‘PKK, hem feodal yapının -altyapıda yani üretim ilişkileri düzeyinde bir yere kadar, üstyapıda yani kültürel ilişkilerde ise daha fazlasıyla çözülmesine vesile olur, diye düşünülerek- hem de diğer Kürt ve Sol örgütlere karşı ehven-i şer görülmüş müdür?’ sorusu ortadadır.
Celal Tahir / Araştırmacı Yazar
27 Mayıs kendi başına ve başlı başına bir projedir. Bir ikinci cumhuriyet projesidir. Bir takım şahısların 27 Mayıs’ı -sonradan bu adlandırılma kaldırılmış olsa da- 2. Cumhuriyet olarak anması gayet isabetlidir. Çünkü 27 Mayıs’ın gayesi yalnız ve sadece Adnan Menderes ve DP’yi tasfiye etmek değildi: Öncelikle merkez sağda DP’nin bir şemsiye olma durumu ortadan kaldırıldı. Merkez sağ ayrı, İslamcılık ayrı, Türkçülük, Türk milliyetçiliği ayrı kulvarlara yönlendirildi. Kürtçülük, Kürt milliyetçiliğine ayrı kulvarlar açıldı, Alevilik ise sola kaydırıldı. İsmet Paşa’nın söylemiyle CHP ortanın solu oldu ve Komünizmle mücadele dernekleri kuruldu.
Zaten Ziya Gökalp ve Hüseyin Nihal Atsız ile Batı’ya değil, Doğu’ya döndürülmüş olan kızıl elma ülküsünün yönlendirdiği Türkçülük, 60 sonrası Alparslan Türkeş’in liderliğinde Türkiye’de sokakta çatışan kutuplardan biri halini aldı. Başlangıçta Namık Kemal, Sait Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Ali Suavi gibi şahsiyetlerin ön aldığı İslamcılığın, 60’lar sonrası sosyolojik açıdan bir yönüyle köyden kente gelen ve şehir hayatına uyum sağlamaya çalışan gençler için sığınacak bir şemsiye, liman olduğunu söylemek çok yanlış olmaz.
60’lar sonrası
60’larda ve sonrasında geleneksel Türkiye solunun bir kırılmaya uğrayarak farklı eksende bir sol hareketin ortaya çıkışı gözlenmektedir. 60’lı yıllara kadar Türk solunun esas aktörü olan TKP büyük ölçüde Sovyetler Birliği eksenindedir. Sosyolojik olarak ise TKP önemli ölçüde eski İstanbul Osmanlı aristokrasisi diyebileceğimiz bir zümreye dayanmaktadır. Tanzimat’tan beri önemli ölçüde Batılılaşmış, hatta bir kısmı yalılarda oturan bir zümre vardır. Bu zümre, Cumhuriyetin Kemalistleri belki de köylü ve görgüsüz bulmaktadır. Hem bu sosyolojik kültürel sebeplerden, hem de ideolojik olarak Kemalizm’i eklektik bulduklarından, şehirli aydınların bir kısmı Kemalizm’e bir türlü intibak ve iltihak edememekte, TKP’li kalmakta karar kılmaktadır.
60’lar sonrasında Sol farklı bir ideolojik zemin ve dolayısıyla farklı bir sosyolojiye oturtulur. Aslında bütün hareketler için geçerlidir. Kürt hareketi başlangıçta şeyhlerin aşiret reislerinin liderliğinde iken, 60’lar sonrasında şehirlerde üniversite okuyan gençlerin liderliğindeki hareketlere dönüşür. PKK ile ise bu daha alt sınıf ve tabakalardan kişiler önderliği ele alır. Neredeyse tüm akımlarda Sosyolojik olarak yukarıdan aşağı inen bir seyri görmek mümkündür. Aynı şey sol harekette de geçerlidir. Bir ölçüde İstanbul sosyetesinin bir zümresine dayandığı söylenebilecek olan TKP’nin yerini öncelikle TİP alır. Ancak Mehmet Ali Aybar bir yana, TİP, TKP’nin bir nevi paralelindedir. Sonrasında Doğan Avcıoğlu, Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’nin liderliğinde “Milli Demokratik Devrim” tezi ile gençlik harekete geçirilir. Ve batının ABD ve İngiltere’nin ekseninde bir sol ortaya çıkar/çıkarılır. Bu solun ideolojik dayanağı Lenin’in ve Mao’nun demokratik devrim ve milli demokratik devrim tezleridir. Sosyoloji itibari ile ise diğer ideolojik akımlarda olduğu gibi aşağı inen bir seyir gözlemlenir. Üniversiteye okumaya gelmiş gençler hareketin liderliğini üstlenir. Veya hareketin liderliği onlara üstlendirilir. Tüm bunların olmasının bir izahı da, şehirli bir zümre olan TKP’lilerin, silahlı gerilla hareketi ile yıkılamayacağını bilecek kadar, ‘devleti ve memleketi’ tanıyor olmalarıdır. Yani TKP’lilerin sosyolojisi de, ‘bu işlere’ pek müsait değildir. Burada Türkiye solunun önemli fikir adamlarından Hikmet Kıvılcımlı ve 12 Mart deneyimi sonrası bu işlerden bir nevi uzaklaşmış Doğan Avcıoğlu bir kenara bırakılırsa. Mihri Belli ismi önemlidir ve öne çıkmaktadır. 30’lu yıllarda ABD’de bulunmuş olan ve TKP’den bir sebeple ihraç edilmiş olan Mihri Belli’nin o yıllar 40’lı yaşlarda olduğu ve sürüklediği gençler gibi, devletin silahlı gerilla hareketi ile yıkılamayacağını bildiği ya da bilebileceği dikkate alınmalıdır.
27 Mayıs sonrası Sosyalizme düşman olmayan Türkçüler veya Mustafa Suphi gibi evvelden Türk ocağına devam eden sosyalistler artık azdır. 60 sonrası Türkiye’nin Amerika’yla ilişkileri NATO dolayısıyla, milliyetçiler anti-komünist olurlar. Türkçülükteki bu yeni pozisyon alış ile beraber, sağ cenahtaki “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve benzeri örgütlenmelerin tesiriyle, sanki Sol cenah, Kürtlerin ve Alevilerin doğal varlık alanıdır, gibi bir hâl ve algı zuhur eder. Ve bu tablo, Sağ-Sol kutuplaşması 70’lere, silahlı hareketlere dönüşerek evrilir. Önemli ölçüde DP’yi destekleyen Kürtlerin, 1960 sonrası siyasi kamplaşmada, bir nev’i Sol’un kampına itilmesi ise apayrı bir meseledir.
1993: Darbeden fazlası
Neticede 12 Eylül sonrası PKK 1984 yılında silahlı eylemlere başlar. Merhum Turgut Özal Türkiye’nin diğer esaslı meseleleri ile beraber, PKK ve Kürt meselesini çözmeye teşebbüs etmişken, 1993 yılında şaibeli bir şekilde ölür. Zaten Özal’ın ölümünden önce Özal’ın kurduğu/kurmaya çalıştığı dengeler birer birer ortadan kaldırılmaktadır. Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Org. Eşref Bitlis’in ölümü ve diğer aydınlatılamayan cinayetler, doğrudan alakalı gözükmeyen Devrimci-Sol içindeki muhalif Bedri Yağan grubunun tasfiyesi de bu bağlamdadır. 1988 Özal suikastı da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Özal muhtemelen tetikçinin arkasında kimlerin olduğunu öğrenmiş ama sistemin çökmemesi için ve/veya ortaya çıkacak o güçle baş edemeyeceği endişesiyle üzerine gitmemiştir. 1988 Özal suikastı da, Özal’ın MİT’in sivilleşmesinde bir numaralı gözdesi Hiram Abas’ın 1990 sonbaharında öldürülmesi de, 93 yolunda döşenen taşlardandır. Hiram Abas, Şam gezisinde Özal’ı, Öcalan’ın yaşadığı evin yakınma kadar getirir, bir rivayete göre evi de gösterir. 1988 Özal suikastı bunun ardından gelir. Ve Hiram Abas bir kokteylde tanıştığı Çetin Emeç’i dikkatli olması konusunda uyardıktan kısa bir süre sonra Emeç, yılın (1990) sonuna doğru da kendisi bir suikasta kurban gider. K.K. Komutanı Org. Muhittin Fisunoğlu’nun beklenmedik emekliliği ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü bu emeklilik işlemi ile TSK hiyerarşisinde 28 Şubat ve sonrasına da tesir edecek bir düzenleme yapılır. Sivas Madımak katliamı, Erzincan Başbağlar Katliamı ile ise süreç zirveye taşınır. 1993’teki olaylara baktığımızda, özellikle Kürt meselesi ağır basmaktadır. O dönemde Türkiye tarihin en sert çatışma dönemlerinin henüz başındadır ve sorun henüz kangrenleşmemiştir. Bu nedenle de silahsız bir çözümü hayata geçirmek bunun için toplumu hazırlamak daha kolaydır. Nitekim söz konusu olaydaki kilit isimlere baktığımızda Kürt sorununda demokratik çözüm için inisiyatif almış kişilerdir. Tamamı şüpheli şekilde ölen bu kişiler iç ve dış karanlık güçler tarafından ortadan kaldırılmakta gibidir. Yani 1993’te belki de bir askeri darbe şartlarında bile kolaylıkla yapılamayacak işler yapılır, olaylar yaşanır. Belki de 1993 bir açık darbeden fazlasının gerçekleştiği bir süreçtir. Ve bugün Kürt sorunu, bugüne değin 7 başbakan ve 9 hükümetin çözemediği bir sorundur.
16 Şubat 1999 çok hadisenin çakıştığı, yakın tarihimizin uzun günlerinden biridir. 16 Şubat 1999, Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği gündür. 16 Şubat 1999’un yakın tarihimizin en uzun günlerinden biri olmasının sebebi bir merkezin birçok olay için düğmeye basması mı? Yoksa birden fazla merkezin aynı anda harekete geçmesi mi? olduğu da ayrıca incelenmesi ve açıklığa kavuşturulması gereken meselelerden biridir. Aynı gün Özdemir Sabancı’nın katili Mustafa Duyar cezaevinde öldürülür. Aynı gün ABD generali, zamanın Irak Dışişleri bakanı Tarık Aziz’in ziyaretinden rahatsızlığını Anıtkabir’de ifade eder. Sonra ne olduysa, aynı gün Abdullah Öcalan Türkiye’ye verilir. Ecevit sonradan Öcalan’ın niye verildiğini anlayamadığını ifade eder. Ancak Ecevit DSP’sine %21 oy veren halkın Ecevit’e mesajını, örgüt lideri elinde, o halde bu işi çöz, şeklinde de, anlaşılabilir.
Peru örneği
Ancak, Türkiye örgüt lideri elinde olduğu halde, bu sorunda mesafe alamaz. Oysa bunun bir benzeri Peru’da yaşanır ve Peru Komünist Partisi Lideri Abimael Guzman 12 Eylül 1992’de CIA tarafından organize edilen operasyonla yakalanır. Guzmán yakalandıktan sonra Peru televizyonuna çıkarak Peru hükümetiyle barış görüşmelerinin başlatılması gerektiğini açıklar. Açıklama Aydınlık Yol içerisinde bir yarılma yaratır ve ilan edilen af ile 6 bin gerilla silah bırakır. Herşeye rağmen ise bir kısmı, Oscar Ramirez Durand liderliğinde silahlı mücadeleye devam ederler. Ama nihayet 1999 yılında Ramirez’in yakalanmasıyla, örgüt çökme noktasına gelir.
Türkiye’de bunun olamamasının sebeplerinden biri, bir kısım devlet güçlerinin, AK-Parti hükümeti ile uğraşmayı elzem görmesi, olmalıdır. Bir yanıyla da PKK’nın tarihinin karanlık noktalarıyla irtibatlıdır. PKK bir yanıyla Abdullah Öcalan ve arkadaşlarının kurduğu bir örgüttür. Diğer yanıyla ise derinlerde bir yerlerde, düşünülmüş bir proje olduğu, söylentisi vardır. Şurası önemlidir ki; Türkiye’nin derinliği, dünyanın derinliği ile irtibatsız olamaz. Demek ki PKK, belki de en başından, büyük güçlerin, ilgi ve bilgi alanında olmalıdır. Burada bazı hususlara yeniden değinmek gereklidir.
Yukarıda izaha gayret ettiğimiz gibi, Kürt hareketi 27 Mayıs sonrası yeni bir sürece girer. 27 Mayıs’ın Kürt ileri gelenlerini, Sivas kampında toplaması, önemlidir. Çünkü Kürt meselesi, 27 Mayıs’ın görünür sebeplerinden değildir. Ve bu konuda Orhan Erkanlı’nın yazdıkları önemlidir. “27 Mayıs’dan önceki çalışmaların, toplantıların, görüşmelerin mahiyeti ve ihtilâl öncesi fikirlerimiz hakkında bir fikir vermek üzere, muhtelif zamanlarda ve toplantılarda alınmış olan kararların bir özetini yapmak isterim. Hiçbir zaman yazılmayan, hafızalara işlenen bu prensip kararları şöyleydi: der ve 18. Maddede, “Ağalığa son verilecek, gerekirse doğu ile batı arasında insan mübadelesi yapılacak. “ (Anılar Sorular Sorumlular, Orhan Erkanlı, s.17-18) diye yazar. Demek ki Kürt ağalarının Sivas kampında toplaması muhtemelen daha geniş çerçeveli bir projenin parçası olmalıdır. Ancak bu hedefe ulaşılamayınca gelişmelerin şu şekilde seyretmiş olması ihtimaller arasındadır.
1-) 70’li yılların sonlarına doğru kurulan PKK’nın kuruluş süreci ve sonrasının perde arkasında -şayet mevcutsa- kim ya da kimlerin olduğunu bizlerin tesbit etmesi çok mümkün değildir, ancak;
2-) Mevcudu düzeltme yani Islahatı değil, neredeyse bütün taşları yerinden oynatmak demek olan İnkılabı-devrimi prensip edinenlerin,
3-) Orhan Erkanlı’nın 27 Mayıs’ın prensip kararlarından dediği ve esasen Cumhuriyet’in modernleşme projesinin bir ögesi olan, “Ağalığa son verilecek, gerekirse doğu ile batı arasında insan mübadelesi yapılacak” şeklinde ifade ettiği, ağalığın-feodalitenin tasfiyesi sürecini doğrudan/dolaylı destekleyebileceğinden hareketle;
4-) 27 Mayıs sonrası devlete nüfuz etmiş kimi unsurlar tarafından PKK, feodal yapının altyapıda yani üretim ilişkileri düzeyinde bir yere kadar, üstyapıda yani kültürel ilişkilerde ise daha fazlasıyla çözülmesine vesile olur, diye düşünülerek;
5-) Hem ağalığa yani Kürtlerin geleneksel toplum yapısına ve hem de diğer Kürt ve Sol örgütlere karşı PKK’nın gelişimi bir nevi ehven-i şer görülmüş müdür, sorusu ortadadır.
6-) Asıl sorulması gereken ise küresel güç odaklarının bu gelişmeleri salt gözlemci olarak mı yoksa müdahil-gözlemci olarak mı izlediğidir.
Bugün küresel güç odakları ‘Kürtlerin reisi kim olacaktır?’ sorusunun cevabında karar kıldıklarında, bölgenin yükselen halkı Kürtlerin, DAEŞ denilen hayali-kurgusal aktöre karşı, kısmi de olsa bir zafer kazanmaları ihtimaller arasında olmalıdır. Bu bizim “çözüm sürecinin” bu tanzimatın bir mıktar da olsa dışında durabilmesi için, ‘çözüm sürecinin çözümünün’ belirginleşmesi elzem gözükmektedir.