Geçmişteki insan hakları ihlallerinin hesabının verilmesi ve adaletin sağlanması, Suriye'nin yeniden inşasında kritik bir rol oynayacaktır. Birleşmiş Milletler Suriye Soruşturma Komisyonu'nun hazırladığı rapora göre, 4 binden fazla kişinin savaş suçlarıyla bağlantılı olduğu belirlenmiştir.
Mehmet Kırtorun/ Yazar
Ölüm ve işkence karşısında destansı bir cesaret gösteriyorlar. Özellikle de fedailer. Hatta içlerinden bazılarının idama giderken gerçekten sevindiklerine şahit oldum. Bilmiyorum böylesi bir cesaret bu insanlardan başka ya da buradan başka bir yerde var mıdır?
(Mustafa Halife)
2011 yılında, Orta Doğu'da başlayan halk ayaklanmaları Suriye'yi de etkiledi ve ülke kısa sürede kaosa sürüklendi. İlk başta barışçıl protestolar olarak başlayan bu süreç, kısa sürede iç savaşa dönüştü ve milyonlarca insanın hayatını kökünden değiştirdi. Beşar Esad rejimi, yaklaşık 6.7 milyon insanın ülke içinde yerinden edilmesine neden olmuş, 14 milyon sivilin ise insani yardıma muhtaç hale gelmesine yol açmıştır. Bu süreç, Hannah Arendt'in totalitarizm teorisiyle derin bir paralellik taşır; zira totaliter rejimler, muhaliflerinin onurlu ve etkileyici bir şekilde, bir şehit gibi ölmesine asla izin vermez. Böyle bir ölümü, çoğumuz gönüllüce kabul edebilirdik. Ancak totaliter devlet, karşıtlarını sessizce, iz bırakmadan, tarihin karanlık boşluğuna sürükler. Böylesi bir düzende, işlenen suça karşı suskun kalmaktansa ölümü göze almak, kişinin kendi varlığını anlamlandırma çabasıdır. Ne var ki, bu cesaretin karşısında yalnızca unutuluş vardır; zira totalitarizm, direnişi değil, yokluğu mutlak kılmayı amaçlar.
Bu iç savaş sırasında Suriye'de sistematik işkence ve toplu infazlar, Esad yönetiminin temel baskı araçları arasında yer aldı. Yalnız Sednaya Hapishanesi'nde 30 binden fazla mahkum infaz edildi, işkence, açlık veya tıbbi bakım eksikliği nedeniyle öldü. Uluslararası Af Örgütü tarafından 'insan mezbahası' olarak tanımlanan bu hapishanede, 2011-2015 yılları arasında her hafta yaklaşık 50 kişi asılarak idam edildi. Cezaevinin labirent gibi koridorlarında yankılanan adımlar, kayıp ruhların sessiz çığlıklarına karışıyordu. Yıllardır karanlık duvarların ardında kaybolan sevdiklerine ulaşabilmek için bekleyen aileler, artık sadece umudun kırıntılarına tutunuyordu. Ancak zaman, bu acıyı bir kader gibi işledi; çünkü bazı kayıplar, asla bulunamayacak kadar derine gömülmüştü.
7 Aralık 2024'te Beşar Esad'ın beklenmedik şekilde ülkeden kaçışı, rejimin otoritesinde büyük bir kırılmaya neden oldu. Rejimin çöküşünün ardından yapılan soruşturmalarda, başkent Şam'da ve çevresinde işkence izleri taşıyan en az 40 ceset bulundu. Suriye İnsan Hakları Ağı'na (SNHR) göre, Esad rejiminin uyguladığı sistematik işkenceler sonucu 60 bin kişi hayatını kaybetti. Harasta Askeri Hastanesi'nde, tutuklulara verilen kodlara uygun numaralarla işaretlenmiş ancak isimleri bulunmayan cesetler ortaya çıkarıldı. Eski mahkumlar, Sednaya Hapishanesi'nde 72 farklı işkence türüne maruz bırakıldıklarını ve rejimin, mahkumları 'toplu idam' için Şam'daki Askeri Saha Mahkemesi'ne sevk ettiğini ifade etti. Kurbanların cesetleri, kayıt tutulması için Tişrin Askeri Hastanesi'ne taşındıktan sonra toplu mezarlara gömüldü.
Bu noktada, geçmişteki insan hakları ihlallerinin hesabının verilmesi ve adaletin sağlanması, Suriye'nin yeniden inşasında kritik bir rol oynayacaktır. Birleşmiş Milletler Suriye Soruşturma Komisyonu'nun hazırladığı rapora göre, 4 binden fazla kişinin savaş suçlarıyla bağlantılı olduğu belirlenmiş ve bu isimler uluslararası hukuka göre yargılanmaya aday olarak gösterilmiştir.
Salyangozun kabuk çatlağı
"Ben insanın sadece bir kez ölmediğini söyleyenlere katılıyorum. Ne zaman bir yakınımız, dostumuz ya da tanıdığımız ölse onunla birlikte içimizde ona ayırdığımız parçamız da ölür. Günler geçtikçe ölümler devam eder... Ve bizim içimizden eksilen parçalar da çoğalır... Böylece ölümün kapladığı alan büyür..."
(Mustafa Halife)
Suriye'de yaşanan bu süreç, yalnızca siyasi bir değişim değil, aynı zamanda bireyin kimlik ve varoluş mücadelesi açısından da bir dönüm noktasıdır. Ancak tarihin bize gösterdiği bir gerçek var: Hiçbir zulüm sonsuza kadar süremez. Roma'nın despot yönetimleri, Ortaçağ'daki Engizisyon mahkemeleri, Sovyetler Birliği'nin Gulag kampları ya da Nazi toplama kampları... İnsanlık tarihinin en karanlık sayfaları, baskıcı rejimlerin ve sistemlerin eninde sonunda yıkıldığını kanıtlamaktadır. Totaliter düzenler, bireyin ruhunu, düşüncelerini ve hatta varlığını kontrol etmeye çalışsa da özgürlük arayışı, direnişin tohumlarını her zaman yeşertmiştir.
Bu mesele, yalnızca günümüz siyasi gerçekleriyle değil, aynı zamanda edebiyatın yansıttığı insanlık deneyimleriyle de yanıt aramaktadır. Böylesi bir atmosferde kaleme alınan eserler, yalnızca bir anlatı sunmaz; aynı zamanda kolektif hafızanın birer parçası olarak tarihe ışık tutar. Edebiyat ve sanat, baskı altında ezilen toplumların sesini duyurmanın en güçlü yollarından biri olmuş, zulme karşı en etkili direniş biçimlerinden birine dönüşmüştür.
Dünya edebiyatında, benzer temalarla yankı uyandırmış pek çok eser bulunmaktadır. Aleksandr Soljenitsin'in Gulag Takımadaları, Sovyet işkence ve hapishane sistemini çarpıcı biçimde gözler önüne sererken, Primo Levi'nin Bunlar da mı İnsan? adlı eseri, Nazi toplama kamplarındaki insanlık dışı uygulamaları belgeleyen en güçlü anlatılardan biri olmuştur. George Orwell'in 1984 adlı eseri, bireyin totaliter rejimler karşısındaki çaresizliğini distopik bir atmosferde ele alırken, Arthur Koestler'in Gün Ortasında Karanlık adlı romanı, siyasi baskının insan psikolojisine etkisini sarsıcı bir biçimde işlemektedir. Bu eserler, yalnızca dönemin politik gerçeklerini değil, aynı zamanda insanlık tarihine ışık tutan evrensel anlatılar olarak da kabul edilir.
Tam da tarihin bu kırılma anında, Suriyeli yazar Mustafa Halife'nin Salyangoz/ Suriye Zindanları isimli eseri; Hristiyan bir Arap vatandaşının trajik serüvenini bir mahkûmun gözünden aktararak, zulmün ve insan direncinin kesiştiği noktada unutulmaz bir anlatıya dönüşüyor.
Yusuf'un hikayesi: Bireysel bir trajedi
Yusuf okulundan mezun olduktan sonra Paris'in büyüleyici ışıklarından, çocukluğunun geçtiği Suriye'nin tozlu ve dar sokaklarına geri döner. Ancak bu dönüş, onun hayal ettiği gibi bir kavuşma değil, bir kâbusun başlangıcıdır. Uçağın tekerlekleri pistle buluşur buluşmaz, içindeki heyecan yerini belirsiz bir huzursuzluğa bırakır. Pasaport kontrolüne ilerlerken, yıllardır görmediği memleketine adım atmanın sevinciyle göğsü kabarır. Fakat o an, aniden sert bir el omzuna konar. "Bizimle geliyorsun," diyen soğuk bir sesle irkilir. Önce anlam veremez, yanlış bir anlaşılma olduğunu düşünerek itiraz eder. Fakat yüzünde beliren gülümseme, gardiyanların boş bakışları arasında hızla solup gider. Özgürlük arzusunun yerini, devletin keyfi suçlamaları ve ideolojik baskının yıpratıcı gücü alır. O andan itibaren, Yusuf'un "kendi varlığını teyit etme" çabası, acımasız totaliter bir sistemin pençesinde, hem beden hem de ruh için ezici bir mücadeleye dönüşür. Özgürlüğün yalnızca bir kelimeye dönüştüğü, hakikatin suskunluğa mahkum edildiği bu karanlık dünyada, Yusuf'un varoluşu artık bir direnişin simgesine dönüşecektir.
Bu eser, ölüm ve işkence altında fedai ruhların sergilediği destansı cesareti gözler önüne sererken, okurun iç dünyasında derin bir sarsıntı yaratır. İdam yolunda sevinç dolu anlar, totaliter düzenin yarattığı paradoksu akla getirir; çünkü en karanlık anlarda bile yaşamın ışığını yakalamak ve insanın kendi içindeki gücü keşfetmesi, tartışmaya değerdir. Anlatıcının, uyanık kalabilmek için verdiği o zor mücadele, sadece bireysel bir deneyim değil, aynı zamanda tarihsel bir belge ve evrensel bir insanlık öyküsüne dönüşür.
Hapishane koğuşlarında yaşanan manevi eğitim süreci, eserin dokusunu zenginleştirir. Yaşlı hocaların gençlere Kur'an ve hadis bilgisi aktarırken oluşturduğu ritüel, neredeyse kutsal bir imtihan halini alır; gençler, ezberlemenin ötesinde, kültürel hafızayı koruma ve içsel direnç geliştirme gücünü kazanırlar. Bu uygulama, zorunlu bir yaşam stratejisi olmasının yanı sıra, tarihin acı sayfalarından günümüze uzanan bir sürekliliği temsil eder. Koğuşlarda ezberlenen ayetler, yalnızca bireysel bir güçlenme süreci değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın yeniden inşasında inancın ve kültürün dirilişinin bir sembolü haline gelir.
Günlük yaşamın en küçük iletişim yolları dahi, umudun ve dayanışmanın ifadesine dönüşür. Mahkûmlar, duvarlara mors alfabesiyle ritmik vuruşlar yaparak, birbirleriyle gizli bir dil kurarlar; bu basit yöntem, modern teknolojinin yokluğunda bile insanın sesini duyurabilme çabasının en zarif örneklerinden biridir. Bu durum, totaliter rejimlerin insanı yalnızlaştırma ve içsel dünyasını çökertme stratejileriyle örtüşür; çünkü basit bir vuruş dahi, özgürlüğe giden yolu aralayan bir işaret haline gelir.
Tarihsel bağlamda bakıldığında, Halife'nin bu eseri, 1980'lerden itibaren Suriye'nin totaliter rejiminin, özellikle Tadmur gibi korkunç hapishanelerde uyguladığı insanlık dışı baskının bir belgesi niteliğindedir. 1982'de Paris'ten Suriye'ye dönen anlatıcının tutuklanması ve uzun yıllar boyunca yaşadığı işkence, yalnızca bireysel bir trajedi değildir; aynı zamanda, Suriye'nin totaliter düzenin acımasız yüzüyle nasıl şekillendiğinin tarihsel bir kanıtıdır. Bu bağlamda, eser, modern bir Solzhenitsyn örneği olarak değerlendirilebilir; çünkü bireysel bir yaşam öyküsünü merkeze alarak, baskıcı bir rejimin insanlık onurunu nasıl yok ettiğini, tarihsel ve sosyo-politik referanslarla gözler önüne serer.
Halife'nin romanı, sadece bir mahkûmun hikâyesi değil, bir halkın suskun çığlığıdır. Zindan duvarlarının ardında sıkışan umut, bireysel hafızanın sınırlarını aşarak kolektif bir direnişe dönüşür. Ve tarih, ne kadar silinmeye çalışılırsa çalışılsın, tanıklıkları hep hatırlayan bir defter gibidir; çünkü unutulmayan her acı, bir gün adaletin tohumlarını yeşertecektir.
Ruhun sarsılmaz gücü
Zulüm, tıpkı karanlık bir gölge gibi, tarihin en dip noktalarına uzanarak insan ruhunun derinliklerine siner. Ancak her gölge, ardında bir ışık kaynağı taşır. Suriye'nin zindanlarında yankılanan çığlıklar, sadece acının değil, aynı zamanda direnişin de sesidir. O duvarlara kazınan izler, birer sessiz tanık gibi gelecek nesillere unutulmaması gereken hikâyeler anlatır. Ölüm ve işkence, totaliter bir rejimin en keskin silahlarıdır; fakat tarih, en güçlü imparatorlukların bile bir gün yıkıldığını defalarca göstermiştir.
Birey, varoluşunun kanıtını ararken, bazen karanlığa teslim olur, bazen de o karanlığın içinden bir ışık hüzmesi yaratır. Yusuf'un hikâyesi, yalnızca bireysel bir trajedi değil, aynı zamanda insan ruhunun sarsılmaz gücünün de bir yansımasıdır. Mahkûmiyetin dört duvar arasına sıkıştırdığı bedenler, düşünceleri esir alamaz; aksine, direnişin tohumları en çok böyle zamanlarda filizlenir. Her vuruş, her fısıltı, her ezberlenen ayet, unutulmaya direnen bir hafızanın işaretidir.
Ve gün gelir, toprağa gömülen hakikat, çiçek açmaya başlar. Yıkılan duvarların ardından yükselen ses, yalnızca geçmişin hatırası değil, aynı zamanda geleceğin çağrısıdır. Hiçbir acı sonsuza dek sürmez; hiçbir zulüm, tarihin kalbinde ebedi bir mühür gibi kalamaz. Hafıza, külleri savrulsa da direnir. Ve direnen her hikâye, zamanın içinde bir iz bırakır.