Patani sorunu, basit bir güvenlik meselesinden ziyade, kimlik, özerklik ve siyasi temsil ekseninde şekillenen derin bir krizdir. Ancak dünya gündemi genellikle Orta Doğu'daki çatışmalara veya büyük güç rekabetine odaklandığı için bu sorun çoğu zaman göz ardı ediliyor.
Prof. Dr. İsmail Şahin/ Uluslararası Kriz Araştırmaları (USKAM) Başkanı
Malezya'nın kuzeyinde, Tayland'ın güneyinde, Andaman Denizi ile Güney Çin Denizi arasında stratejik bir konumda bulunan ve geçmişte Patani Sultanlığı olarak bilinen bu bölge, günümüzde Tayland'ın Patani, Yala ve Narathiwat illerini kapsamaktadır. Malay kültürüne sahip olan Patani, etnik ve dini kimliği nedeniyle Tayland'ın geri kalanından farklı bir yapıya sahiptir. Şiddet, baskı, yoksulluk, hukuksuz yargılamalar ve asimilasyon politikaları nedeniyle bir milyondan fazla Patanili Müslüman, başta Malezya olmak üzere dünyanın dört bir tarafına göç etmek zorunda kalmıştır.
Çoğunluğu Malay Müslümanlarından oluşan Patani, Yala ve Narathiwat illeri, yıllardır süregelen bir çatışmanın merkezinde yer alıyor. Patani sorunu, basit bir güvenlik meselesinden ziyade, kimlik, özerklik ve siyasi temsil ekseninde şekillenen derin bir krizdir. Ancak dünya gündemi genellikle Orta Doğu'daki çatışmalara veya büyük güç rekabetine odaklandığı için bu sorun çoğu zaman göz ardı ediliyor. Tayland, küresel siyasette büyük güçlerin doğrudan çatışma alanı hâline gelmiş bir ülke değildir ve Patani meselesi, jeopolitik olarak büyük devletlerin stratejik çıkarlarını doğrudan etkilemediği için uluslararası ilgi görmekte zorlanmaktadır. Ayrıca medyanın odağı genellikle büyük ve dramatik çatışmalara yöneldiğinden, düşük yoğunluklu olsa da yıllardır süregelen Patani krizi gölgede kalmaktadır. Ayrıca, Tayland hükümetinin uluslararası baskıyı en aza indirmek amacıyla sorunu bir iç mesele olarak tanımlaması ve diplomatik yollarla gündeme gelmesini engellemesi de bu durumu pekiştirmektedir.
Tarihi arka plan: Zorla entegrasyonun sonuçları
Bir zamanlar bağımsız olan Patani Sultanlığı 1906 yılında Siyam (Tayland'ın önceki adı) tarafından zorla ilhak edildi.Patani Sultanlığı'na özerklik verilmediği gibi ilhak neticesinde Müslümanlar bir anda kendi bölgelerinde çoğunluktan azınlığa düşmüş oldu. O tarihten itibaren Siyam, bölgeyi kendi ulusal kimliği içinde eritmeye çalışan bir politika benimsedi. Bu bağlamda Malay lehçesi olarak bilinen Patani-Malay dili yasaklandı, İslami eğitim kurumları baskı altına alındı ve bölgeyi Tay kültürüne zorla entegre etmeyi amaçlayan baskı politikaları uygulamaya kondu. Ancak bu asimilasyon politikaları, Patani halkının kimlik bilincini güçlendirmekten başka bir işe yaramadı.
Siyam'dan Tayland'a dönüşen ülkede, 1932 yılından bu yana Meşruti Krallık olan yönetim biçimi altında, askeri yönetimler devleti, "ulus, monarşi ve din" temelinde şekillendirerek, üniter ve merkeziyetçi bir ulus-devlet anlayışı üzerine inşa etmişlerdi. "Ulus" ile Tayland ulusu, "Monarşi" ile Chakri Hanedanı ve "Din" ile de Theravada Budizm'i kastediliyordu. Böylece Tayland, milliyetçilik, monarşiye bağlılık ve Budizm'in toplumsal hayattaki merkezi rolü üzerine kurulu bir ulusal kimlik inşa etmeye yöneldi. Bu üç unsur, sadece bir yönetim anlayışı değil, aynı zamanda halkın devlete ve yönetici elitlere bağlılığını sağlamanın ideolojik temeli haline geldi. Bu süreçte, Tayland ulusu kavramı etnik Tay çoğunluğuna dayanırken, Malay Müslümanları, Çin kökenliler ve diğer etnik gruplar devletin homojenleştirici politikalarına tabi tutuldu. Tay dili zorunlu hale getirildi, eğitim sisteminde Budist öğretiler öne çıkarıldı ve kralın kutsallığı fikri anayasal bir doktrin olarak benimsendi. Hükümetler, monarşinin meşruiyetini koruma adına sık sık sıkıyönetim ilan etti, ifade özgürlüğünü kısıtladı ve muhalefeti bastırdı. Özellikle kraliyet karşıtı söylemleri yasaklayan "lese majeste" yasaları, monarşinin dokunulmazlığını pekiştiren en önemli araçlardan biri oldu.
Özellikle Güney Tayland'da yaşayan Malay Müslümanları, bu politikaların en fazla etkilediği topluluklardan biri oldu. Patani, Yala ve Narathiwat bölgelerinde yoğunlaşan Malay Müslümanları, Tayland'ın üniter ulus-devlet politikalarına karşı kendi kimliklerini ve kültürlerini korumaya çalıştı. Ancak devlet, Malay dilini ve İslam dinini resmi olarak tanımadı ve bölgedeki okullarda Budist-Tay müfredatını zorunlu hale getirdi. Bu asimilasyon politikalarına tepki olarak, Patani bölgesinde bağımsızlık yanlısı hareketler ortaya çıktı. 1960'lardan itibaren Patani United Liberation Organization (PULO), Barisan Revolusi Nasional (BRN) ve Gerakan Mujahidin Islam Patani (GMIP) gibi silahlı gruplar, Tayland Devleti'ne karşı direniş başlattı. Askeri yönetimler, bu direnişi bastırmak için sıkıyönetim uyguladı, İslami kurumları denetim altına aldı ve Patani bölgesinde geniş çaplı güvenlik operasyonları yürüttü. Malay Müslümanları, devletin baskıcı politikaları nedeniyle ekonomik ve siyasi olarak da dışlanırken, bölgedeki insan hakları ihlalleri uluslararası eleştirilere yol açtı.
Patani'de Müslüman Malay kimliğini korumak ve Tayland yönetimine karşı direnmek amacıyla kurulan direniş örgütlerinin ortak noktası, küresel cihatçı gruplarla doğrudan bağlantıları olmadan, özerklik veya bağımsızlık talebiyle Tayland güvenlik güçlerine karşı silahlı mücadele yürütmeleriydi. Bu gruplar, yerel etnik ve dini kimliğin korunmasını önceliklendirerek Tayland Devleti'nin asimilasyon politikalarına karşı koymuş, ancak küresel radikal İslamcı hareketlerden büyük ölçüde bağımsız kalmışlardı. Patani'de faaliyet gösteren direniş grupları, Tayland Devleti tarafından terör örgütü olarak kabul edilmesine rağmen bu gruplar küresel terör listelerinde genellikle yer almamaktadır. ABD ile AB ve BM gibi uluslararası aktörler, bu örgütleri doğrudan terör örgütü olarak tanımlamamış, daha çok yerel bir isyan hareketi olarak değerlendirmiştir. Bu durumun temel sebebi, Patani'deki grupların küresel cihatçı ağlarla doğrudan bağlantısının olmaması ve yerel özerklik ya da bağımsızlık hedeflerine odaklanmalarıdır. Öte yandan, Tayland makamları, Patani'deki şiddet olaylarını uluslararası mecrada terör tehdidi olarak göstermeye çalışsa da bölgesel güçler ve uluslararası toplum, sorunu genellikle etnik-dini bir çatışma ve yerel ayrılıkçı hareket olarak ele almaktadır.
1990'larda Patani'deki direniş hareketleri, Tayland'ın yoğun güvenlik baskıları, entegrasyon politikaları, bölgesel işbirliğinin artırılması, direniş örgütleri arasındaki iç bölünmeler, halk desteğinin zayıflaması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi gibi nedenlerden dolayı büyük ölçüde etkisini yitirdi. Ancak bu geçici duraklamaya rağmen, 2004'te BarisanRevolusi Nasional (BRN) başta olmak üzere bazı örgütler yeniden toparlanarak, Patani'de silahlı mücadeleyi canlandırdı ve Tayland güvenlik güçlerine karşı saldırılar düzenlemeye başladı. 1990'larda Malay Müslümanlarına yönelik entegrasyon politikaları, 2001'de iktidara gelen Başbakan Thaksin Shinawatra'nın sert güvenlik politikalarıyla yeniden sıkılaştırıldı. Shinawatra, 11 Eylül Olayları'nın etkisiyle Patani'deki medreseleri ve İslami okulları "radikalleşme merkezleri" olarak değerlendirdi ve bunları yeniden baskı altına aldı, keyfi gözaltı ve tutuklamaların sayısını artırdı.Özellikle 28 Nisan 2004 tarihinde gerçekleşen Krue Se Cami Baskını ve 25 Ekim 2004'teki Tak Bai Katliamı gibi olaylar, Malay Müslümanları arasında Tayland hükümetine olan güvensizliği ciddi biçimde tırmandırırken bazı grupların yeniden silahlı mücadeleye dönmesini de teşvik etti. 2004-2019 yılları arasında gerçekleşen şiddet olaylarında Yala, Pattani ve Narathiwat eyaletlerinde 7 binden fazla kişi hayatını kaybetti.
Barış mümkün mü?
Bugün Patani'de yaşananlar tam anlamıyla düşük yoğunluklu bir savaş niteliğinde. Devletin ağır güvenlik önlemleri ve sıkıyönetim uygulamaları, halkın üzerindeki baskıyı daha da artırıyor. Müslüman Malay kimliğini korumak isteyen halk ile Tayland Devleti'nin asimilasyoncu politikaları arasındaki gerilim, çatışmaları sürekli diri tutuyor. Öte yandan, Patanisorunu uluslararası toplumun ilgisini çekmiyor. Batılı ülkeler ve küresel medya, genellikle Tayland'ı bölgedeki "istikrarlı"bir aktör olarak görmeye devam ediyor. Oysa bu istikrar söylemi, Patani halkının maruz kaldığı insan hakları ihlallerini ve yıllardır süren çatışmaları göz ardı etmek anlamına geliyor.
Malezya, 2013'ten bu yana Patanili gruplarla Tayland hükümeti arasındaki görüşmelere hem ev sahipliği yapıyor hem de taraflar arasında arabuluculuk rolü üstleniyor. Ancak görüşmeler, 2020 yılında resmiyet kazandı. Bu, önemli bir gelişme. Zira taraflar arasında geçmişte kurulan temaslar hiçbir zaman resmi görüşmelere dönüşmemişti. Daha önemlisi bu defa her iki tarafta da uzlaşma arzusu söz konusu. Yine de görüşmelerin zor bir zeminde ilerlediği hatırdan çıkarılmamalı. Tayland Başbakanı Paetongtarn Shinawatra'nın babası Thaksin Shinawatra'nın iktidarda olduğu 2004 yılında Tak Bai Katliamı olarak bilinen olayda 78 Müslümanın topluca öldürülmesi nedeniyle Ekim 2024'te özür dilemesi, barış görüşmeleri adına umut verici bir yaklaşımdı. Görüşmeler kesintisiz ve istikrarlı bir atmosferde gerçekleşmese de tarafların "Ortak Kapsamlı Barış Planı" kapsamında şiddetin azaltılması, kamuoyu istişaresi ve siyasi çözümlere öncelik verilmesi konularında bir uzlaşıya varmaları tarihi bir ilerlemeye işaret ediyor.
Müzakere sürecinde dikkat çeken bir diğer gelişme, Tayland hükümetini temsilen asker yerine bir sivilin diyalog panelinin başına atanmasıydı. Zira Patani konusunda gerçek bir ilerlemeden bahsedebilmek için güvenlik merkezli söylemden adalete odaklanan bir yaklaşıma geçilmesi temel bir göstergedir. Bu olumlu değişikliğin yanında diyalog ekibinin başkanına tahsis edilen yetkinin oldukça sınırlı tutulması çok büyük bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Tayland'daki çözüm sürecinde diyalog ekibinin başkanına tahsis edilen yetkinin sınırlı tutulması, müzakere sürecinin etkinliğini ciddi şekilde zayıflatmaktadır. Yetki eksikliği, başkanın karar alma ve esneklik gösterme kapasitesini kısıtladığı için karşı taraf nezdinde güvenilir bir muhatap olarak algılanmasını zorlaştırır. Aynı zamanda, hızlı ve etkili karar alınmasını engelleyerek süreci yavaşlatır ve iç siyasi çekişmelere zemin hazırlayabilir. Karşı tarafın güvenini sarsan bu durum, müzakereleri sembolik bir girişime dönüştürme riski taşır ve somut sonuçlar elde edilmesini zorlaştırır. Bu nedenle, çözüm sürecinin başarıya ulaşabilmesi için diyalog ekibi başkanına daha geniş yetkiler tanınması kritik bir gerekliliktir. Benzer durum BRN için söz konusu değildir. BRN'nin baş müzakerecisi Anas Abdulrahman, BRN adına masadaki konularla ilgili tam yetkilidir.
Görüşme sürecinin en büyük engellerinden biri de hükümetyanlıları, askerler ve milliyetçi grupların ağır eleştirilerine maruz kalmasıdır. Bunların çoğu isyancı olarak gördükleri Patani Müslümanlarıyla görüşme fikrinden hiç hoşlanmamıştı. Bu nedenle, barış görüşmelerinin BRN'ye gereksiz yere hak etmediği bir meşruiyet kazandırdığını ifade ediyorlar. Elbette taraflar arasında barışa ulaşmak kolay olmayacaktır. Ancak Tayland resmi çevrelerinin şimdiye kadar Patani'yi sadece bir güvenlik problemi olarak görmesi bölgedeki çatışma dinamiklerini derinleştirerek şiddet sarmalını körüklemekten başka hiçbir işe yaramamıştır.
Sonuç
Patani sorunu, bölgesel dinamiklerden bağımsız düşünülemeyecek bir mesele olarak karşımızda duruyor. Tayland, bugüne kadar baskıcı politikalarıyla sorunu çözebileceğini düşünmüş ancak bu yaklaşım Patani'de sadece direnişi ve şiddeti artırmıştır. Gerçek çözüm, Patani halkının kimliğini tanımaktan ve onların siyasi haklarını genişletmekten geçiyor. Aksi halde, bu "görmezden gelinen savaş" sürecek ve Patani'de her geçen gün daha fazla insan bu çözümsüzlüğün kurbanı olmaya devam edecektir.
Tayland Devleti'nin benimsediği güvenlik temelli tekçi yaklaşım, sorunun temelinde yatan siyasi, kültürel ve sosyoekonomik faktörleri göz ardı etmiş ve yalnızca askeri yöntemlerle çözüm arama yoluna gitmiştir. Ancak süreç somut bir şekilde göstermiştir ki, Patani halkının kimlik talepleri, kültürel hakları ve siyasi beklentileri dikkate alınmadıkça, güvenlik merkezli politikalar yalnızca baskıyı artırarak toplumsal huzursuzluğu derinleştirmiş ve çatışmaları daha da körüklemiştir. Diyalog ve siyasi çözüm yollarına yeterince başvurulmaması, radikalleşmeyi besleyerek çatışmaların sürmesine neden olmuştur. Bu durum, yalnızca güvenlik politikalarıyla sürdürülebilir bir çözüm üretilemeyeceğini açıkça göstermektedir. Malay Müslümanlarının talepleri yok sayılmamalı, dil, eğitim ve yerel yönetim hakları tanınmalı ve en önemlisi, Tayland yönetimi asimilasyon yerine çokkültürlü bir yaklaşımı benimsemelidir. Bu nedenle, Patani'de kalıcı barış ve istikrar sağlamak için güvenlik odaklı yaklaşımdan ziyade, kapsayıcı bir siyasi ve sosyoekonomik çözüm stratejisi benimsemek en akılcı yol olarak görünmektedir.