Fransa'da iç savaş çıkar mı?

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi
29.06.2024

Macron'un erken seçim öncesi, aşırı sağ parti Ulusal Birlik ya da aşırı sol koalisyonu Yeni Halk Cephesi'nin seçimi kazanmasının “iç savaş” riski taşıdığını söylemesi, seçmen davranışlarını etkilemeye yönelik bir strateji olarak düşünülebilir. Ülkenin iç savaş riski taşıdığı düşüncesi, özellikle kararsız seçmenlerin, radikal değişimlerden kaçınmak adına mevcut yönetimi desteklemelerini sağlayabilir.


Fransa'da iç savaş çıkar mı?

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi

2015 yılında patlak veren mülteci krizinden sonra aşırı sağ partiler, Avrupa siyasetinde marjinal konumdan çıkarak ana akım siyasi güçler olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Bu değişim, Avrupa siyaseti açısından yeni bir milat olarak görülebilir. Mülteci krizine yönelik ilk ciddi tepkiler, Avrupa'nın kırsal kesimlerinden yükselmişti. Göç karşıtlığının başlangıçta, kırsal kesimlerde ortaya çıkması tesadüf değildi. Tahmin edileceği üzere, sosyolojik olarak kırsal kesimler genellikle daha küçük ve daha homojen topluluklardan oluşan, kente nispeten kapalı toplumsal yapılardır. Bu yüzden kırsal kesimdeki insanların, dışarıdan gelen büyük göç dalgalarına karşı gösterdikleri tepkiler daha sert ve dışlayıcıdır. Zira göçlerin kendi düzenlerini bozacağını, ciddi güvenlik endişelerine ve istikrarsızlığa yol açacağı düşünülür.

Bu endişelerin tamamen yersiz olduğu söylenemez. Kırsal bölgelerde iş gücü piyasaları, genellikle kentsel bölgelere göre daha sınırlıdır. Dolayısıyla göçmenlerin kırsal bölgelere yerleşmesi veya geçici işler için buralara gelmesi, yerel halk arasında işsizlik ve yoksulluk endişelerini artırıyordu. Bu durumun bir de kültür ve kimlik boyutu vardı. Kırsal kesimlerde geleneksel ve yerel kültürel değerlere bağlılık genellikle daha kuvvetlidir. Burada yaşayan insanlar, dışarıdan gelen göçmenlerin yerel kimliği ve kültürel dokuyu değiştirebileceğinden endişe duyuyordu. Aşırı sağ partiler, ekonomik istikrarı, toplumsal güvenliği, ulusal kimliği ve kültürel değerleri koruma vaadiyle bu kaygıları siyasi söylemlerinin merkezine yerleştirerek meselelere ulusal bir nitelik kazandırmayı başardı.

Parlamentosunda aşırı sağ parti olmayan nadir Avrupa ülkelerinden biri Almanya'ydı. İslam, mülteci ve yabancı karşıtı söylemleriyle kendisine popülerlik kazandıran, Nazi ideolojisinin takipçisi olarak tanımlanan aşırı sağcı, Almanya için Alternatif (AfD) Partisi, 2017 seçimlerinde yüzde 12,6 oy oranıyla Federal Meclise üçüncü parti olarak girmeyi başarmıştı. Almanya için bu, önemli bir eşiğin aşılması manasına geliyordu. Çünkü AfD, elde ettiği seçim başarısıyla, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Almanya parlamentosuna girmeyi başaran ilk aşırı sağcı siyasi partiydi. Böyle bir sonuç, Almanya'nın siyasi yelpazesinde önemli bir değişim anlamına geliyordu. 2015 yılında başlayan göçmen krizi sırasında Almanya'ya büyük bir göçmen akını olmuş; AfD bu krizi ve halkın bu konudaki endişelerini başarıyla kullanarak seçimlere yansıtabilmişti. AfD'nin yükselişi, birçok seçmenin ana akım partilere olan memnuniyetsizliğinin bir göstergesiydi. Birçok seçmen, geleneksel partilerin mevcut sorunlara yeterince çözüm bulamadığını düşünüyordu. Bu yüzden keskin çözümler öneren alternatif arayışına yönelmişlerdi.

Alternatif arayışının nedenleri

Alternatif arayışı, kısa zaman zarfında tüm Avrupa'da etkisini hissettirmişti. Öyle ki Avrupa genelinde sağ popülizm, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı üzerinden geliştirdiği güçlü bir milliyetçi retorikle, ulusal kimliği, kültürü ve değerleri yücelten toplumsal karşılığı olan bir hareket haline gelmişti. Popülist liderlerin en büyük iddiası, halkın gerçek temsilcilerinin kendilerinin olduğunu öne sürmeleriydi. Onlara göre atılması gereken ilk adım, ulusal egemenliğin güçlendirilmesiydi. İkinci adım ise ulusal egemenliği sulandıran Avrupa Birliği (AB), Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası kurumların etkisinin sınırlanmasıydı. Burada şunu belirtmekte fayda var. Aşırı sağ partilere oy verenlerin önemli bir kısmının tepkisi, AB ve BM'nin göç ve kimlik politikalarıyla sınırlılık arz etmesidir. Dolayısıyla bu insanların, AB ve BM'ye yönelik tepkilerinin ideolojik zeminden ziyade politika düzeyinde olduğu söylenebilir.

Bilindiği üzere kamu politikaları, insanların günlük yaşamlarını doğrudan etkileme kapasitesine sahiptir. Örneğin, göçmenlerin iş piyasasına girmesi, konut talebi, sosyal hizmetler, güvenlik, sağlık ve eğitim gibi alanlarda değişimlere yol açar. Bu değişimler, insanların doğrudan deneyimleyebileceği somut olaylar yaratır ve nihayetinde insanların bu değişimler hakkında kanaat sahibi olmalarını sağlar. Doğal olarak oluşan kanaatler, uygulanan politikaların ya lehindedir ya da aleyhinde. Kanaatler ister lehte isterse de aleyhte olsun, bu vaziyet karşısında insanların büyük bir kısmının tepkisi, genellikle politik düzeyde kalır. Bunların ideolojik tepkilere dönüşmesi için biraz daha zamana ihtiyacı vardır. Nitekim ideolojiler soyut kavramlar ve uzun vadeli perspektifler üzerine kuruludur.

Artan nefret söylemi

Bu noktada tehlike olan, kamuoyunda ve sosyal ağlarda göçmenlere ya da "diğer ötekilere" karşı nefret söyleminin hızla yayılmasıdır. Özellikle terör saldırıları ve artan suç oranlarıyla göçmenler arasında bağ kurulmasının sağ popülizmi ve göçmen aleyhtarlığını bir hayli güçlendirdiği rahatlıkla fark edilebiliyor. Zira bu tür olaylar ve söylemler, toplumda korku, güvensizlik ve öfke duygularını kolayca harekete geçirebilir. Medyada ve kamuoyunda göçmenler hakkında sürekli olumsuz haberlerin öne çıkması, bu grupların genelleştirilerek suçlu veya tehlikeli olarak algılanmalarına; enflasyondan işsizliğe kadar toplumda yaşanan tüm olumsuzlukların müsebbibi olarak damgalanmalarına neden olmaktadır. Aşırı sağcı partiler, kendi doğalarına uygun bir şekilde, göçmenlere ilişkin kamuoyunda ya da medyada yer alan olumsuz haberleri ve kanaatleri, göçmen karşıtı politikalarını ve söylemlerini haklı çıkarmak için bir araç olarak sıklıkla kullanmışlardı. Bu partilerin temel özelliği, toplum içerisinde kök salan korku ve güvensizlik ortamından beslenmeleri ve sorunlara da radikal çözümler sunmalarıdır. Bu, oldukça mantıklıdır. Nihayetinde korku ve güvensizlik ortamında yaşayan insanlar genellikle hızlı ve basit çözümlere yönelirler. Aşırı sağ partilerin, bu duygulara hitap ederek, göçmenleri sınır dışı etme, göçmen akışını durdurma gibi basit ve doğrudan çözümler önermeleri buradan ileri gelir. Nitekim bu tür söylemler, karmaşık sorunlara basit ve radikal çözümler sunduğu için halk arasında daha fazla rağbet bulabiliyordu.

Ucuz işgücü politikası

Öncelikle şunu bilmemiz çok önemli. 1945'ten sonra çoğu Batı Avrupa ülkesi, istikrarlı siyasi sistemler kurmayı başarmıştı. Faşizme karşı kazanılan zafer, kurumsallaşan demokratik değerler, düşük işsizlik oranları, ekonomik büyüme ve kalkınma gibi o yıllarda ortaya çıkan olumlu gelişmeler, aşırı sağın ortaya çıkmasını ve başarısını engelleyen faktörlerdi. İnsanlar, 1945-1980 arası dönemde aşırı sağ tanımlamalarından ciddi şekilde kendilerini uzak tutmaya özen gösteriyorlardı. Bunun nedeni, 1980'lerden önce aşırı sağın neo-faşizmle eş anlamlı görülmesinden ileri geliyordu. 1970'lerin sonu ve 1980'lerin başında yükselişe geçen neoliberal politikalar, 1945-1980 arası yıllara damgasını vuran olumlu havanın dağılmasını, işsizlik, düşük ücretler ve sosyal güvenlik ağlarının zayıflaması gibi sorunların artmasını tetiklemişti. Çünkü neoliberal politikalar sayesinde küreselleşme vites yükseltmiş ve uluslararası ticaretin, sermaye hareketlerinin ve işgücünün serbest dolaşımını artırmıştı. Fakat bu süreç bazı bölgelerde iş kayıplarını, sanayisizleşmeyi ve yerel ekonomilerin zayıflamasını da beraberinde getirmişti.

Neoliberal politikalar, işgücünün serbest dolaşımı bağlamında işgücü piyasalarının esnekliğini ve hareketliliğini teşvik ederek göçmen işgücünün serbestçe dolaşımını savunuyordu. Neoliberalizm bu noktada, iki önemli argümanı öne çıkarıyordu. Bunlardan ilki, ucuz işgücü. Neoliberal politikalara göre işletmelerin maliyetlerini düşürerek rekabet avantajı elde etmeleri gerekiyordu. Göçmen işgücü, genellikle yerli işgücüne göre daha düşük ücretlerle çalışmayı kabul ettiği için bu da işletmelerin işgücü maliyetlerinin azalmasına ve rekabetçi güçlerinin artmasına olanak tanıyabilirdi. İkincisi ise işgücü talebinin karşılanması. Tarım, inşaat ve hizmet sektörü gibi düşük vasıflı iş alanlarındaki işgücü açığı; yaşlanan nüfus ve düşük doğum oranları nedeniyle ortaya çıkan işgücü sıkıntısı ve yeni fikirler, beceriler ve iş kültürlerine duyulan ihtiyaç gibi faktörler, göçmen işgücüne olan talebi artırıyordu. İşgücü açığının göçmenlerden karşılanması, Avrupa genelinde işsizliğin artması ve çalışan kesimlerin yaşam standartlarının düşmesi gibi çok sayıda olumsuz gelişmeye de kapı aralamıştı. Bu durum, toplum içinde büyük bir hayal kırıklığı ve öfkeye neden olurken, aşırı sağcı popülist partilerin bu duyguları manipüle ederek toplumsal destek kazanmalarına da zemin hazırlamıştı.

Aşırı sağ yükselmeye devam eder

Avrupa'da aşırı sağın yükselişinin en belirgin nedeni, küreselleşme ve neoliberal politikalar sonucunda sanayi toplumundan sanayi sonrası topluma geçiş sürecinde meydana gelen dönüşümdür. Bu dönüşüm kaçınılmaz olarak göç, işsizlik ve kimlik krizi gibi birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Bugün Avrupa ve çevresindeki ülkelerde, küreselleşmenin kazananları ve kaybedenleri arasındaki kutuplaşmanın yol açtığı krizler söz konusudur. Kaybedenlere göre küreselleşme, göçmen nüfusun sayısını artırmakta, ücretleri aşağı çekmekte ve yerli nüfusun sayısını azaltmaktadır. Dahası, küreselleşme homojen kültürel kimlik anlayışını yok ederek milletler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaktır. Hatta bazıları, Avrupa'ya yapılan kitlesel göçlerin kendi ulusları ve devletleri için varoluşsal bir tehdit oluşturduğunu iddia ederken bazıları bir adım daha ileriye giderek Batılı ülkelerin kitlesel göç nedeniyle "beyaz soykırım" ile karşı karşıya olduğunu öne sürmektedir.

Göçün "kötü" sonuçlarından dolayı, Avrupa genelinde geleneksel ana akım partiler güç kaybetmeye başlamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, her geçen gün Avrupa'daki ana akım sağ ve sol partilere duyulan memnuniyetsizlik artmaya devam edecektir. Nitekim bu vaziyet, 9 Haziran 2024'te yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde kendisini bir kez daha göstermiştir. Kıta genelindeki birçok vatandaş, ana akım partilerin savundukları politikaların kendilerini mağdur ettiğine inanmaktadır. Ana akım partilerin seçmenlerin yukarıda belirtilen kaygılarına yeterince yanıt verememesi, bu partilere duyulan memnuniyetsizlik ve güvensizliği artırmakta ve böylece aşırı sağ partilere yönelimi hızlandırmaktadır.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un 30 Haziran Pazar günü ülkede yapılacak olan erken seçim öncesi, aşırı sağ parti Ulusal Birlik ya da aşırı sol koalisyonu Yeni Halk Cephesi'nin seçimi kazanmasının "iç savaş" riski taşıdığını söylemesi, açıkçası seçmen davranışlarını etkilemeye yönelik bir strateji olarak düşünülebilir. Macron böyle bir açıklamayı, seçmenlerde korku ve endişe uyandırmak amacıyla yapmış olabilir. Aşırı sağ veya sol partilerin seçimi kazanmaları halinde ülkenin iç savaş riski taşıdığı düşüncesi, seçmenlerin aşırı uçlardan uzak durarak daha ılımlı ve mevcut durumu koruyan partilere yönelmesini teşvik edebilir. Bu, özellikle kararsız seçmenlerin, radikal değişimlerden kaçınmak adına mevcut yönetimi desteklemelerini sağlayabilir. Ayrıca, "iç savaş" gibi güçlü ifadeler, seçmenlerin sandığa gitme motivasyonunu artırabilir. Ancak küresel gerginliklerin had safhada olduğu böylesine hassas bir dönemde, hiçbir siyasi partinin iç savaşın sorumluluğunu almaya yanaşmayacağı açıktır. Üstelik AB ve NATO gibi kuruluşlar, Rus ve Çin tehdidinin yükseldiği bu kritik zaman diliminde, Fransa da dahil olmak üzere Avrupa'nın hiçbir ülkesinde bu yönde bir tehlikenin palazlanıp büyümesine müsaade etmez.

[email protected]