Geleneğin celladı

Dr. Hülya Bulut / Marmara Üniversitesi
3.09.2022

Topkapı Sarayı'ndaki eşyaların "artık bize lazım değil" diye satışa çıkarıldığını biliyor muydunuz 1926'da? O zamandan beri gelenek biriktirmek nedense tuhaf geliyor bizim millete. Durum böyle olunca da; ağaç, börtü böcek, komşuluk, ahlak, vicdan, din, fedakarlık, çok kültürlülük gibi kavramların içleri kolaylıkla boşaltılabiliyor.


Geleneğin celladı

Dr. Hülya Bulut / Marmara Üniversitesi

Sabah sabah bir hengameye uyandım. 'Yapma, etme, ne yapıyorsun, yazıktır, günahtır' diye bağrışıyordu komşular. Kalkıp hemen balkona koştum. Kadıköy Belediyesi'nden işçi bir arkadaş, yalap şalap, plansız programsız, hesapsız kitapsız hiç kimseye aldırış etmeden görevini icra ediyordu! Bitişikteki dört katlı kaderine terkedilmiş apartmanın minik ve kurumuş bahçesinde yıllara tek başına meydan okuyan, çocukluğumun sessiz tanığı incir ağacının cellatlığını yapıyordu adeta. Aniden boğazım düğümlendi, başıma bir sancı girdi, gözlerimden yaşlar süzüldü.

- "Bu yetkiyi nereden aldınız, hangi prosedürü uyguluyorsunuz, hiç kimsenin gözetimi, denetimi olmadan sadece belediye üniforması giymekle bunu nasıl yapabilirsiniz?" diye haykırdım. Çünkü incir ağacının kanını emdikçe, dişlilerinin gıcırtısından daha çok ses çıkartan elektrikli testerenin gürültüsünü bastırmak zorundaydım.

- "Şikayet var, ağaç böcek yapıyormuş" diyen belediye işçisi bir yandan biz mahalleliyi ikna etmeye çalışıyor, diğer yandan da hiçbir şey olmamış gibi görevini! yapmaya devam ediyordu.

- "Bu ağaca Allah can vermiş. Siz ne yaptığınızın farkında mısınız?" derken, incir ağacına yapılanları damarlarıma kadar hissettim. "Yahu, görüyorsunuz binalar arasındaki boşluklu demirlerin olması bir anlam ifade etmiyor. İşte bakın, ağacın gövdesi yan binada, dalları ve yapraklarının tamamına yakını bizim balkonda.

Böcek varsa elbette ilaçlama yapılır. Beni de kaç kere sinekler ısırdı. Kollarım kızardı, kabardı. Her defasında kendi ellerimle toplamama ve temizlememe rağmen, ağacın düşen yaprakları gece yağmur yağarken defalarca balkonun giderlerini tıkadı. Kime ne oluyor? Kim neden şikayet ediyor, anlamıyorum?

Haydarpaşa Garı'nda çalışacak teknik ekip için lojman olarak inşa edilen bu oturduğumuz bina neredeyse tarihi garla yaşıt. Yani gördüğünüz gibi eski. Zaten bu balkonu her defasında su bastı. Ustalar geldi, yer taşları kırıldı, yeni giderler takıldı. O kadar masrafa katlandık. Annem onca laf etti. Zaman harcadım, emek verdim. Yine de hiç gıkım çıkmadı. Bir gün bile bu ağaç kesilsin de, ben de rahat edeyim demedim" şeklindeki cümlelerimi tamamlayana kadar iletişimimiz maalesef çoktan bağırış çağırış moduna geçmişti bile.

Belki, bu ağaca neden bu kadar düşkün olduğumu merak edenleriniz olmuştur. Gelenekten efendim, gelenekten. Bendeniz bu ağacın yamacına her varışımda, kendisi ile her göz göze gelişimde, ona her dokunuşumda ve onun kokusunu her içime çekişimde bir zaman tüneline yolculuk ederken bulurum kendimi. Bu incir ağacı, dört katlı çok ama çok eski bir binanın bahçesinde adeta benim gönlümün baş köşesinde yaşar gider. Bu dört katlı apartmanın her bir katında; Musevi cemaatine mensup yaşlı, yalnız, yoksul, bazen kimsesiz, bazen de çoluğu çocuğu olsa bile sahipsiz anne babalar otururdu: Bitişiğimizdeki giriş katında Monsieur Aron Zonana (ki biz Harun Dede derdik), üst katında Monsieur Iyzi, onun üstünde Madame Virgini ve en üst katında da eşler olarak Madame Victoria ve Monsieur Albert yaşar idi.

Biz Harun Dede'nin elinde büyüdük sayılır. Dindar bir insandı. Her gün düzenli olarak ibadet eder, Tevratı İbranice okur, bizlere Tevrat'tan bölümler anlatırdı. Haydi bakalım, bir sonrakinde siz de Kuran'dan hikayeler anlatacaksınız, güzelce çalışın gelin diye bize ödev verirdi. Ben her yaz Kuran kursuna gider, hatim indirirdim. Ama tabii Arapça tek kelime bile anlamadan. Sadece sesli okuma yaparak. Sonra, el işi dantel bir çantada duran ve duvarda asılı olan Arapça Kuran'ın, kitap rafında muhafaza edilen Türkçe meali okurdum. Çocuk aklımla kendimce bazı şeyleri hatırımda tutmaya çalışırdım ki, ben de Harun Dede'ye kendi kıssalarımızı anlatabileyim. Babam çok paylaşımcı bir insandı; "haydi dedeyi de yemeğe çağırın yazık yaşlı insan, evde yalnız kalmasın" derdi. Çoğu zaman Allah ne verdiyse akşam yemeklerimizi hep birlikte yerdik. (Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci'nin bir ifadesini bu noktada paylaşmak isterim. "Eski adamlardan birçoğunun hemen hemen evlerinden başka malları; evdekilerle misafirleri ve fakirleri korumaktan gayri dertleri; burada veya Avrupa'da bankalara yatırılmış servetleri pek yoktu. Kaynak: Sermed Muhtar Alus, Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler).

İlla Allah'ın izni

Sonra incir ağacının altında yine hep birlikte toplaşır, çayımızı içer, karşılıklı sohbetler ederdik. Bir keresinde "Harun Dede, biliyor musun biz yarın pikniğe gideceğiz" dememe kalmadan, 'Hülya evladım gel bakayım buraya, ne dedin sen tekrar söyle' demişti. Söylediklerimi tekrar ettim. Hemen ifade şeklimi düzeltti: 'Allah kısmet ederse, Allah izin verirse yarın pikniğe gideceğiz'. Akabinde cümlemi düzelterek tekrar ettim.

"Bir daha hiçbir cümleye Allah'ın adını anmadan başlama. Allah izin vermezse pikniğe nasıl gideceksiniz?' diye beni uyardığını dün gibi hatırlarım. Farkında olmadan atladığım her defasında hiç üşenmeden beni uyarır, bana cümlelerimi sürekli olarak düzelttirirdi. Allah ondan razı olsun, inşallah'ı dilimden hiç düşürmem.

Çocukken oyuncağımız olmazdı. Oysaki bizim gibi küçük kız olan yaşıtlarımızın oyuncak çay kahve takımları, oyuncak bebekleri, oyuncak bebek arabaları olurdu. Biz öylece bakardık. Ben nedense hiç evcilik oyunlarını sevmezdim. Belki de hiç oyuncağım olmadığı içindi bilemiyorum. Hep sokakta top, ip, taş, misket, gazoz kapağı ile ne oynanabiliyorsa o kadar olurdu oyunlarım. Harun Dede, bizim mahalledeki oyuncağı olmayan çocuklara hemencecik kağıttan bebekler yapar kollarını da bir çırpıda hareket ettiriverirdi. Aaaa diye hem hayret eder, hem de çaresizliğimizi ortadan kaldırdığı için öyle mutlu olurduk ki.

Ancak oyuncakları eskidiğinde bizimle paylaşan arkadaşlarımızın abartılı makyajlı, çok süslü, takıp takıştırmış bebeklerinden bin kat güzeldi bizim kağıttan yapılmış bebeklerimiz. Evet, alt tarafı kağıttan yapılmışlardı, ama bizim yüzümüzü güldürmeye öylesine yeter ve artardı ki o bebekler...Canım incir ağacının altında bebeklerimizle oynar, yoksul olduğumuzu hiç anlamaz, bazen içimiz burkulsa bile hiç ama hiç umursamazdık.

Kimsenin özeline kulak verme!

Biz, durum ve koşullar ne olursa olsun asla başkalarından bir şey istemeyecek şekilde eğitilmiştik. "İnsanlar size adım attığında, siz de adım atın. Kimseyi rahatsız etmeyin. Kimsenin özeline kulak kabartmayın. Kimsenin varlığını yokluğunu görmeyin kızım" derdi annem. O nedenle ben de bazen canım istese bile, arkadaşlarımdan oyuncaklarını asla isteyemezdim. Bu durumun tek istisnası "ben de bir tur bineyim mi?" diye komşumuzun aynı zamanda sınıf arkadaşım olan çocuğundan bisiklet istemiş olmam idi. Onu da, başka şansım olmadığı için kısacık zamanda tek başıma defalarca düşe kalka öğrendiğimden bir turu epey geçecek şekilde kendisine teslim etmiştim. Annem öğrendiğinde, birkaç gün sokağa çıkmamı yasakladı. O gezmeyi çok sevdiğim sokaklardan ayrı kaldığımda yine incir ağacının dibinde almıştım soluğu.

Bazı geceler, herkes uyuduktan sonra gizlice ve sessizce balkonun kapısını açar, hızla incir ağacının yanına gider, kimsecikler beni görmeden, tek başıma uzun süre ayı, yıldızları, geceyi, gökyüzünü seyrederdim. Neden bilmiyorum, çok hoşuma giderdi gökyüzünü izlemek. Gerçi hala öyle ya...Aslında bu yaşımda bile tek başıma gece sokakta olmaktan son derece çekinen ve rahatsız olan biriyimdir. Ama, çocukken kendimce geç vakitte bile yalnız başıma incir ağacının altında olduğumda hissettiğim güven duygusu çok güzeldi.

Diğer komşularımıza gelince; Monsiuer Iyzi, tam konuşamazdı. Dilinde bir tür sorun vardı. Söylediklerini anlamak çok zordu gerçekten. Kendisi de bu nedenle fazlaca içine kapanıktı yazık. Madame Virjini ise son derece yalın, son derece hanımefendi bir kadındı. Zarif, sevgi dolu, kibar, güler yüzlü, narin, anaç... Bazen birlikte kurabiye yer, kahve içerdik. Küçüktüm, çocuktum, ama beni büyük bir insanmışım gibi misafirliğe çağırır, sohbet eder, bana kıymet verirdi. Babama 'Kazım Efendi, senin bu en büyük kızını bir ayrı seviyorum' derdi. Ben de onu çok severdim. Zarafetini, tatlılığını, pamuk gibi bembeyaz şaçlarını...

Ruhuna iyi gelsin diye...

Madame Virjini'nin sol elinin işaret parmağı kesikti. Onu her gördüğümde hemen elini öper, başıma götürürdüm. Ama bir kere bile eline ne olduğunu sormamıştım. Madam'ın elini hep o kesik parmaklı olan tarafından öperdim. Ruhuna iyi gelirdi, bunu duyumsardım. Çünkü onu dertli yanından öpmek benim de ruhumu beslerdi. Neden bilmem...

Bir gün kahve içerken bana gözleri hafifçe dolarak II.Dünya Savaşı döneminde yaşadıklarını anlattı. Çok üzülmüştüm...."Madame gel, incir ağacının altına gidelim iyi hissederiz" demiştim. Beni kırmazdı. Kahvelerimize orada devam ettik, laf lafı açtı, konuştuğumuz konular değişiverdi, moralimiz yerine geldi, birlikte gülüştük. Mutlu sonla biten hikayeleri sevdiğimi Türk filmlerinden öğrenmiştim ne de olsa.

Madame Victorya biraz asabi bir hanımdı. Kocaman siyah çerçeveli gözlükleri vardı. Eşi Monsieur Albert de hareket etme becerisini tam olarak yitirmemekle birlikte, tekerlekli sandalye olmadan sokağa çıkamazdı. Yazık, kadıncağız önce kocasını dört kat o daracık merdivenlerden indirir, sonra her daim apartmanın girişinde bekleyen tekerlekli sandalyeyi sokağa çıkartır, sonrasında da Monsieur Albert'i gezdirirdi.

Alışverişlerine ben de yardım ederdim. Camdan sepet sallardı; "Hülya'cığım süt, su, çay, ekmek...alır mısın?" diye ne lazım olursa bana söylerdi. Bakkaldan bir koşu sütü, suyu, çayı alıp gelirdim. Ekmek için fırına giderdim. O sıcacık ekmeğin köşesini farkında olmadan kaç kere ısırıp yediğimi de Allah bilir. Bu yaşımda aklıma geldikçe, yüzümde hüzünle karışık bir gülümseme oluyor ama yine de mahçubiyet duygum ağır basıyor ne yalan söyleyeyim. Köşesi yenmiş ekmeği elimde görünce Madame Viktorya tebessüm eder, "afiyet olsun, kalanı zaten bize yeter de artar", derdi. Az'ın nasıl çok olabileceğini ben zaten çoktan anlamıştım da, Madame Victorya bana anlayış göstererek bu öğretiyi pekiştirmişti.

Babam hep eş olarak Madame Victorya ve Monsieur Albert'i biz üç kızına örnek gösterirdi. "Bakın, ne kadar düzgün kadın. Kocasına nasıl bakıyor. Kocası parasız kalmış, hastalanmış diye bırakıp gitmemiş. Büyüdüğünüzde onun gibi olun" derdi. "Eeee baba senin de paran yok, annem de seni bırakmıyor" derdim. "Evladım, ben çalışıp ama az ama çok size bakabiliyorum çok şükür" derdi. Tüm bu dersleri incir ağacının altında verirdi rahmetli babam biz üç kızına. Yanımızda mutlaka koca demlik bir çaydanlık olur, o da bir yandan aheste aheste çayını yudumlardı. Evde, çayı en çok seven ve en hızlı içen bendim ama!

Uzun lafın kısası azizim, elbette benim çocukluğumdan size ne? Anlatmaya çalıştığım sadece geleneğe vurgu yapmak. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, aile olmak, yaşlı olmak, sahipsiz kalmak, hasta olmak, yoksul olmak, yalnız kalmak, çok kültürlülük.....hepsi hayatın farklı renkleri...Ama geleneğin parçası olduğu zaman hepsi anlamlı ve nesilden nesile aktarılması gereken şeyler haline geliyor.

Mesela, Topkapı Sarayı'ndaki eşyaların "artık bize lazım değil" diye satışa çıkarıldığını biliyor muydunuz 1926'da. O zamandan beri gelenek biriktirmek nedense tuhaf geliyor bizim millete. Durum böyle olunca da; ağaç, börtü böcek, komşuluk, ahlak, vicdan, din, fedakarlık, çok kültürlülük...gibi kavramların içleri kolaylıkla boşaltılabiliyor.

Aleladelik, sıradanlık, umursamazlık gibi durumlar öne çıkıyor ne yazık ki. Mesela kutsalları değersizleştirip bu uğurda dinini, kitabını, inancını, ülkesini, bayrağını, vatanını, milletini, ağacını, kuşunu boşlayan bazı kesimler sadece ünlü olmayı, parayı, varlıklı olmayı, rahat yaşam sürmeyi (içeriği nasılsa artık!) öncelikleyerek hayatı oluruna bırakmaktan, ağzına geleni söylemekten, düşünmemekten yana.

Dinin büyüsü ile cenk

Kutsalları yitirmemek noktasında Irvin Yalom'un bir sözüne atıfta bulunmak isterim: "Dinin büyüsü ile cenk edeceğim diye kendinizi tüketmeyin, dengi değilsiniz. Dine duyulan iştiyak aşırı güçlüdür, kökleri aşırı derindedir ve kültürel etkisi aşırı kuvvetlidir".

Ayrıca, din şuurun yansıması, vicdanın, aklın, iyinin ve güzelin sesi ve geleneğin önemli bir unsuru olarak Hakk'a yöneliş ise gelenek karşıtlarının bu ruhu aşındırma faaliyetlerini nasıl yorumlamalıyız sizce? En küçük bir olumsuzlukta, beraberinde sorun getirebilecek olan hemen her şeyden güya çok daha iyisi uğruna anında vazgeçmeye meyilli bir ruh var. Geleneğimizin tüm unsurlarını bir anda görmezden gelmeye, aşağılamaya, değersizleştirmeye, yok etmeye, köksüzleştirmeye meyilli bu ruhtan ne zaman kurtulacağız, ne zaman kendimizle yüzleşeceğiz?

İşte tam da bu ruhların beslendiği köksüzleştirme stratejileri; aile, mahalle, komşuluklar, tüketim kalıpları, din vb. unsurlar üzerinden kapitalizmin çıktısı olarak bir tür sömürü ve kolonileştirme gibi daha büyük stratejilerin parçası değil mi? Benzer şekilde, dini siyasetten ayırma söyleminin özü de işte bu köksüzleştirme çabalarının meşrulaştırılması değil mi? Dolayısıyla, kıymetli büyüklerimizin söylediği gibi her yasal hakkın helal olmadığı da doğru değil mi?

'Oyunu kaybetmedik, sadece zaman yetmedi'

Vince Lombardi'nin bir sözü var hani; bir spor karşılaşmasını yorumlarken söylemişti, ama felsefesi itibarıyla buraya uygun olduğunu düşünüyorum: "Biz oyunu kaybetmedik, sadece zaman yetmedi". Varsın Lombardi gibiler kendilerini bu şekilde savunsunlar. Biz de aslında olan bitenin hep farkında olduk çok şükür. Bu arada, Allah'ın izniyle incir ağacını kısmen de olsa kurtardık, merak etmeyin. Demem o ki, geleneğin celladı başaramadı. Allah'a şükür başaramadı. Hala, balkonumun kapısını her açtığımda ve o incir ağacının kokusunu içime her çektiğimde 46 yaşımdan 7 yaşıma kadar geriye gidebiliyorum. Bir zaman tünelinde kendi asr-ı saadetimi yaşıyorum sevgili dostlar.

Hala en güzel uykum çocukluk uykumdur. O uykuların saltanat yatağı, gündüz koltuk gece yatak olan ve her daim ayağı kırılıp duran birleştirilmiş iki çekyattır. O uykuların kahramanı biz çocuklarına mutlaka vicdan, iyilik, çalışkanlık, vatan ve millet sevgisi, doğruluk, terbiye, gelenek temalı masallar anlatan babamdır. O uykuların sıcaklığı ise annemin kucağıdır, kız kardeşlerimle olan muhabbetimdir. Ve hala en güzel kıyafetim bir cebinde kuru ekmeklerimin, diğer cebinde misket ve gazoz kapaklarımın olduğu annemin diktiği mavi elbisemdir.

İbrahim Tenekeci'nin bir duasına denk geldim geçen cuma günü:

"Bollukta şımarmayan, yoklukta şaşırmayan, zorlukta savrulmayan insanlardan olmak nasip olsun". Nasıl harikulade bir dua. Allah kabul etsin.

Ben de bu güzel duaya amin diyerek o yoksul ama mutlu çocukluğumun her daim gülen pembiş yanaklarından öperim, canımın içi incir ağacının da ellerinden...

[email protected]