Tarihsel süreç içerisinde yaşam ve ölüm hakkı üzerine felsefi, dini ve siyasi birçok tartışma yapılmıştır. Yaşam kalitesinin bu tartışmalarda anahtar olması gerekir. Her canlı onurlu bir ölümü hak eder. Artık iyileşme ümidi ve tıbbi imkânı bulunmayan bazı hastaların steril bir ortamda, makinelere bağlı olmadan, sevdiklerin yanında son nefesini vermek istemesi çok doğal değil mi?
Filiz Zengin/ tv4 Kanal Koordinatörü
Hem işim hem de ilgi alanlarım nedeniyle sık sık film ve belgesel izliyorum. Şimdilerde izlediğim birçok yapım ölüm ve hastalık temalarını işliyor. Pandemiyle birlikte ölüm ve hastalıklarla isteksiz bir bağ kurduk. Artık ölümle olan zorlayıcı ilişkimizi daha cesurca konuşabiliyoruz. İzlediğim son iki film, ölüm konusunu farklı bir yaklaşımla ele alıyor. "Ötenazi" ve "İyi Ölüm" kavramlarını da tartışmaya açıyor.
Fransız varoluşçu yazar Albert Camus, hayatın anlamını sorgulamanın en büyük sorun olduğunu savunuyor ve yaşamın yaşanılmaya değer olup olmadığını çözümlemeye çalışmayı öneriyor. Hastalıkları nedeniyle sınırlı yaşam sürelerini kabullenme sürecine giren iki farklı karakterin kendi seçimleri doğrultusunda hayata veda edişlerini anlatan bu iki film bana Camus'nün ölüm ve yaşam üzerine olan derin incelemelerini düşündürttü.
Camus'ya göre intihar bir çıkış değildir, hayatta kalmayı seçmek en büyük eylemdir. "Ötenazi", "İyi Ölüm" ve "İntihar" gibi kavramlar etrafında, inananlar hariç, felsefi bir savaş her zaman var ve olacak da.
Gelelim filmlere, bakalım ne diyorlar...
"The Room Next Door / Yandaki Oda" Pedro Almodovar'ın imzasını taşıyor. Filmde, John Turturro, Julianne Moore ve Tilda Swinton'ın performansları gerçekten göz alıcı. Bu yapım, Amerikalı yazar Sigrid Nunez'in "What Are You Going Through" romanından uyarlandı, ama Almodovar kendi filmleriyle bir tür yaratmış yönetmen olarak afişe "film Almodovar tarafından yazılmıştır" ifadesi koymayı doğru bulmuş. Haksız da değil.
Aslında filmde James Joyce'un "Ölüler" adlı eserinden yapılan alıntı üzerine konuşmak istiyorum. Oraya gelmeden önce, filmdeki diğer detaylara biraz değinmek gerekiyor. Yalın ve akılda kalıcı diyaloglar, dikkatle tasarlanmış dekorlar, ressam Edward Hopper, yazar James Joyce ve Virginia Woolf'lu referanslar ile filmin genel rengi, karakterlerin derinliği ve müzikle uyum gibi unsurlar filmi özel kılıyor.
"Yandaki Oda" izleyicisine bir sıcak tiyatro atmosferi sunuyor. İki kadın karakterin etrafında dönen hikâye, derinlik kazandıkça daha da etkileyici hale geliyor. Filmin kalbinde samimiyet var; iki insanın zor zamanlarda birbirlerine yaklaşma çabalarını gerçekçi bir şekilde işlemiş. En çarpıcı kısım, bu samimiyetin ölüm üzerine derin düşüncelerle harmanlanması.
Film, ölümün ürkütücü tarafları üzerine kaleme aldığı son kitabının tanıtım turundaki Ingrid'in yıllar önce bir dergide beraber çalıştığı eski arkadaşı Martha'nın kanser olduğu haberini almasıyla başlıyor. Martha savaş muhabiriyken, Ingrid yazar olarak hayatını sürdürüyor. Martha, genel hatlarıyla Ingrid'e çok az bir vakti kaldığını, iyileşme umudunun hiç kalmadığını ve son gününü kendisinin seçmek istediğini söylüyor. Ölürken yanında olmasını ve yan odada kalmasını istiyor. Bu andan itibaren iki kadın arasında güven üzerine kurulan harika bir bağın örülüşüne şahitlik ediyoruz.
Hikâye yavaş ve sakin örülürken bir gün karakterlerimiz sinemada Roberto Rossellini'nin "İtalya'ya Yolculuk" filmini izliyor; ardından John Huston'ın James Joyce'un "Ölüler" uyarlamasına geçiyorlar. Kar yağdığı anda Martha'nın James Joyce 'un o son sözlerini okumasıyla film beklenen noktaya taşınıyor.
'...evrenin üzerine yavaşça yağan kar, öyle suskun ki, canlıların ve ölülerin üzerine son düşüşü gibi adeta...'
Bu detay, yaşamla ölüm arasında ruhsal bir bağın varlığına işaret ediyor. Ölümün eşiğindeki bir kadının bu anları, bir sanat eserinin kusursuz finali gibi hissettiriyor ama film bitmiyor.
Almodovar, senaryosu ve oyuncu yönetimiyle ölüm gibi ağır bir konuyu gündelik hayatın doğal bir parçası haline getiriyor, konunun ciddiyetini asla ihmal etmeden. Altın Aslan ödüllü "Yandaki Oda / The Room Next Door" biraz yavaş ilerleyen bir film olsa da estetik ve şiirsel dili sarsıcı.
Boğaziçi Film Festivali'nde izlediğim belgeseller arasında en çok etkilendiğim yapımlardan biri Hasan Ete'nin "İyi Ölüm" adlı belgeseli oldu. Yapım, kalbe dokunarak hayata ve ölüme dair farklı bir perspektif sunuyor.
Belgesel, tıbbın tanımladığı "iyi ölüm" anlayışını araştırıyor. Bireyin mahremiyetine saygı gösterilmesi, duygusal ve dini ihtiyaçlarının karşılanması ve son veda için yeterli zamanın sağlanması gerektiğini öne sürüyor. Bu bağlamda, 2007 yılında Rotterdam'da kurulan Dilek Ambulansı Vakfı'nın yaptığı çalışmaları takip ediyor.
Dilek Ambulansı Vakfı'nın asıl amacı, terminal dönem hastalarını "iyi" bir şekilde hayata veda etmeleri konusunda desteklemek. Filmde, emekli polis Frank Halter'in de katkılarıyla, terminal hastalıkla mücadele eden Wim Beuving'in son dilekleri yerine getiriliyor. Beuving'in arzularının gerçekleştirilmesi için yürütülen çalışmalar izleyiciyi hem düşündürüyor hem de duygulandırıyor. Gönüllü Frank Halter'ı tanıtarak başlayan belgesel Halter ve son günlerini yaşayan Beuving'in karanlık hastane odasında tanışmasıyla devam ediyor. Beuving'in o yorgun haliyle karısı, çocukları ve torunlarıyla en sevdiği sahil evinde buluşması ve hepsine tek tek vedası ise oldukça hüzünlü. Dalgaları dinleyip seyrederken eşinden aldığı son öpücük kelimelerin tarif edebileceği bir an değil. Bu süreç, hayatın son anlarının bile nasıl anlamlı kılınabileceğini gösteriyor.
Türkiye'de ötenazi yasak, bu konuda dünya genelinde farklı yaklaşımlar mevcut. Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde bu uygulama yasal ve bu da tartışmaları alevlendirmekte.
İyi ölüm kavramı, yaşamın son evresinde insana saygı gösteren bir yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor! Her bireyin yaşam kalitesini koruyarak, acılarını azaltmayı hedefleyen bu anlayış, ötenazi ile karıştırılmamalı diyor bazı görüşler! İyi Ölüm belgeselini izledikten sonra araştırma yaparken karşıma Yard. Doç. Figen Arı İnci'nin bir röportajı çıktı. Bu röportajda İnci "Hastalık süreçlerinde ümit, insanı hayatta tutan en değerli bağdır. Ancak bazen zorla hayatta tutulan hastalar, gereksiz acılarla boğuşmak zorunda kalıyor. İşte bu noktada, doğal süreçte huzurlu bir ölümün sağlanması gerektiği düşüncesi öne çıkıyor" diyor.
Tarihsel süreç içerisinde yaşam ve ölüm hakkı üzerine felsefi, dini ve siyasi birçok tartışma yapılmıştır. Yaşam kalitesinin bu tartışmalarda anahtar olması gerekir. Her canlı onurlu bir ölümü hak eder. Artık iyileşme ümidi ve tıbbi imkânı bulunmayan bazı hastaların steril bir ortamda, makinelere bağlı olmadan, sevdiklerin yanında son nefesini vermek istemesi çok doğal değil mi?
*Ankebût / 57. Ayet