Hepimiz 'Gassal'ız

Dr. Hülya Bulut/ Yazar
2.01.2025

‘Geri dönmez artık giden sevgililer, her ümit ufkunda ağlıyor gözler' duygusuyla annesine hasret bir çocuğun, gassalın, hiç kimsenin hiçbir şeyi olamaması… Bizi yıkan, bir enkazın altında kendimizi can çekişirken bulmamıza sebep değil mi? Küçük kırmızı tokanın kemiğe dayanan bıçak keskinliğinde olmasına sebep değil mi?


Hepimiz 'Gassal'ız

Dr. Hülya Bulut/ Yazar

Yıllar önce Balıkesir Zagnos Paşa Cami'nin o sarı sıcak ışıklarına bakarak içtiğim akşam çayımı yudumlarken bir gassal ile tanışmıştım. İnsanları en son gören kişinin kendisini olduğunu söylediğinde, bu derin ifade bana 'gassal' konulu bir romanın ilgi çekici olabileceğini düşündürmüştü. Aynı isimli filmi görünce de, nedense içimde bu öngörümün tuhaf ama bir o kadar da garip mutluluğunu hissettim.

"Yanıp yanmamaya karar veremeyen beyaz ışık floresan bir lamba, ölümün soğukluğuyla buz kesmiş bir odayı aydınlatmaya çalışırken, gassalın maşrapasından akan su sanki Kasimiye Medresesi'nin yaşam havuzundaki son boğumdan bir daha hiç geri gelmemek üzere en durgun hışmıyla akıyormuş gibi, göz açıp kapayıncaya kadar geçen koca bir hayatın tüm günah ve sevaplarını da beraberinde götürüyordu..."

Beni nasıl bilirdiniz?

Gassal dizisinin ilk sahnesini size roman tadında anlatmaya çalışsam da, her canlının ölümü tadacağı gerçeğiyle daha ilk sahnede karşılaşacağımız kimin aklına gelirdi ki? Üstelik, 'Beni nasıl bilirdiniz?!' diye adeta sessizce haykıran kimsesiz bir mevtanın o kadim yalnızlığında... Kesin olan tek gerçeğe, ölüme, yolculuğumuz daha doğduğumuz ilk andan itibaren başlamıyor mu sanki? Buna 'geri sayım' dersek, hayata çok mu haksızlık etmiş oluruz? Belki evet, belki hayır cevabını vereceksiniz. Ama sonuç ne yazık ki her defasında hayır ve şer ile imtihan edilerek her gün bir adım daha yaklaştığımız o kaçınılmaz son olacak....

Kum saatinin ölüme koşan tarafını şimdilik bir kenara bıraksak da, o canım çocukluk yıllarımıza geri dönsek, kederimizi unutur da biraz keyiflenir miyiz dersiniz? Vallahi ben ne çok sevmiştim o mutlu çocukluğumu; hem de o en yoksul çağlara inat! Parantez içinde bir ara hikaye de benden olsun o zaman:

Sokakta oynadığımız günlerden birinde bir arkadaşımızın annesi elinde fırından sıcacık çıkmış bir kucak dolusu ekmeği ve bir torba dolusu domatesi bize göstererek 'haydi hepiniz biraz daha oynayın, çağırdığımda da bize gelin, yumurtalı menemen var' dediğinde bu beklenmedik sürpriz nedense çok hoşuma gitmişti. 'Hurraaa' eve dalan 8-10 çocuğu düşünsenize! Gözleriniz yuvasından çıkar gibi bakmasın öyle. Derin bir nefes alın. Yuvarlak, sini bir tepsinin etrafında bu birbirini çok seven çocukların yer sofrasına oturduğunu ve yumurtalı menemene banan sıcacık ekmeklerini, yeni demlenmiş taptaze çaylarını düşünün...

Bizi, neremizden vuralım?

Bunu neden mi anlattım: Evladından ayırmadan bize de aynı ilgiyi göstererek evine yemeğe davet eden o sevgi dolu anneyi ve o yer sofrasının tadını bu yaşıma geldiğim halde hiç unutamadım da ondan. Ama yıllar önce yaşadığım bu güzelliği bana çağrıştıran ise dizide gassalın mutfağını gördüğüm sahnelerden biriydi: O son derece yalın mutfakta, tepesindeki kocaman davul fırına arasındaki elişi etamin ile mesafe koyan buzdolabının hemen yamacına iliştirilmiş emektar, kimseye had bildirme derdi olmayan herkese eşit mesafedeki o yuvarlak, sini tepsi... ve onun hepimize aynı olduğumuzu hatırlatan içi hiçlikle dolu vakur duruşu...

Dizi boyunca toplumsal anlamda ne kadar çok şeyi yitirdiğimizi, maruz kaldığımız modernizmin ve kapitalizmin sinsi bir marifetle bunları gözümüzün içine baka baka nasıl yaptığını gördükçe sizin de içiniz yanmadı mı? Durun bakın, sound-track diye söze başlayıp ilk kurşunu kendime atayım: 'İçimdeki kavgamla barışamadım. Uçup gitti mutluluk kavuşamadım...' diyen şarkının sözlerindeki gibi, o komşu teyzenin basma desenli uzun ve kapalı elbisesindeki çiçeklere, kabuğunu korumuş bir hayatın asaletine, evde pişirilmiş bir helvanın tarifine, sıradan insanların sıradışı hikayelerine... hangimizin özlemle içi yanmadı ki?

En son ne zaman öldünüz?

Hayır sandığımız şeyde şer, şer sandığımız şeyde hayır vardır. Allah bilir de biz bilmeyiz ya hani.....Gassal'ın teslimiyeti hatırlatması mı gözyaşlarımızın hıçkırıklara, hıçkırıklarımızın da gözyaşlarına karışmasına neden oldu bilmem. Tahammülsüzlükler, kıskançlıklar, hasetler, nefretler çağında nefsinden arınmak için kaçımız ölmeden önce öldük ki sanki? Kaçımız kendi kabrinin türbedarı olmayı becerdi de, kendi kabrine su taşırcasına her gün tövbe kapısında göz yaşı döktü ki sanki?

Söylesenize ben, sen, o, biz, siz, onlar en son ne zaman öldüm, öldün, öldü, öldük, öldünüz, öldüler ki sanki! Diyorum ki, biz gerçekten ölmeyi bilmeyenlerden miyiz acaba? Ölenlerimizi hatırladığımızda mı ölüp ölüp diriliyoruz sadece! Ya da sadece kaybettiklerimizi, kavuşamadıklarımızı, elimizden avucumuzdan kayıp gidenleri düşündükçe mi ölüme yakın hissediyoruz kendimizi? Bu duyumsama ne kadar samimi derseniz, o konuda ciddi şüphelerim var gerçekten!

Ah o kırmızı toka

'Geri dönmez artık giden sevgililer, her ümit ufkunda ağlıyor gözler' duygusuyla annesine hasret bir çocuğun, gassalın, hiç kimsenin hiçbir şeyi olamaması... Bizi yıkan bir enkazın altında kendimizi can çekişirken bulmamıza sebep değil mi? Küçük kırmızı tokanın kemiğe dayanan bıçak keskinliğinde olmasına sebep değil mi?

Çok sevdiğim bir arkadaşım bu diziye 'kültürel iktidar' tartışmaları perspektifinden bakılabileceğini, Youtube'ta çok kısa bir sürede 14 milyon insan tarafından izlendiğini ve pozitif gündem oluşturduğunu söylediğinde, gerçekten gayet yerinde bir tespitte bulunmuştu. Ben de sadece bir gün arayla on bölümlük diziyi tekrar izleyip, yine aynı yerlerde gülüp yine aynı yerlerde ağladığımda anladım ki, Feridüddin Attar'ın Simurg'u gibi, hepimiz gassaliz aslında... Hiç tanımadığı insanları en yalın ve en masum hali ile en son gören kişiye, gassala "Görmen gerekeni görene kadar baktığın her şeyin körüsün" diyerek kendimize ayna tutalım.

[email protected]