Baas rejiminin Batılı emperyalist güçlere karşı mücadele ettiğini savunanlar “Batılılarla işbirliği yapıldı ve şimdi de İsrail, Suriye'yi adım adım işgal ediyor” gibi bir algı oluşturmaya çalışıyor. Oysa Esed rejimi antiemperyalist değildi, hatta tam tersine emperyalizmin bir ürünüydü. Suriye toprakları Osmanlı'dan koparılıp Fransız manda yönetimi uygulandığında bu coğrafyanın etnik ve mezhepsel olarak analizini yapan emperyal güçler Nusayri unsurları bürokraside ve askeriyede istihdam ederek onların pozisyonlarını güçlendirmiştir.
Dr. Uğur Matiç/ Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Öğr. Üy.
Daha önceleri Esed yönetimi ile görüşülmesini savunanların bir kısmının öne sürdükleri temel argümanlardan biri Baas rejiminin Batılı emperyalist güçlere karşı mücadele ettiğiydi. Bu görüş her ne kadar mantık çerçevesini zorlasa da ara ara gündeme gelen ve hatta bugün "Batılılarla işbirliği yapıldı ve şimdi de İsrail, Suriye'yi adım adım işgal ediyor" gibi bir yorumlama biçimine dönüşmüş bir vaziyette. Bu görüşün arka planında aslında Rusya merkezli Avrasyacılık düşüncesinin en azından etkili olduğunu söyleyebiliriz. Keza aynı şeyleri söylemese de Avrasyacılık düşüncesinin en bilinen temsilcisi olan Alexandr Dugin'in Türkiye karşıtı tepkisi ile bu yorumların paralellik teşkil etmesi tesadüfi değil.
Gene bu minvaldeki yorumların bir diğer argümanı da İran'ın Suriye'deki etkisinin ortadan kalkmasıyla İsrail'in hedeflerine ulaşmasının önündeki en büyük engelin kalktığı, dolayısıyla Suriye devrimini destekleyenlerin İsrail'in ekmeğine yağ sürdüğü algısıdır... Batı ya da emperyalizm karşıtı olacağım diye Batı merkezli olmadığı düşünülen herhangi bir görüşe sarılmak çok da masumane değil. Zira argümanlarını İsrail karşıtı gibi bir zemine yaslayan bu yaklaşımlar, bugün İsrail'e karşı en net tavrı gösteren Türkiye'yi sanki onunla işbirliği yapıyormuş gibi göstermektedir. Bu Suriye gelişmeleri özelinde değil, 7 Ekim 2023'ten beri Filistin gelişmelerini analiz ettiğini iddia eden çok sayıda yorumda da karşımıza çıkabiliyor. Suriye gelişmeleri ile ilgili - Avrasyacı olsun olmasın - birçok yorum ve "analiz"in sahadaki reel-politik gelişmeleri okumadaki sığlıklarını gözlemliyoruz. Bu yüzden en temel verilerin dahi tekrar tekrar tartışma konusu edildiği bir ortamda, ister istemez bazı sabitleri vurgulama ihtiyacı hasıl oluyor.
Antiemperyalizmin değil emperyalizmin ürünü
Her şeyden önce Esed rejiminin antiemperyalist olmadığını, hatta tam tersine emperyalizmin bir ürünü olduğunu hatırlamakta yarar var. Suriye toprakları Osmanlı'dan koparılıp Fransız manda yönetimi uygulandığında bu coğrafyanın etnik ve mezhepsel olarak analizini yapan emperyal güçler Nusayri unsurları bürokraside ve askeriyede istihdam ederek onların pozisyonlarını güçlendirmiştir. Azınlık unsurlardan bağımlı bir yapı oluşturarak çoğunluk üzerinde tahakküm kurmak klasik kolonyalist yöntemlerden biridir. Manda yönetimi bittikten sonra da bu etkinlik devam etmiştir. 1947'de Arap sosyalizmi temelinde kurulan Baas Partisi 1963 darbesiyle ülke yönetimini ele geçirmiş, bu parti içinde bulunan Nusayri unsurlar ise özellikle 1966'da parti içindeki bölünmeyle ön plana çıkan Hafız Esad yönetiminin başlıca unsurları olmuştur. Baas söylem düzeyinde antiemperyalist ve Arap milliyetçisi bir profile sahip olabilir. Fakat azınlığın çoğunluğa tahakkümü emperyalizmin ürünüdür...
Hafız Esad yönetimi kendisinden önceki yönetimlerin benimsedikleri Bağlantısızlık temelindeki politikaları çok da devam ettirmemiş ve gittikçe bir başka emperyalist güç olan Rusya'ya yaslanmıştır. Soğuk Savaş yıllarında ABD eksenli Batı Bloku'nun karşısında yer alan Sovyetler Birliği antiemperyalizm söylemini Batı karşıtı bir argüman olarak Bağlantısız ülkelerle ilişkilerinde kullanmasını bilmiştir. Ancak bakıldığında onun da gerek Türkistan coğrafyasında gerekse Doğu Avrupa'da yürüttüğü politikalar emperyalizmin bir başka versiyonudur. Keza Suriye ile kurduğu yakın ilişkiler ve elde ettiği limanlar da onun klasik sıcak denizlere inme hayalini gerçekleştirmesinin emareleri olmuştur. Rusya esasında 1950'li yıllardan beri Suriye'de etkili olmakla birlikte özellikle 2010'lu yıllardaki gelişmelerin neticesinde buradaki etkinliği daha görünür hale gelmiştir... Suriye meselesindeki Rusya-İran-Esed rejimi ortaklığı da Avrasyacıların romantize ettikleri gibi antiemperyalist bir cephe olmaktan ziyade bölgesel politikadaki çıkarların örtüşmesiyle alakalı olmuştur.
Nusayrilik Alevilik değildir
Nusayrilik demişken antrparantez bir konuya değinmekte yarar var. Burada fıkhi tartışmalara girecek ilahiyat uzmanlığım olmadığı için detaylı bir açıklama yapacak durumda değilim. Ancak Nusayriliğin, Şiiilik ve Alevilikle benzer yönleri olmakla birlikte bunlardan farklı bir yorum olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyuyorum. Zira birçok yerli ve yabancı kaynakta bilerek ya da bilmeden Suriye'deki Baas yönetiminin Alevi olduğunun söylendiğini gözlemlemek mümkün. Alevilik Türklere, hatta Anadolu Türklüğüne özgü bir inanış biçimidir diyebiliriz. Suriye'de Alevi bir yönetime karşı hareket eden muhalifler ve onları destekleyen Türkiye algısı ise konunun odağının bambaşka yerlere sapmasını beraberinde getirir. Hatta Türkiye'de devletin Alevileri baskı altında tuttuğu gibi bir alt metin de mevcuttur, ki bu son derece sorunlu bir düşünce biçimidir. Suriye'deki bu unsurların, adına ister Nusayri deyin ister Alevi, Türkiye'deki Alevilerle aynı olmadığının bilinmesi bu türden dezenformasyonlara karşı dikkatli olunmasını sağlar. Aynı ifadelerin kullanılması ve paralellik kurulması ise son derece tehlikeli tartışmaların kapısını aralar, ki bu amaca hizmet eden birtakım gelişmelerin de mevcut olduğunu gözlemliyoruz...
Bugün Suriye sınırları içinde Türkiye'deki Alevilik gibi bir Alevilikten de söz edilebilir. Bu unsurlar ziyadesiyle Suriye Türkmenleri arasında yer alıp Türkiye'ye karşı da muhabbet beslemektedir. Dolayısıyla Nusayri unsurlar üzerinde İran'ın Şia temelinde yürüttüğü politikaların Türkmenler ya da Aleviler üzerinde geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Türkiye ise zaten Suriye'de mezhep temelli bir yaklaşımla hareket etmemekte, hatta tam tersine birbirinden çok farklı grupları bir araya getirmenin yollarını aramaktadır. Suriye'de olaylar başladığından beri ülkenin toprak bütünlüğü vurgusunu daima zikreden Türkiye'den başka da bu derece kuşatıcı başka bir aktör olmamıştır... Böyle bir ortamda mezhep vurgulu ifadelerin kasıtlı olarak gündeme getirildiği söylenebilir.
Rusya, İran, İsrail...
Bugün Rusya kamuoyunun ve Rusya merkezli olarak dünyaya bakanların Suriye'deki gelişmelerden hiç de hoşnut olmadıkları muhakkak. Benzer bir biçimde İran'ın da Suriye'deki unsurlarını sahadan çekmek zorunda kalmaktan hoşnut olmadığı açık. Bununla birlikte Suriye'de yaşananların onlara rağmen gerçekleştirildiği gibi yorumların Astana süreçlerinde Türkiye'nin bu aktörlerle defalarca görüşerek Suriye'nin geleceğine dair ortak hareket etme girişimlerini ve onların uzlaşmaktan son derece uzak tutumlarını yok saydıklarını söyleyebiliriz...
İsrail'in Golan tepelerini işgal etmesi son derece endişe verici ve bir an önce durdurulması gereken bir meseledir. İsrail'in Mahir Esed'den birtakım istihbari bilgiler edinip Suriye'de kritik noktaları vurmuş olması ve devamında gelen bu işgal, onun Esed rejimi ile birtakım gizli ilişkilerinin olduğuna delalet eden gelişmeler olarak yorumlanabilir. İsrail'in Suriye'deki gelişmelerden endişe duyarak bu girişimde bulunduğu da söylenebilir ki ben bu görüşteyim. Hatta Suriye'de doğan güç boşluğundan istifade ettiği de rahatlıkla söylenebilir. Birtakım başka yorumların da kapıları aralıklıdır. Fakat İsrail'in İran çekildiği için Suriye'de bu derece faal olduğu yorumu abesle iştigaldir.
İran'ın söylem düzeyinde İsrail'e karşı en sert ifadeleri kullanan devlet olduğu bilinen bir gerçekliktir. Buna mukabil İran'ın Filistin davasının makul bir savunucusu olarak değil, bölgesel stratejileri çerçevesinde hareket ettiği, Ortadoğu'da oluşturmak istediği bir Şii hilali doğrultusunda Suriye'de ve Hizbullah vasıtasıyla da Lübnan'da varlık gösterdiği de bir gerçek. 7 Ekim sonrası gelişmelere bakıldığında Hamas ve Filistinlilerin dertleriyle dertlenmeyen bir İran-Hizbullah eksenine hepimiz şahit olduk. İsrail'in Suriye'deki İran hedeflerini vurana ya da Lübnan'daki Hizbullah varlığını tehdit edene kadarki girişimleri karşısında çok da sesi çıkmayan bir İran görüntüsünü çok yakın zamanda gözlemledik. Dolayısıyla İran'ın Filistin meselesi konusunda çözüm üreten bir güç olmadığını, İsrail karşıtlığını kendi bölgesel politikaları için araçsallaştırdığını görmek, Suriye üzerindeki İsrail hamlelerinin İran ile direkt olarak alakalı olmadığını anlamak için yeterlidir. Hatta Suriye devrimi öncesindeki süreçte İran'ın buradaki varlığının İsrail'in şimşeklerini Suriye'ye çektiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Esed rejimi henüz düşmemişken de İsrail'in Suriye'ye saldırıları söz konusuydu ve bunların çoğunda da İran unsurlarının hedeflendiği bilinmektedir. Burada İsrail'in hiçbir meşruiyet zemini olmadan yürüttüğü işgal ve saldırıları tasvip ya da İran'ın tamamen haksız olduğunu iddia etmek değil, İsrail karşısında durabilecek tek aktör olarak İran'ı gören yorumların zemininin çürük olduğunu belirtme ihtiyacı hissediyorum.
Filistin meselesinde de Suriye meselesinde olduğu gibi toplumların istek ve temennilerini önemseyen, çıkar odaklı değil insani yönüyle meseleleri ele alan, küresel ve bölgesel aktörlerin hesaplarını bilerek hareket eden bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Daha sahici olan bu tutumla hareket eden tek devlet olan Türkiye'yi, İran ile kıyaslamak ya da karşı karşıya getiren yorumlarda bulunmaksa sağlıklı sonuçlar vermeyecek tartışmalara yelken açmak demektir...
Suriye Suriyelilerindir
Bugün Suriye'de devrimi gerçekleştiren ve geleceğine dair ne söyleyeceklerine bakılan aktörlerin mezhep temelli ya da etnik ayrışmaları körükleyici bir dil kullanmamalarını olumlu anlamda değerlendirebiliriz. Buna mukabil Suriye sahasında daha önce etkili olan ve bundan sonra etkili olmak isteyen dış aktörlerin dün olduğu gibi bugün de bu ayrışmaları sürekli dillendirdikleri de muhakkak. Bu bakımdan yeni yönetimin başta Kürtler olmak üzere Şii, Nusayri ya da Dürzi gibi etnik ya da dini grupları Suriye coğrafyasının unsurları olarak gördüğünü belirtmesi, inşa edilecek yeni Suriye'de anayasal güvencelerinin olacakları gibi söylemlerde bulunması, bu kimlikler üzerinden ayrıştırıcı dille hareket edilmesine ise asla müsaade etmeyecekleri kararlılığını göstermesi gereklidir.
İleride Baas kalıntıları yargılanacağında, bunun Nusayri oldukları için değil eski rejimin suçlarından dolayı olduğunun ve Fırat'ın doğusuna yapılacak operasyonlarda bunun Kürtlere değil YPG gibi ayrıştırıcı gruplara yönelik olduğunun vurgulanması Suriye'nin bütünlüğüne hizmet edecektir. Aslında "bunların dillendirilmesine gerek bile yoktur" denilecek şeyler olsa da bu türden söylemlerin tekrar tekrar dile getirilmesi Suriye'yi oluşturan topluluklar nezdinde ferahlatıcı etkiye sahip olacaktır. Ayrıca Suriyelilik temelinde yürütülecek siyasetler birçok dış etmeni devre dışı bırakmada etkili olacaktır...