Çoğu zaman zulüm karşısında çaresizlik duygusu güç azlığına bağlanır. Oysa hakkın gücü onu her koşulda savunmakla açığa çıkabilen bir durum. Hakkın gücü ve yardımı ancak o haksızlığa karşı oluş üzerinde gerçekleşen emekle gelir. Tarih bunun örnekleri ile dolu olduğu gibi Kurtuluş Savaşı ve 15 Temmuz darbe girişiminde işgal güçlerini durduran hakimiyet bilinci de budur.
Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
Dünya üzerinde bazı mekanlar insanlığın vardığı genel seviyeyi göstermesi bakımından özeldir. Kutsal (dokunulmaz) olarak da ifade edilen bu mekanlardan biri de Kudüs olmuştur. Kudüs'ün tarihini incelemek insanlığın tarihsel süreçteki seviyesini incelemektir bu açıdan. Bu şehirlerin temsil ettiği kutsallık, hakikatin ve elbette insanın da hakikatinin dokunulmazlığını temsil eder. Burada asıl kutsallık hakkın kutsallığına(dokunulmazlığına) dayanır. Bugün de hakkın kutsallığına ilişkin algı devam etse de değişen, neyin hak olduğuna ilişkin kavramsal algı kopuşlarıyla hakkın hakimiyeti algısının, gücün egemenliği ile ifade edilir olmasıdır.
Malumatın alameti
Bu ifadenin kaidesi, haklı olmasaydık bunca güç ve servet bize verilmezdi itikadında egemenliğin gücüne yaslanıyor. Bu inanç dünyasında kavramlar, kendinde hiçbir anlam taşımaz ve onu söyleyenin misyonunu egemen kılmayı amaçlayan ve amaca ulaşmak için her yolu mübah gören misyoner olarak işlevselleşir. Söz ile kastedilen anlam, o sözü söyleyenin eylemsel bağlamlarıyla açığa çıkan yaşamsallığında görülebilir. Bunun için yaşananların ve olanların bilgisi ile sözün yorumlanması gerekir. Bilgi tek başına bir anlam ifade etmez, ancak anlama ulaşmak için yorumun nesnesi olabilir. Yani malumatın alameti, anlamı açığa çıkartacak yorumda ortaya çıkar. Aksi takdirde malumat israf edilmiş veya gerçeği çarpıtıp halk avcılığına dönüşen bir demogojiden öteye geçemez. Çoğunlukla sorun bilgi sorunu değil bu bilginin yorumlanmasıyla ilgilidir. Bağlamından kopartılmış sözün, demogojik bir aygıta dönüşen savrulması, hakkın hakimiyeti ile gücün hegemonyası arasındaki fark kadardır. Gücün hegemonyası, sözün hangi anlamda tedavüle gireceğini belirlerken, hakkın hakimiyeti sözün gerçek anlamının ifadesiyle gerçekleşir. Ne yazık ki kelimelerin kendinde olan anlamlarını ifade edecekleri alan, hegemonyanın egemenliği altındadır.
Eleştirinin eleştirisi
İletişim imkanlarındaki artış bu süreci daha da hızlandırmıştır. Sözün anlamını çarpıtarak kendini meşrulaştırabilen hegemonyanın demogojik söylemi karşısında eleştirel aklın önemi hiç olmadığı kadar artmış durumda. Çünkü eleştiri, söze, temsil ettiği anlam ile kurduğu ilişkiyi tanımlama ve izah etme ödevi yükleyerek onun hakikatini sorgulamaktır. Eleştirinin amacı hakikati açığa çıkarmaktır. Ancak bugün demegojinin en çok eleştiri adı altında hakikati örtbas etmek için yapıldığını görmekteyiz ve bu yüzden eleştiriye eleştiriyi eleştirmekle başlamalıyız.
Bugün İsrail sokaklarında tüm Müslümanların kökünü kazıyacağız naralarıyla çoluk çocuk demeden Filistin halkına yapılan katliamları görmezden gelerek, buna karşı duran Cumhurbaşkanımızı Yahudi düşmanlığı ile suçlayan irade hiçbir hakla izah edilemeyen vahşetin örtbas edilerek bu vahşete karşı duran iradeyi engellemeye çalışan hegemonik iradenin demogjisinden başka bir şey değildir. Burada yapılmak istenen haksızlığa direniş iradesini pasifize etmektir. Bunu da bilfiil kendileri ve bölgede satın aldıkları yerli işbirlikçilerinin demogojik söylemleri ile gerçekleştiriyor. Antisemitizmin Batı dışında bir örneği olmadığı herkesin malumu iken, Batı'nın İsrail'in zulmünü kınamayı antisemitizm olarak ifade etmesi bölgede olup biteni yeterince açıklıyor. İslam dünyasının demokrasiye hazır olmadığı iddiası ile bu coğrafyada demokratik yönetimleri sürekli tehdit altında darbelerle yok edilmeye çalışan irade bugün de aynı söylemleri dillendiriyor. Halkın tercihlerini işbirliği yapacağı gruplarla devireceğini açıkça ifade etmekten çekinmeyen bu irade gücüne güvenerek herhangi bir ahlaki ve insani değere sahip olmayı önemsemiyor. Bütün bu girişimler sömürgeci zihniyete geçit vermeyecek, İslam dünyasının hakkı savunan hakimiyet bilincini İsrail ile birlikte bölge ülkelerinin atanmış yöneticileri eli ile baskılayacak ortamın tesis edilmesine matuftur. Bu işbirlikçilerinin görevi bölge halklarını sömürgeci iradeye geçit verecek doğrultuda devşirmektir.
Yaşamak ibadettir
Bir insan hangi iradeye geçit veriyorsa o iradenin sahibine ibadet ediyordur. Bu anlamda her insan ibadet halindedir ve dindardır, sömürgeci iradenin faaliyetleri ise kendi haksızlığına geçit verecek iradenin tesisi ile menfaat karşılığında satın aldığı ve kendi haksızlığına tapan kullar devşirmektir. İnsanlık karşıtı olan ve semavi dinlerle hiçbir bağı kalmamış bu inancın tek kutsalı ele geçirdiği malla malik(Zeus) olma hevesinden başka bir şey değildir. Bu inanç mala ve güce tapıcı, malamat olmuş kulları ile işbirliği halinde, kendisine kulluk etmeyenleri dünyayı yaşanılmaz hale getirmekle tehdit ediyor.
"Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz." Bu atasözünde vurgulanan sözün değersizliği değil o söz ile kastedilen anlamın kişinin yaptığı ile anlaşılacağıdır. Bugün halk avcılığı olarak ifade edilebilecek olan demogoji sözünün anlamı, konuşmacının, o sözü eğip bükerek kendi çıkarlarına alet etme amacı ile o sözün anlamı arasındaki farkla ortaya çıkar. Kelimenin gerçek anlamı ile çarpıtılmış anlamı arasındaki mesafe demogojik alan olarak ortaya çıkar ve bu alan büyüdükçe, yani kavramlar gerçek anlamlarından uzaklaştıkça, bir toplum hakikatinden o oranda uzaklaşır. Hakikatınden uzaklaşan ise aynı oranda özgürlüğünden uzaklaşır. Bu bağlamda demogog, kavramları eğip bükerek olta haline getirip onunla halkı avlamaya çalışan bir avcı, elbette burada av ise hakikat zannettiği bu kavramları yutandır.
Bu atasözünde laf sözü, iş ise söylenenin gerçek anlamını ifade eder. Sözü anlamak için söze bakmak, parmakla gösterileni anlamak için parmağa bakmaya benzer. Dolayısı ile bir sözü söyleyenin ne demek istediğini anlamak için onun ne yaptığına, işaret ettiğine bakmak gerekir. Aksi takdirde gerçekliğinden kopartılmış bir sözün peşinde kendi hakikatini kaybetmek insanın en büyük kaybı olur. Nihayetinde insan kendi hakikatinden başka hiçbir şeye sahip değildir.
Hak bilinci
İnsan, kendi varoluşunu anlam ilişkileri üzerinde kuran bir varlıktır. Bunu da edindiği değerler sistemine yaslanarak yapar. İyi, kötü, doğru, yanlış gibi algıları cari kılan değerleri barındıran temel değer ise hak bilincidir. Hak bilinci konusunda insanlık tarihi bize iki ayrı değer bilinci gösteriyor. Bunlar hakimiyet ve egemenlik kelimeleri ile kavramsallaşmış birbirine tezat iki evren algısıyla şekilleniyor. Benzer gibi görünen bu kavramlar aslında sürekli olarak bir çatışma halindedir. Belki de tek benzerlikleri birbirinin zıddı anlam içeriklerine sahip olarak birinin diğeriyle olan mücadelesidir.
Egemenlik, güce dayalı bir hegemonya kurmaya dayanır ve daima öteki ve ötekileştirdiği üzerinde gerçekleşir. Hakimiyet ise hak bilinci doğrultusunda öncelikle hak ile kendine hakim olmaya dayalı özgürlük durumunu ifade eder. Haksızlık yapanın veya haksızlığa sessiz kalanın özgürlüğünden söz edilemez. Hakimiyetin sınırı haktır ve hakkın icrası ile haksızlığa geçit vermeyen özgürlük halinin temel şartıdır. Bu anlamda özgürlük, inanca dair bir kavramdır ve her istediğini gücü yettiği kadar yapmak değil gücü yetse dahi hak olmayanı yapmama ve haksızlığa geçit vermemekle açığa çıkar. Bu anlamda hakimiyet kendine hakim olmakla başlayan özgür insanların her türlü haksızlığa geçit vermeyen, hakkı cari kılan eylemleri ile ifade bulur. Abd ve ibadet kelimesinin aynı kökenden geldiği abbede kelimesinin anlamı da buna tekabül ediyor. Abbede kelimesi kişinin hakkın geçit bulacağı şekilde yolu düzleştirmesini ifade ediyor. Yani o yolda ancak hak geçit bulabilir, haksızlık değil. Ya da bir kişi hangi iradeye geçit veriyorsa inancı o, iman ettiği de o iradenin sahibidir.
Dua ve emek
Bu açıdan zulmün yaygınlaşması, hakka inanan insanların öncelikle hakkın hakimiyetini kendi hayatlarında gerçekleştirememesinden kaynaklanıyor. Çoğu zaman zulüm karşısında çaresizlik duygusu güç azlığına bağlanır. Oysa hakkın gücü onu her koşulda savunmakla açığa çıkabilen bir durum. Hakkın gücü ve yardımı ancak o haksızlığa karşı oluş üzerinde gerçekleşen emek üzerinden gelir. Tarih bunun örnekleri ile dolu olduğu gibi Kurtuluş Savaşı ve 15 Temmuz darbe girişiminde işgal güçlerini durduran hakimiyet bilinci budur. Zaten ona geçit verildiğinde söz konusu olan insanlığın kaybıdır. Bu açıdan gücün maslahatına dayalı bir zihniyetle, güçleninceye kadar zulüm karşısında susmayı meşru gören, bu süreçte suskunlukla zulme ortak olarak onu engelleme iradesini de kaybeder. Bu süreçte hiçbir şey yapmadan "Allahım onlara yardım et" diyerek yapılan ise duadan çok Allah'a görev tahsis etmeye benziyor. "Şüphesiz insan için emeğinden başkası yoktur."(Necm,39) ve "Ancak sana ibadet(hakka geçit veren emek) eder, ancak senden yardım bekleriz."(Fatiha,4) ayetlerinde duanın emek ile yapılacağı açıkça bellidir. Bu açıdan dua, emektir, emek ise fiili duadır, bizim dua ederken ellerimizi açıp emeğimizi göstermemizin manası başka ne olabilir?
İnsanın hakikati kavramların hakikatinden geçer. Bu bağlamda kavramların hakikatinin çarpıtılması anlamında demogoji insanlığa geçit veren iradenin çarpıtılması anlamına geliyor. Örneğin halkın seçimi ile işbaşına gelen cumhurbaşkanını sultan olarak adlandırıp taşlayandan cumhuriyet ve monarşi rejimlerinden ne anladığını ve hangisini savunduğunu izah etmesi beklenir. Aynı şekilde İsrail terörü karşısında Filistin halkını savunan tek devlet başkanı olan Cumhurbaşkanımızın çabalarını değersizleştiren ifadeler elbette dolaylı olarak zulme destek vermekten başka bir anlam da ifade etmiyor.
Ne yazık ki İslam coğrafyası emperyalizmin kolayca geçit bulacağı çatışma ortamlarının fay hatlarında oluşan çatlaklarla ayrıştırılıp merkezini kaybetmiş durumdadır. Bu açıdan çatışma, emperyalizmin sömürdüğü coğrafyalar için tasarladığı yönetim şeklidir. Emperyalizm her coğrafyanın özelliklerine göre tasarlanan ve oralarda satın aldığı işbirlikçileri eliyle işleyen bu çatışma ortamlarının ateşi ile besleniyor. Buna karşı çözüm ise dünyayı ateşe verecek boyutta silahlanarak, korku salmaya çalışan bu iradenin karşısında aynı oranda silahlanmakla değildir. Her ne olursa olsun haksızlığa geçit vermeyecek bir hakimiyet bilinciyle bir sapana sahip olmak yeterlidir. Bugün Davut'un sapanı Filistinlilerin elindedir. Yeter ki hakka uyup önce kendimize hakim olarak, Nasreddin Hoca'nın da sitemi üzere, saldırgan köpeklerin salıverildiği yerde ümitsizliğe düşüp taşları bağlatmayalım.