Evet, işimiz var!

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
28.05.2021

Lübnan'da, Suriye'de, Kudüs'te orada burada ne işimiz var diyenler saçmalıyorlar. O zaman Anadolu'da da, İstanbul'da da ne işimiz var? Atalarımızın mirası topraklara sahip çıkmazsak şu soruyu sormaya ebediyen devam ederiz: Akan bu kanlı gözyaşlarını kim durduracak?


Evet, işimiz var!

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi

Geçtiğimiz günlerde kurmaca devlet İsrail, Ramazan ayı demeden Gazze Şeridi'nde pek çok noktayı bombaladı. Göstericilere, binalara çok sayıda gaz, gerçek ve plastik mermi ve bomba attı. Bombaların isabet ettiği binalar yıkılırken binaların bir kısmı da hasar gördü. Çocuklardan yetişkinlere kadar ölümler ve yaralanmalar oldu.

Nazizmi aratırcasına

Ateşkes anlaşmasına rağmen İsrail, hayvanca kabalığıyla Nasyonal Sosyalistleri aratacak şekilde Filistinli sivillere hala saldırıyor, bölgede adeta etnik ve dinsel bir temizlik politikası güdüyor. Biz ise vahşeti televizyonlardan izliyoruz ve elimizden hiçbir şey gelmiyor. Modern dünyada ahlaklı davranabilmek ve hatta ahlaklı kalabilmek, hepimiz için gün geçtikçe zorlaşıyor. Pascal'ın Pensées (Düşünceler)'de dediği gibi, "Haklının güçlü olması sağlanamadığından güçlünün haklı olması sağlandı."

Holocaust endüstrisi

İşin kötüsü Tanrısal bir kökeni olduğunu iddia eden bu 'cellat' kendisini 'kurban' gibi sunuyor, Avrupa'da yaşadığı soykırım felaketini durmadan dünyadaki her platformda dile getirerek ve sergileyerek Filistin topraklarını işgalini haklı çıkarıp, aklıyor. Hafifletici nedenler aranıp bulunuyor ve elde ettiği uluslararası destekle savaşı çoktan kafadan kazanmış. Holocaust endüstrisi! (Ailesi Nasyonal Sosyalistler tarafından katledilen ve kendisi de Holocaust'un bütün acılarını yaşamış olan Yahudi entellektüel Norman G. Finkelstein'ın Holocaust'ta çekilen acıların istismarına karşı yazdığı bu kitap dünya çapında bir tartışma yaratmıştır. Finkelstein, Avrupa'daki Yahudi soykırımının İsrail ve ABD'nin Ortadoğu'daki katliamları meşrulaştıramayacağını, Holokoust acılarının nasıl paraya çevrildiğini ve bu paraların kamplarda zarar görmüş masum Yahudiler'den esirgendiğini iddia etmektedir. Bkz. Finkelstein Norman G., Holokost Endüstirisi, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2011) İsrail'i eleştirmeye kalkarsan hemen Nasyonal Sosyalistlerin kurbanları olan ölüler ordusunu her fırsatta dünyaya sürenler tarafından anti-semit olmakla suçlanırsın. Güzel bir üç kağıtla sanık sandalyesinde bulunması gerekenler hemencecik iddia makamına geçiyorlar.

Almanya arka çıkıyor

Yahudi soykırımının baş müsebbibi olan Almanya, kendi tarihini unutarak bir zamanlar kurbanları olan bu yeni cellatları koruyup onlara arka çıkıyor. İsrail devletinin arkasındaki gölge olan Amerika'yı söylemeye bile gerek yok. Para, silah, uluslararası destek... Bize de şu soruları sormak düşüyor: Allah'ım bu nasıl bir düzen? Bu nasıl bir uluslararası operasyon? Ve ezilenler iktidar olur olmaz nasıl da zalimlere dönüşebiliyor? Kurbanlar nasıl cellatlar olabiliyor? "Yüzyılımızın korkunç dersi" diyor Pascal Bruckner, "iktidara geçer geçmez ezilenleri diktatörlere, emekçileri zorba yöneticilere, eski sömürge insanlarını yeni efendilere dönüştüren beklenmedik ters yüz oluştur. Ezilenler masumiyetlerini yitirdi, kendilerinden adalet ve kurtarma beklenenler bile başka despotluklar kurdu, işin daha da korkutucu yanı tüm bunların adalet ve özgürlüğün koruyuculuğunda gerçekleşiyor olması. " (Bruckner Pascal, Masumiyetin Ayartıcılığı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995, s.196) Bruckner, Hırvatlar tarafından soykırıma uğratılan Sırpların sonrasında Bosnalı Müslümanlara karşı nasıl soykırım yaptıklarını anlatır kitabında. Sırplar soykırıma uğradıklarını söyleyerek kendilerini haklı çıkarmakta, bir öç alma duygusuyla Müslümanlara saldırmaktadırlar.

Okulun öğrettikleri ve biz

Ünlü Polonyalı Yahudi sosyolog Zygmund Bauman, Nasyonal Sosyalizm ve Holocaust üzerine kaleme aldığı ödüllü ve bir sosyoloji klasiği olan eseri Modernite ve Holocaust'ta dedesinin anlattığı dinsel bir hikayeden söz eder. Bu hikaye onu oldukça etkilemiştir. Bauman dedesinin hikayesini şöyle nakleder (Bauman, Zygmund, Modernite ve Holocaust, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1995): "Çocukluğumun iki yılı dedemin bana kutsal Kitap irfanının hazinelerini tanıtmayı amaçlayan kahramanca ama boşuna çabalarıyla geçti. Belki o çok etkileyici bir öğretmen değildi, belki de ben öğrenmesi kıt ve nankör bir öğrenciydim; ama gerçek şu ki, onun derslerinden aklımda hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Yalnızca bir öykü kafamın derinliklerine yerleşti ve yıllarca aklımı kurcaladı. Torbalar dolusu yiyecekle yüklü bir eşekle yolculuk yaparken bir dilenciye rastlayan aziz bir bilgenin öyküsüydü bu. Dilenci yiyecek bir şeyler dilenir. "Bekle" der bilge. "Önce torbaları çözmem gerek." Ama uzun zamandır süren açlık, o torbaları açıncaya dek işini bitirir ve dilenci ölür. O zaman bilge, duaya başlar: "Tanrım, bu zavallı adamın hayatını kurtaramadığım için beni cezalandır!" Bu öykünün bende yarattığı şok, dedemin bitmek bilmeyen nasihatlerinden anımsadığım hemen hemen tek şeydir. Bu, o zaman ve o zamandan beri okul öğretmenlerimin bana öğrettiği tüm düşünme tarzlarıyla çelişiyordu." (a.g.e, s. 257) Bauman bunu söylerken haklıdır. Tabii ki çelişiyordu çünkü bize okullarda etik, ahlaklı davranmak değil, nasıl akılsal ve mantıklı davranacağımız öğretilir. Derin düşünmeyi değil, ezberlemeyi ve sayı saymayı, adaletsizliğe karşı çıkmayı değil, uslu uslu oturmayı öğreniriz. Modern uygarlığımız geleneksel bir etiğe değil, rasyonel tercihlere, kar zarar hesabına ve akılsal-faydacı bir yaklaşıma dayanmaktadır. Etik yalnızca masumların, günahsızların, vicdanı olanların yoldaşıdır güçlü ve haksız olanların değil.

Bauman'ın, dedesinin dinsel hikayesinden ve Holocaust adı verilen ve Alman Nasyonal Sosyalistlerce gerçekleştirilen Yahudi Soykırımı tecrübesinden çıkardığı sonuç şudur: "Akılsallıkla ahlakın ters yönleri gösterdiği bir sistemde en çok insanlık zararlı çıkar." (a.g.e, s.260). Bu kitabı ve Bauman'dan bu hikayeyi ilk okuduğumda, üniversite ikinci sınıf öğrencisiydim ve o zamanlar gerçekten bu hikayeden de Bauman'ın kitabından da çok etkilenmiştim. Kitapta Yahudilerin sistematik olarak nasıl soykırıma uğratıldığı ve bunun modern teknik ve bilimle nasıl kolayca gerçekleştirildiği anlatılıyordu. Şimdi bu yaşımda İsrail'in Filistinlilere yaptıklarına şahit olurken aklıma bu hikaye yeniden düştü ve okuduğum bu hikayenin asıl anlamını sordum kendime. Böyle bir dinsel gelenekten geldiğini söyleyen insanlar nasıl oluyor da bu katliamları yapıyor, Filistinli sivilleri çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden vahşice katlediyorlardı?

En azından rahatsız!

Yüzyılımızda soykırım sıradanlaşmıştı ve soykırım, soykırıma uğrayanlar tarafından yapılıyordu üstelik. (Elbette Bauman'ı Filistin konusunda sessiz kalsa da bir ölçüde dışarda tutmak gerek çünkü kendisi de Yahudi olduğu için uğradığı Nasyonal Sosyalist ve anti-semitist komünistlerin zulmünden dolayı sürgün edilerek Polonya'dan İsrail'e göç etmiştir ve oradaki milliyetçilikten de rahatsız olarak İsrail'i terk etmiş ve en sonunda İngiltere'ye yerleşmiştir. En azından rahatsız olmuş!)

Batılılar kendi aralarında 400 yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun üzerinde çok da büyük sorunlar çıkmadan hüküm sürdüğü toprakları sonradan acımasızca paylaştılar. İmparatorluğun Batılılar tarafından yenilmesi ile birlikte üç semavi dinin merkezi sayılan Kudüs'ü de içine alan Filisitin dahil olmak üzere Kudüs'ü çevreleyen topraklar önce İngiliz himayesine geçti ardından İngilizler'in bu topraklardan çekilişiyle 1948 yılında Siyonistlerin baskısıyla İsrail devleti kuruldu. Bu konuda İngiltere Dış İşleri Bakanı'nın Amerika'daki Yahudi lobisinin lideri Rothschild'e yazdığı mektupla başlayan Balfour Deklarasyonu pek meşhurdur ve İngilizler terk ettikleri topraklara muhakkak husumet tohumlarını da bırakırlar (Kıbrıs, Musul, husumet bıraktıkları örneklerden bazıları ve yıllar geçmesine rağmen hala uğraşıyoruz). Kudüs toprakları kanın ve gözyaşının mekanı olmuş hep. Şimdi de durum aynı.

Batılılar sessiz

Zulme uğradıklarını söyleyenler, Holocaust endüstirisinden beslenen fanatik Yahudiler masum insanları acımasızca katlediyorlar. Netanyahu adında bir şeytan yenilince kendi iç politikasını dizayn etmek için dış düşman ilan ettiği Filistinli masumların kanını içtikçe içiyor. Hayvanların, bitkilerin, toprağın, havanın, suyun, böceklerin, eşyaların ve her türlü ıvır zıvırın bile hakkını koruyan Batılılar sessizler; konuştuklarında da İsrail'i destekliyorlar. Sayın Cumhurbaşkanımız "dünya beşten büyüktür" diyor. Bu sözün ne kadar önemli olduğunu Filistin'de ağlayan çocukları gördüğümüzde bir kez daha anlıyoruz. Sınırlar doğal değildir ve kanla çizilir. Sınırları belirleyen tarihsel bakımdan objektif bir paylaşım değil, güç ilişkileridir. Türkiye, Osmanlı'dan miras kalan ve Amerika'nın Atlantik ötesinden gelerek sahip çıktığı topraklarına sahip çıkamadığı ölçüde güçsüzdür. Savunmadan, iddia makamına geçebilmek için güçlü olmak zorundadır, bu işin başka da yolu yoktur. Lübnan'da, Suriye'de, Kudüs'te orada burada ne işimiz var diyenler saçmalıyorlar. O zaman Anadolu'da da, İstanbul'da da ne işimiz var? Atalarımızın mirası topraklara sahip çıkmazsak şu soruyu sormaya ebediyen devam ederiz: Akan bu kanlı gözyaşlarını kim durduracak?

[email protected]