yaptığı bir düzenleyici işlemin, başkanlık yürütmesi tarafından geri alınması veya iptal edilmesi, anayasal açıdan “yetki ve usulde paralellik ilkesi”nin de bir gereği olmaktadır. Olağan dönem şartlarında çıkarılacak böyle bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin ise anayasa yargısı denetiminden uzak olmadığı belirtilmelidir.
TBMM’nin kanuni düzenlemesiyle:
Her ne kadar bir yürütme işleminin başka bir yürütme işlemiyle geçersiz kılınarak yeni bir hukuki tasarrufta bulunmak mümkünse de Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılmasına,TBMM de kanun biçimindeki bir yasama işlemiyle elbette karar verebilecektir. Zira bu noktada, yasamanın yürütmeye göre, asli ve genel yetkili bir devlet organı olduğugerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Ayasofya Camii’nin bir kanunla ibadete açılması durumu, elbette Cumhurbaşkanının bir kararnamesiyle konunun hayata geçirilmesine göre, daha uzun ve zahmetli bir yasama sürecini gerekli kılmaktadır. Ancak bu işlemin bir kanunla yapılması durumunda, asli egemenlik yetkisi kullanan TBMM eliyle, siyaseten daha etkili ve geniş bir uzlaşma zemininde sonuç alınabileceğini söylemek de mümkündür. Bu arada alelade bir kanuni tasarrufla Ayasofya’nın ibadete açılmak istenmesi durumunda, söz konusu kanunun referandum yoluyla bir de halkın onayına sunulamayacağını ifade etmek gerekir. Zira anayasal planda ihtiyari veya mecburi bir referandum, ancak anayasa değişiklikleri için hukuken mümkün olabilmektedir. Bu durumda Ayasofya Camii’nin ibadete açılması, halkın da onayına sunulmak isteniyorsa, yapılacak bu hukuki tasarrufun alelade bir kanunla değil de, anayasa değişikliği kanunuyla hayata geçirilmesi gerekecektir. Bunun da TBMM’nde en az 5’te 3 (360 milletvekili) gibi geniş bir uzlaşmayı ve de daha uzun bir hukuki süreci zorunlu kıldığı unutulmamalıdır.
Danıştay’ın bu yöndeki bir kararıyla:
Ayasofya’nın hukuki statüsünün ne olacağı konusunda karar vermeye yetkili makamlardan birisinin de hâlihazırda önüne gelen bir dava sebebiyle Danıştay olduğunu söylemek gerekir. 2 Temmuz 2020 tarihindeki duruşmada vereceği bir kararla Danıştay’ın, yürütme (Cumhurbaşkanı) veya yasama (TBMM) organlarının yukarıda bahsedilen muhtemel bir düzenleyici işleminebile gerek kalmaksızın, Ayasofya Camii’nin müze konumundan çıkarılıp ibadete açılmasına hükmedebilmesi mümkün görünmektedir. Bu hususun bir yargı hem de yüksek yargı kararıyla çözülmesi, yurt içi ve özellikle uluslar arası mahfillerin baskı ve tepkilerinden dolayı güçlü ve kararlı bir siyasî iradenin ortaya konulamaması riskini de bertaraf edebilmesi bakımından önemli ve değerlidir. Danıştay önündeki Ayasofya davasını görüşürken, başlıca iki ihtimal veya dayanak üzerinden hareketle karar verebilecektir. Şöyle ki;
Başlıca iki ihtimal
1) 24 Kasım 1934 tarihli bakanlar kurulu kararını iptal ederek:
Danıştay’ın 2 Temmuz’da görüşerek nihai karara bağlayacağı Ayasofya ile ilgili davada, hukuken incelenerek hüküm verilecek temel itiraz noktası, Ayasofya’nın müze haline getirilmesi için hazırlanan 1934 tarihli kararnamenin sahte olduğuna ilişkindir. Bu çerçevede, ilgili Bakanlar Kurulu kararının hiçbir zaman Resmi Gazete’de yayımlanmadığı, tarih ve sayı numaralarının olmadığına ilişkin hukuka aykırılıkların yanı sıra, Atatürk’e ait olduğu söylenen ıslak imzanın sahte olduğu iddiaları da öne çıkmaktadır. Bu iddialar kapsamında, kararnamedeki Atatürk imzasının, Gazi Mustafa Kemal’in, “Atatürk” soyadını almadan önce atılmış olmasının yanında, kararnamedeki bu imzanın, “Soyadı Kanunu”ndan sonraki Atatürk imzaları ile birbirine pek benzememesi de ileri sürülmektedir.Son iddialarla ilgili olarak, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi hakkındaki kararnameyle aynı gün kabul edilen Atatürk soyadının verilmesi hakkındaki 2587 sayılı Kanun’un, 27 Kasım 1934’te, yani kabulünden ve Ayasofya kararnamesinden gb gün sonra Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdiği görülmektedir. Bu yöndeki iddiaların, Danıştay 10. Dairesi’nin 2 Temmuz’da vereceği kararda ne ölçüde hükme esas teşkil edeceği ise meçhul görünmektedir.
2) 5 Kasım 2019 tarihli Danıştay’ın Kariye Camii kararını emsal tutarak:
Danıştay’ın muhtemelen, İYUK m. 7/4’teki “…düzenleyici ..işlemlerin uygulanması üzerine ilgililer, düzenleyici işlem veya uygulanan işlem yahut her ikisi aleyhine birden dava açabilirler…” hükmü kapsamında gündemine aldığı bu davada, Ayasofya kararnamesinin, ileri sürülen usul ve şekil aykırılıklarından ziyade, 5 Kasım 2019’daki Kariye Camii’nin ibadete açılmasıyla ilgili kararındaki gerekçelere dayanmak suretiyle iptaline hükmetmesi gerektiği söylenebilir. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 5 Kasım 2019 tarihli bu kararında, hükme esas teşkil eden gerekçesinde, camiyi müzeye dönüştüren Bakanlar Kurulu kararının,”taşınmazın ilelebet cami olarak kullanılması” yönündeki iradesini ve tahsisini ortadan kaldıracak şekilde alındığına vurgu yapılmaktadır. Ayrıca, hayrat vakıflarının amacı dışındaki kullanımlara karşı, üçüncü kişilerin yanı sıra devlete karşı da korunması gerektiğine dikkat çekilen Kariye Camii kararında, şu gerekçelere de yer verilmiştir: “Bu vakıfların devletin koruması altında olması, devletin istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet sadece vakıf mallarının amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen, kendisine emanet edildiği varlık konumundadır. Bir düzenlemeyle bile hayrat vakıfların, başka bir amaca özgülenmesi hukuka aykırı olacaktır.”
Vakfiyede ne yazıyor?
Kariye Camii gibi Ayasofya Camii’nin de, Osmanlı döneminde özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmiş olması ve Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait hayrat taşınmazlardan biri olması bakımından, vakfın belirlediği kullanım şekli olan cami dışında bir kullanım amacına tahsis edilemeyeceğinden hareketle, Ayasofya’nın da cami olarak ibadete açılmasına karar verilmesi, hukuki istikrar adına da bir gereklilik olmaktadır. Zira İstanbul fethedildiğinde Fatih Sultan Mehmet, fethin sembolü olduğu ve adeta bir hâkimiyet mührü sayıldığı için Ayasofya’yı camiye çevirmiş, ancak bunun dışında diğer din mensuplarının inanç ve ibadethanelerine ise asla dokunmamıştır. Fatih, camiye dönüştürdüğü Ayasofya’nın, cami olmanın dışında başka bir amaçla kullanılmaması için de vasiyette bulunarak bir vakfiye kurmuştur. İşte Danıştay’ın, Kariye Camii kararındaki gerekçelerden de hareketle,“…bir düzenlemeyle bile hayrat vakıfların, başka bir amaca özgülenmesi hukuka aykırı olacaktır”diyerek, Ayasofya’nın da vakfiyesinde yer alan, ilelebet cami olma amacına uygun bir hükme varacağı düşünülmektedir. Bu yöndeki bir karar, aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetinin yerine getirilerek, uzun zamandır süren bir yanlışın düzeltilmesi anlamına da gelecektir. Danıştay’ın 5 Kasım 2019 tarihli söz konusu kararında, Kariye Camii’nin ibadete açılması için gösterdiği gerekçeleri, Ayasofya için de emsal kabul ederek karar vermesi, yargı içtihatlarına istikrar kazandırmanın yanı sıra, hukuki istikrar ve güven ilkelerinin ve asıl hukuk devleti olma ilkesinin de bir gereği olduğuna dikkat çekmek gerekir.