Tarikatların yasaklamasıyla bu yapıların ortadan kaldırılamayacağının artık 90 yıllık tecrübe ile anlaşılmış olması gerekmektedir. Yasaklayarak engel olunabileceği iddiası da bunun gerçekleşebileceği zannı da komiktir. Lakin FETÖ, esasen bir tarikat da değildir, modern bir örgüttür.
Celal Tahir / Yazar
15 Temmuz darbe, daha doğrusu işgal ve terör teşebbüsünden sonra ortaya çıkan tartışmalarda, görmezden gelinmeyecek ve anlaşılmaz prensip hataları vardır. Bunlardan en önemlisi de her türden tarikatın faaliyetinin engellenmesinin gerekliğinin söylenmesidir. Tarikatların yasaklanması söz konusu olamaz. Çünkü bu zaten 1925’te çıkan kanun ile bu gerçekleşmiştir. Bu noktada 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun ne derece yerinde olduğu da söylenilmektedir. Buna göre bütün sorunun kaynağı, özellikle merkez sağ iktidarlar tarafından bu kanunun gereklerinin yerine getirilmemesidir. Tarikatların ve cemaatlerin faaliyetlerine göz yumulmasıdır. Bunu birçok yazar ve televizyon konuşmacısı dile getirmektedir. İşin acaibi bu bir kısım islami çevrelerde ve cami cemaati arasında da konuşulmaktadır. Oysaki mesele tarikatların varlığından değil, tarikatların 1925 yılındaki kanunla yasal olarak var olamaması, varlıklarını serbestçe sürdürememelerinden kaynaklanmaktadır. Yasal olarak varlığını sürdüremeyen bir yapının kamu tarafından denetlenmesi ve kamu tarafından tanınmayan yapılardan hangisinin “ehliyetli” olduğunun ahali tarafından bilinmesi mümkün değildir. Sadece yasaklama ile bu yapıların ortadan kaldırılamayacağının artık 90 yıllık tecrübe ile anlaşılması gerekmektedir. Yasaklayarak engel olabileceği iddiası enflasyonu da yasaklayarak ortadan kaldırılabileceği zannı kadar komiktir. Lakin FETÖ, esasen bir tarikat da değildir. Burada söz konusu olan yapı bir cemaattir. Yahut bilinen manada modern bir örgüttür.
Mutabakat ile çözüm
Bu sorunun da temelinde ise, 1925’te çıkarılan tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun halen mevcudiyeti yatmaktadır. Bu kanunla tarikat faaliyetleri yasaklanmamıştır. Dolayısıyla kamu tarafından denetlenen ehliyetli kurumlar halkın bu konudaki ihtiyacını meşru yoldan karşılaması mümkün olamamaktadır. Tüm bunlar olmasa FETÖ’nün bu kadar taraftar toplaması, devlet ve toplum hayatında kök salması mümkün olamazdı. Bu zikrettiğimiz kanun ise bizatihi 1924 Anayasa’sının 75’inci maddesine aykırıdır. Madde 75.- (Özgün hali) Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefî içtihadından dolayı muaheze edilemez. Asayiş, âdabı muaşereti umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü âyinler serbesttir. Görüldüğü gibi bu madde de, her türlü, tarikat ayinin serbestçe yapılabileceği şeklinde bir ifade de bulunmaktadır. İlgili anayasa maddesi amir hükmündedir. Dolayısıyla çıkartılan o kanun da bu hükme aykırı olarak çıkarılmıştır. Esasında o günlerde bir anayasa mahkemesi veya anayasal yargı denetimi mevcut olsaydı, bu kanunun yürürlüğe girmesi mümkün değildi. Dolaysıyla hukukçuların bu konuya eğilmesi gerekir. Esasen sadece bu açıdan değil, diğer yönlerden de bugün, bu kanunun devamında fayda var mıdır düşünülmesi gerekir.
Kanunun o günün anayasasına da açıkça aykırı olduğundan hareketle geçersiz sayılması mümkündür. Gerçi kanunun inkılap kanunlarından olduğu ve anayasaya aykırı olmadığı söylenebilir. Esasen 1982 Anayasası’nda böyle bir hüküm mevcuttur. Ancak yukarıda izah edildiği gibi 677 sayılı kanun hukuken yok hükmündedir. Nasıl 1950 yılında türbelerin açılmasına izin verildiyse, örneğin kültürel hayatın devamı vs. açısından bir gerekçe gösterilerek, tekkelerin açılması yoluna gidilebilir. Ne olursa olsun bu husus, günlük siyasetin malzemesi yapılmadan bir mutabakat ile çözülmelidir.
Bu gerçekleşirse, evvela; bunun manevi hayatımızı zenginleştireceği ve toplum hayatına bir bereket geleceği açıktır. İkinci olarak; manevi otoritenin siyaset ve devlet hayatına bir tür yol göstereceği de açıktır. Esasen bunlar bir akil adamlar heyeti gibi, tabii senatörler gibi kabul edilebilir. Sadece İslami tarikat ve cemaat temsilcileri değil, ekalliyetin dini-ruhani temsilcileri de oluşturulacak bir heyetin içinde yer alabilir. Bu süregelen “Alevilerin cem evleri ibadethane midir, caminin muadili midir?” tartışmalarına nihayet verilebilecektir. Çünkü bu durumda cem evleri de bir şekilde bir statüye kavuşabilecektir. Üçüncü olarak da; tekke ve zaviyelerin yeniden açılması, bu tür modern örgütlerin “öyle olmadıkları halde” tarikat otoritesine benzer bir otorite kullanmalarına ciddi ölçüde engel olacaktır. Bu durumda da bugün yaşanan sorun bu dereceye varmamış olur. Devlet ve toplum hayatına bu derece nüfuz etmelerine engel olunacağı açıktır. Dolayısıyla sorunun sebebinin tekke ve zaviyelerin varlığı olmadığı aşikârdır. Sorun tarikatların yasal olarak yasaklanmış olmasıdır. Ve de faaliyetlerinin yasal çerçevede serbest olamamasıdır.
Esasen mesele tarikat siyaset ilişkisinin bilinmemesi yahut da çarpıtılması ile ilişkilidir. Daha doğrusu ruhani otorite ile maddi-dünyevi iktidar arasındaki irtibatın mahiyetinin bilinmemesindendir. Ve esas sorun günümüz dünyasında siyasal iktidar ile onun tâbi olması gereken manevi otoritenin ortada olmayışıdır. Çünkü iktidar kavramı metafizik ve de siyasi bir boyuta sahiptir. Ortaçağ Avrupa’sında krallar Papa takdis etmeden taç giyemezdi. Osmanlı padişahlarına tahta çıkarken kılıcını Eyüp Sultan’da Seyyidlerin en büyüğü Nakib’ül Eşraf yahut Mevlevi şeyhi kuşandırırdı. Ayrıca Fatih’in yanında Molla Gürani, İskender’in yanında Aristo, bu büyük hükümdarlara hem yol göstermekte, hem de dünyevi iktidarın manevi alan ile irtibatını sürdürmekte idiler. İngilizlerin efsanevi kralı Arthur ile rahip Merlin arasındaki ilişki de aynı bağlamdadır. Yani geleneksel toplumlarda dünyevi iktidar ile manevi otorite’ye tâbidir ve de aralarında bir irtibat vardır.
Manevi yapı dişil mahiyette
Manevi otorite, dünyevi iktidara dolaylı olarak yol gösterir. Çünkü insiyatik-manevi yapılar hem İslam geleneğinde hem de bütün geleneklerde davet usulüne göredir. İnsiyatik-manevi yapılar, dişil bir mahiyettedir. Önce talip gelir, talep eder. Bu durumda mürşid ile mürid arasındaki ilişkide mürşidin işlevi dişil mahiyettedir. İnsiyatik teşkilatlar dünyaya ve devlete doğrudan müdahil olunduğu zaman, işlevi akabinde tedricen de mahiyeti değişir. Ve eril bir mahiyet kazanır, çünkü devlet eril mahiyettedir. O yüzden devlete baba denilir. O sebepten manevi yapılarla devlet arasındaki irtibat doğrudan değil dolaylı olmalıdır. Doğrudan kendileri onun iş ve işlevini yüklendikleri zaman manevi yapının mahiyeti ve işlevi değişir, yönü de değişir. Burada söz konusu olan basit manada paraya, dünyaya dalmak değildir. Mesele yapısal bir dönüşüm olmasıdır. Batı’da masonluğun ve diğer Batılı inisiyatik cemiyetlerin başına gelen budur. Benzeri durum bazı Müslüman cemaatlerde de görülmektedir. Burada farklı olarak bazı cemaatler tarafından, bir tarikat usulü ve tarzı ve de bir tarikat şeyhinin otoritesi motamot taklit edilmektedir. Onun otoritesi kullanılmakta ve onun gibi tasarrufta bulunulmaktadır. Bu şekilde bir cemiyet tarikatın yerine geçer. Ama tarikatın yapmayacağı bir iş yapar. Doğrudan siyaset ve ticaretle ilgilenir. Burada bir tarikat otoritesi gibi davranır. Oysa Şeyh efendinin tasarrufu manevi alandadır. Şeyhin kişiye manevi tekâmül yolunda rehberlikte mutlak bir tasarruf hak, salahiyet ve vazifesi vardır. Olan ise bu hak ve yetkiyi Bâtıni alandan zahiri alana taşımaktır. Manevi otorite taklid edilmektedir. Bu şekilde dünya işlerine müdahale ve tasarrufta bulunulmaktır. Bu bir hak gaspıdır. Çünkü normal bir cemiyette böyle bir otorite olamaz. Orada, en fazla siyasi ve ticari dayanışma olur. Sorun bundan kaynaklanır. Bu ise bir tür Müslüman Masonluğudur. Lakin teknik olarak bu tabirin de bazı mahzurları vardır. Çünkü FETÖ modern bir örgüttür. Bir tarikatın veya inisiyatik geleneğin, dejenerasyona uğramış bir kolu olarak da devamı değildir. Bu yüzden FETÖ ve lideri Fettullah Gülen bir tarikat otoritesi yerine geçerek bir tür hak gaspında bulunmaktadır. Sorunun kilit noktası budur ve vahameti de buradan kaynaklanmaktadır. Yüksek bir manevi otoriteyi dünyevi sahada kuralsız bir şekilde kullanmaktadır. Gülen’in bir tür mehdilik iddiası, bu yapının batini doktrininde merkezi bir role sahiptir. Bu batini doktrinin deşifre edilmesi de, hükümet ve devletin öncelikli vazifesidir.
Mertebeler ayrışması
İslam geleneğinde ehli tasavvuf bunu bilir ve siyasetin dışında durur. Dolayısıyla ortada hakiki bir tasavvuf ve tarikat ehlinin siyaset hayatına müdahale etmesi gibi bir şeyin olması, söz konusu da değildir. İslam tarihinde Peygamber Efendimiz, dört halife ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in hilafet zamanı manevi otorite ile siyasi iktidarın mezcedildiği dönem olarak kabul edilebilir. Hz. Hüseyin’in şehit edildiği Kerbela vakıası ise bir nevi manevi otoritenin dünyevi iktidardan ayrışmasının gerekliliğinin tezahürdür. Çok acı bir tezahürüdür; ama bir yanıyla böyle kavranabilir ve ifade edilebilir. Bu aslında mertebelerin arasındaki ayrışmadır. Çünkü insan toplumu ve âlem, manevi açıdan giderek gerilemektedir. Bu durumda manevi otoritenin dünyaya doğrudan müdahil olmaması tabiatı icabıdır. Bu durumda manevi otorite açısından dünyaya doğrudan müdahil olunması, nüzuldür ve ‘zül’dür. Ve bu aynı zamanda mertebelerin birbirine karışmasıdır. Bu ise son derece tehlikeli sonuçlar doğurur. Manevi otorite işte bu sebepten siyaset-devlet hayatına doğrudan müdahil olmamaktadır. Doğrudan nüfuz edip tasarruf sahibi olma cihetine gitmemektedir.
FETÖ ve lideri Fettullah Gülen şunu yapmaktadır: Manevi sahada kurulması meşru ve gerekli olan otorite, siyaset ve devlet alanına dünyevi sahaya doğrudan uygulanmaktadır. Bu, sorunun temel kaynağıdır. Bundan sonra kuralsızlık beraberinde gelmektedir. Kural iptali, başta kul hakkı yenmesi olmak üzere, İslam’a aykırı birçok uygulamanın da hem sebebi ve hem de sonucudur.