Geçmişin kadar güçlüsün

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi
17.09.2022

Devletlerin gücünü belirleyen en önemli unsurlardan biri geçmişle kurdukları ilişki. Türkiye, 29 Ekim 1923 tarihinde gerçekleştirdiği rejim değişikliğiyle Cumhuriyet idaresine geçti. Ancak bu durum, geçmişle bağımızın kesilmesini gerektirmiyor. Osmanlı mirasını reddetmek değil, sahiplenmek geleceği daha sağlam inşa etmek için önem taşıyor. Devletin gücü de zaten geçmişi bugüne taşıma becerisiyle ölçülüyor.


Geçmişin kadar güçlüsün

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi

8 Eylül 2022 Perşembe günü öğle saatlerinde, sosyal medyada İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in hayatını kaybettiğine ilişkin haberler dolaşmaya başladı. Sosyal medya, bir kez daha konvansiyonel basının önüne geçerek Kraliçe'nin ölümünü dünyaya duyurdu. Pek çok konuda katı protokol kuralları olan İngiliz devlet yönetimi de sosyal medyanın hızına ayak uyduramadı. Kraliçenin muhtemel ölümüne ilişkin daha önce en ince detayına kadar hazırlanan planlar bir anda devre dışı kaldı. Bu nedenle, resmî açıklama daha önceki örneklerinin aksine kısa sürede yapıldı ve hemen akabinde Prens Charles'ın, Kral III. Charles adıyla Birleşik Krallık'ın yeni hükümdarı olduğu duyuruldu. II. Elizabeth'in ölümüyle tarihteki en uzun süreli monarklardan birinin devri sona erdi.

Monarşi sembolik mi?

Kuşkusuz bir devlet başkanının ölümü siyasetle ilgilenen herkes için önemli bir olaydır. Ancak II. Elizabeth'in ölümü, ilerleyen yaşı nedeniyle beklenmedik bir hadise olmamasına rağmen dünyanın hemen her yerinde olağandan çok daha fazla ilgi çekti. İngiltere'nin siyasal kültürü açısından bakıldığından bu durum oldukça anlaşılabilir. Bu vesileyle monarşinin İngilizler için çokça söylendiğinin aksine hiç de sembolik olmadığını bir kere daha gördük. Her siyasî görüşten insan açısından monarşi, ülkenin gücünün ve büyüklüğünün sembolü durumunda. Dolayısıyla kraliyet söz konusu olduğunda aradaki görüş ayrılıkları ortadan kayboluyor ve birlik duygusu doğuyor. Kraliçenin ölümünün ilan edilmesiyle ülke genelinde geniş bir yas dalgası yaşanmaya başladı. Pek çok insan, Kraliçenin cenazesi orada olmamasına rağmen Buckingham Sarayı başta olmak üzere kraliyet ailesini temsil eden yerlerde toplanarak taziyelerini sundu.

Meşruluğun yeniden üretimi

İngiltere'de kraliyet ailesine yönelik ilgi, doğrudan iç bir mesele olduğu için gayet makul karşılanabilir. Peki diğer ülkelerde bu ilginin aynı şekilde görülmesi nasıl açıklanabilir? Özellikle kendi etki alanındaki ülkelerde yalnızca kraliçenin ölümüne değil, kraliyet ailesiyle ilgili her türlü olaya ve sürece yoğun ilgi, aslında güçlü bir hegemonyanın gündelik hayata yansıması.

Evlilik merasimlerinden çocukların doğumuna kadar kraliyet ailesine ait her konu belirli yollarla kamuoyu gündemine taşınıyor. Bu süreç, aslında kültürel alanda kraliyet ailesinin meşruluğunun sürekli olarak yeniden üretilmesini beraberinde getiriyor. Windsor hanedanının konumu, hâlâ dünya genelinde önemli bir etki alanına sahip Krallığın dağılmaması açısından anlam ifade ediyor. Kral veya kraliçe, bu anlamda devlet politikalarının en önemli taşıyıcısı durumunda. III. Charles, annesi döneminde izlenen iç ve dış politikaları aynı şekilde devam ettirecek. Aslında neredeyse I. Elizabeth'ten bu yana ana hatları değişmeden gelen bir süreç devam edecek. "Kral öldü, yaşasın yeni kral" ifadesi bu sürekliliğin mottosu.

İngiliz Uluslar Topluluğu

Daha çok İngiltere ismiyle bildiğimiz Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı tarihteki en büyük imparatorluk. Devlet, en geniş sınırlarına I. Dünya Savaşı öncesinde ulaştı. O dönemde dünyanın dörtte birinden fazlası Birleşik Krallık'ın kontrolündeydi. Zaman içinde gelişen bağımsızlık hareketleri Birleşik Krallık'ın doğrudan kendi yönetiminde olan toprakları daralttı. Ancak ilginç şekilde İngiltere'den bağımsızlıklarını kazanan pek çok ülke İngiliz Uluslar Topluluğu (commonwealth) içinde kalmayı tercih ettiler. Günümüzde irili ufaklı elliden fazla ülke, ticarî ya da siyasî kaygılarla, üyesi oldukları commonwealth'den ayrılmak istemiyor. Dolayısıyla II. Elizabeth, günümüzde elliden fazla ülkenin doğrudan veya dolaylı olarak kraliçesiydi ki bu 2,5 milyardan fazla insana tekabül ediyor. Daha açık bir ifadeyle bu insanlarla İngiltere arasındaki en önemli manevî bağ kraliyet ailesi. Aynı zamanda kral veya kraliçe, Anglikan kilisesi için de hayatî bir rol oynuyor. Dünyanın her yerinde örgütlenen Anglikan kilisesinin başında kraliçe bulunuyordu. Doğal olarak bu rolü şimdi Kral III. Charles devralacak. Yani krallığın dünyevî iktidar yapısının dışında, hükmettiği dinî bir alan da var. Bu bakımdan, din de başka coğrafyalarda Britanya'nın hegemonyasını tahkim eden unsurlardan biri.

Birleşik Krallık, emperyalizmin tarihteki belki en önemli temsilcisi. Geçmişte İngiltere dâhil, emperyalist devletler işgal ettikleri yerlerde sadece siyasî ve ekonomik kaynakları kendi ellerine almakla yetinmediler. Bunun yanında gündelik hayatı da kapsayacak bir hegemonya kurdular. Mesela İngilizce ele geçirilen topraklardaki herkese zorunlu olarak öğretildi. İnsanların dinlerini değiştirmesi için Anglikan kilisesi aracılığıyla çalışmalar yürütüldü. Toplumların kendi geçmişleriyle bağlantıları ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Bu amaçla, yerel ve millî kültürel değerler önemsizleştirildi, bunun yerine Anglosakson kültürünün ögeleri yerleştirildi. Daha açık bir ifadeyle, insanların çoğu, yaşanan her türlü hadiseyi farkında olmadan emperyalistlerin kendileri için belirlediği perspektiften izlemek zorunda kaldılar. Hegemonya mücadelesinde bu devletler yalnızca zor kullanmadı, insanların rızalarını kazanmayı da amaçladı. Bu amaçla önceleri doğrudan askerî yöntemler benimsenirken daha sonraki dönemlerde bunlara kültürel unsurlar eklendi. İçinde bulunulan birliğin gücü ve ihtişamı insanlarda aidiyet duygusunun güçlendirilmesi açısından kullanıldı.

II. Elizabeth, elliden fazla ülkenin doğrudan veya dolaylı olarak kraliçesiydi ki bu 2,5 milyardan fazla insana tekabül ediyor.

Semboller ve ritüeller

Semboller ve ritüeller, hegemonya oluşturma ve sürdürme sürecinin en önemli destekleyicisi durumundadır. Bunların kullanılması ve sürekli tekrarlanması aracılığıyla kraliyetin gücünün zihinlere kazanması ve adeta kutsallık kazanması sağlanıyor. Kraliyete dair her türlü programın en ince ayrıntısına kadar düzenlenmesi, aslında kolektif hafızanın gelecek nesillere taşınması bakımından anlam taşıyor. Ayrıca hegemonya, yalnızca kişilerin rızasına dayanmıyor, aynı zaman onları belirli şekillerde davranmaya zorluyor. Alternaitf bir tavrın hukuk dışı olmasa bile uygun görülmeyeceği mesajı ısrarla veriliyor. Kraliçenin ölümünü resmî açıklamadan önce kendi Twitter hesabından veren bir BBC muhabirine yoğun eleştiriler bu durumun en basit göstergelerinden biri. Israrlı müdahaleler aracılığıyla hegemonya süreklilik kazanıyor. Bu süreç, emperyalizmin farklı coğrafyalarda neden olduğu yıkıcı etkilerin gözden kaçırılması sonucunu doğuruyor.

Tunç Soyer, İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşunun yüzüncü yılı nedeniyle düzenlenen konserde Osmanlı'yı hedef alan ifadeler kullandı. İzmir sanki Yunan değil Osmanlı işgalinden kurtulmuştu.

İzmir kimden kurtuldu?

Öte yandan dünya kraliçenin ölümüyle meşgulken 9 Eylül günü İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer'in sözleri gündeme damgasını vurdu. Soyer, İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşunun yüzüncü yılı nedeniyle düzenlenen konserde Osmanlı Devletini hedef alan ifadeler kullandı. Öyle ki İzmir sanki Yunan değil Osmanlı işgalinden kurtulmuştu. Soyer, daha sonraki açıklamalarında da sözlerinin arkasında durdu ve bunları tevil etme ihtiyacı dahi hissetmedi. Aslında Soyer'in açıklamaları arkaik bir tarih anlayışının yansıması şeklinde görülebilir. Bu anlayış, pozitivist bir yaklaşımla, tarihi sıfırdan başlatarak Cumhuriyet öncesi dönemleri adeta yaşanmamış kabul ediyor. Geçmişi yok sayan bu yaklaşımın bilimsel yönü bir tarafa Türkiye'ye ne kadar fayda sağlayacağı da tartışmalı. Zira bu şekilde Türkiye'nin devraldığı mirastan gelen tüm haklarının rafa kaldırılması söz konusu. On İki Ada ilgili tartışmalar hâlâ güncelken devletin Osmanlı geçmişinin inkâr edilmesi ayrıca dikkat çekici. Öte yandan Soyer'in bu açıklamalarına belirli kesimlerden aldığı destek hiç de yalnız olmadığını gösteriyor. Nitekim Soyer'e kendi partisinden neredeyse hiç itiraz gelmedi.

Devletlerin gücünü belirleyen en önemli unsurlardan biri geçmişle kurdukları ilişki. Türkiye, 29 Ekim 1923 tarihinde gerçekleştirdiği rejim değişikliğiyle Cumhuriyet idaresine geçti. Günümüzde Cumhuriyet rejimi açısından geniş bir toplumsal mutabakat var. Herkesin eşit vatandaşlar olarak görüldüğü ve imtiyazlı kesimlerin bulunmadığı Cumhuriyet rejimi, tarihimizin en önemli kazanımlarından biri. Cumhuriyetin ilk yılları da dâhil olmak üzere, hiçbir dönem saltanat yanlısı ciddi bir hareket ortaya çıkmadı. Kısacası Cumhuriyet rejimine destek her zaman en üst düzeyde seyrediyor. Ancak bu durum, geçmişle bağımızın kesilmesini gerektirmiyor. Üzerinde yaşadığımız vatanı, önce bu toprakları fetheden, sonra da tüm işgal girişimlerine direnen atalarımıza borçluyuz. "Kuruluş"tan "kurtuluş"a giden yol süreklilik arz ediyor. Bu gerçeği görmezden gelip Osmanlı ve Cumhuriyet arasında bir karşıtlık var gibi göstermenin kimseye faydası yok. Devletler, rejimleri değişse de belirli bir devamlılık içinde ilerlerler. Rejim değişikliği, devletin toprakları üzerindeki hükmetme yetkisini veya geçmişin mirasını tevarüs etme haklarını ortadan kaldırmaz. Anadolu topraklarında kurulan Osmanlı devleti, kendisinden önce bu coğrafyaya hükmeden Selçuklulardan aldığı bayrağı Cumhuriyete devretti. Devlette sürekliliği sağlayan en önemli unsur, geçmişten gelen kurumların ve kuralların belirli bir sistematik çerçevesinde yeni nesillere aktarılması. Devlet yönetimine ilişkin geçmişte yapılan hatalarla yüzleşilmesi de bu sürecin bir parçası. Ancak sürekli hataları öne çıkarıp geçmişteki her şey sanki yanlış gibi göstermek hiç de iyi niyetli bir tutum değil.

Tarihteki en büyük devlet geleneklerinden birine sahip olan ve kültürel coğrafyası dünyanın önemli bir alanını kapsayan bir ülke için en makul yaklaşım, geçmişin değerlerine sahip çıkmaktır. Türkiye'nin geçmişiyle kavga etmeye ihtiyacı yok. Millî devletin kurulma aşamasında benimsenen, geçmişle olan bağların mümkün olduğunca zayıflatılmasına yönelik yaklaşımın hâlâ aynı şekilde sürdürülmesinin hiçbir anlamı bulunmuyor. Üstelik geçmiş üzerinden toplumu kutuplaştırmaya çalışmak somut siyasî sorunların çözümü açısından hiçbir fayda sağlamayacak. Dahası Türkiye'nin uluslararası alandaki iddiaları açısından geçmişteki ilişkiler oldukça verimli bir kaynak. İngiltere'nin yukarıda değinildiği gibi geçmişten gelen pek çok ritüeli ısrarla koruması bile aslında bize çok şey anlatıyor. Bu bakımdan, Osmanlı mirasını reddetmek değil, sahiplenmek geleceği daha sağlam inşa etmek için önem taşıyor. Devletin gücü de zaten geçmişi bugüne taşıma becerisiyle ölçülüyor.

@heberis