Devletin ideolojik aygıtı olarak Andımız

Doç. Dr. Yusuf Tekin - Siyaset Bilimci
12.10.2013

Tüm dünyada faşizm ve ırkçılığın egemen olduğu bir konjonktürde, ulus devletlerin tek tip vatandaş yaratma rekabetinde olduğu bir ortamında kaleme alınmış ve karara bağlanmış olan “Andımızın” eğitim sürecinin dışına çıkarılması tek tip vatandaş yetiştirme politikasının değiştiğini gösteriyor.


Devletin ideolojik aygıtı olarak Andımız

Doç. Dr. Yusuf Tekin - Siyaset Bilimci

Geçen hafta açıklanan paket Türkiye’nin önemli demokratikleşme sorunlarına parmak bastı. Hemen herkesin artık bu çağda bu da olur mu dediği, bize yakışmayan uygulamalara son verilmesini sağladı. Bunlardan özellikle iki tanesi hem eğitim sistemi açısından ve hem de insan hakları ve demokrasi açısından oldukça önemli. Bireysel hak ve hürriyetleri koruma altına almak ve bunları geliştirmek, demokratik siyasal iktidarların en önemli sorumluluklarındandır. Bireysel hak mücadelesi ile siyasal iktidarlar arasına giren en önemli engellerden bir tanesi modern ulus devletlerin ortaya çıkma sürecidir.

Antidemokratik ve demode uygulamaların en yoğun yer aldığı alanlardan bir tanesidir maarif sistemimiz. Okul yapılarından, Milli Eğitim Temel Kanunu’na, ders kitaplarından programlara her alanda demokratikleşme yönünde pek çok adım atılmış olmasına rağmen hala yapılması gereken çok şey var. 

Modern ulus devlet diye tanımladığımız ve 16. Yüzyılın sonundan itibaren teorik altyapısı oluşturularak, çok uluslu imparatorlukların yerine kurulmaya başlanan yapıların en temel vasıflarından bir tanesidir tüm vatandaşlarını tek düzeleştirmek ve ulus devletin vatandaşları haline getirmek. Modern ulus devletler, öncesinde teba olarak tanımladıkları kişileri devletin ideolojik aygıtları ile biçimlendirmiş ve “yetiştirmiş” adeta bir torna tezgahından geçirip ‘vatandaşlar’ haline getirmiştir. Althusser, devletin bu “eritmeyi” gerçekleştirmek için kullandığı aygıtları analiz eder. Hukuk, mahkemeler, polis, ordu gibi açık güç kullanımının veya zorlamanın bulunduğu alanları tanımlamak üzere devletin baskı aygıtları terimini kullanır. Aile, eğitim ve din gibi onamaya dayalı kurumlar da yine Althusser tarafından devletin ideolojik aygıtları olarak tanımlanır. Bu aygıtlar içerisinde eğitimi ve okulları ayrı bir yere koyar. Ona göre, geniş halk kitlelerine yaydığı eğitim kurumları aracılığıyla devlet, egemen ideolojiyi kitlelere aşılar. Modern ulus devlet bir taraftan insanı özgürleştirdiğini iddia ederken, totolojik bir biçimde onu her açıdan hegemonyası altına alır. 

Ulus devlet dayatmaları

İnsanı özgürleştirdiğini iddia eden modern ulus devletlerin bu totolojisinibe örnek olarak “özgürlük günü” tanımlaması verilebilir. Çok uluslu yapılar yerine kurulan modern devletlerin bireyleri, her geçen gün daha fazla kendisine bağladığının güzel bir kanıtıdır bu. Vatandaşın devlete bir yıl içinde ödemekle mükellef olduğu vergiyi tamamladığı günü “özgürlük günü” olarak adlandıran bu çalışmalarda bir Roma vatandaşının özgürlük günü Ocak ayının ilk haftası, 1789 yılında bir Avrupa vatandaşının özgürlük günü 14 Ocak’tır. 1994 İngiltere’sinde bir İngiliz 24 Mayıs’ta özgürleşmektedir. Avrupa Birliği ortalaması ise 13 Haziran olarak tanımlanır. Bunlar vatandaşını özgürleştirdiğini iddia eden ulus devletlerin hali pür melalini göstermesi açısından önemlidir. 

Devletin bu “özgürleştirme” faaliyetini yaparken kullandığı en önemli araç ise hiç kuşkusuz eğitim. Modern dönemin siyasal iktidar kurgusu ile ilgili yapılan çalışmalarda genellikle eğitime biçilen rol siyasal sistemin kurulması, korunması ve devam ettirilmesi amacıyla ritüeller, mitler, idoller ve kahramanlardan oluşan bir sembolik evrenin oluşturulmasını sağlamasıdır. Renan’ın tabiriyle ulus devletler, bu sembolik evreni devletin ideolojik aygıtları olarak adeta “her gün tekrarlanan zorunlu bir plebisit” biçiminde kullanırlar. Foucoult devletin kullandığı bu ideolojik evreni daha da genişletir. Modern bilimin tüm imkânları, işyerleri, sınıflar, hastaneler, hatta hapishane ve tımarhaneler, mahkeme salonları vs. her şeyin vatandaşların egemenlik alanını modern devlet lehine daraltan araçlar olarak kullanıldığını ifade eder Foucoult. Hatta mesela Hegel bir adım daha ileri giderek ve eğitimin insanla devlet özdeşleşmesine kadar varan bir süreç olduğunu ifade eder.

İyi yurttaş nasıl olunur? 

Kuşkusuz modern devletin bu anlamda kullandığı en verimli araç zorunlu kılınan ilköğrenim evresidir. Ulus devletin vatandaşları bu süreçte oluşturulur, tanımlanır, ortak dil, vatan, kültür etrafında ideolojik bir koşullandırma yapılır, sosyalleştirilir. Bölge, kültür, dil ile sınıf ve zenginliğin doğurduğu kalıcı toplumsal ayırımların böldüğü vatandaşlar arasında ulusal dil ile bir birlik sağlanır. Ulusal dil ve beraberinde gelen okuma yazma ile eğitilen yurttaşın beynine ondan beklenen görevler kazınır, yurttaşlığa ilişkin “devleti savunmak, vergi ödemek, çalışmak ve yasalara uymak” şeklindeki ulusal ilmihal devamlı tekrarlanır.

Kırılma noktasının Fransız Devrimi olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Fransız Devrimi ile Batı’da, modern devletlerin oluşmasıyla başlayan ve eğitimi; salt bir “bilgi vermek, gelenekselleşmiş hikmetleri öğretmek ve müşterek hedefe varmak için çizilen yolları gösterme süreci olarak değil; aynı zamanda, tıpkı devletin ordusu, polisi ve hazinesi gibi devlet politikasının bir aracı olarak görme” realitesi ortaya çıkar. Buna örnek olarak Avrupa’da özellikle 19. yüzyıl okur-yazar oranlarının yüksek olduğu bölgelerde, yani devletin yurttaşlarını “modern” anlamda eğittiği bölgelerde homojen ulus-devletlerin yükselmesini verebiliriz. 

Aslında benzer bir süreç Osmanlı için de söz konusudur. Bilgi ve hikmetin öğretilmesi yerine özellikle modernleşme sürecinin hız kazandığı 19. Yüzyılda eğitim de form değiştirir. 19. Yüzyıla kadar Osmanlı eğitim sistemi içinde hilafetin Kureyşe ait olduğuna dair tartışmaların yer almış olması eğitime yüklenne anlamın öncesi ve sonrasını göstermesi bakımından önemlidir. Bir yanda hilafetin siyasal gücünden faydalanmak isteyen Osmanlı Sultanı, diğer yanda onun bürokrasi içinde yer verdiği eliti de yetiştiren medreselerdeki bu “hilafet kimin hakkıdır” tartışması. 

Cumhuriyetin ilanı sonrası bütün vehametiyle modern ulus devlet kurgusu kendisini hissettirir. Eğitim müfredatından alfabeye, kılık kıyafetten özel hayata her alanda hem de...  

Yeni açıklanan demokratikleşme paketinde yer alan eğitim ile ilgili hükümlerin demokratikleşme yönünde atılan devasa bir adım olduğunu peşinen söyleyelim. Hem de tüm bu paradigmaları değiştirme misyonu yüklenebilecek kadar büyük bir adım. Bilhassa 19. Yüzyılın başlarında modernleşme süreci ile başlayan, Cumhuriyetin ilanı ile devam eden tek tip vatandaş yetiştirme politikasından vazgeçilme kararının alındığı bir adım. 

Faşizm devrinin mirası

Özellikle “Andımız” diye bilinen metnin eğitim sürecinin dışına çıkarılması bu açıdan çok önemli. Tüm dünyada faşizm ve ırkçılığın egemen olduğu bir konjonktürde, ulus devletlerin tek tip vatandaş yaratma rekabetinde olduğu bir yarış ortamında kaleme alınmış ve karara bağlanmış bir uygulamanın son bulması anlamına geliyor bu. Dönemin Adalet Bakanı’nın Türkleri, ülkenin yegane efendisi ve sahibi olarak tanımladığını ve Türk soyundan olmayanların ülkede sadece hizmetçi ve köle olma hakkı olduğu mealindeki cümleleri ile birlikte değerlendirildiğinde metnin yazıldığı dönemin koşulları daha iyi anlaşılacaktır. Şu anda yapılan değişiklik bu kadar mühim bir paradigma değişikliğidir. 

Aynı şekilde bütün yabancı dillerin özgürce okutulduğu bir ülkede, bu ülkenin vatandaşlarının bir kısmının ana dillerini öğrenebilme haklarının elinden alınmış olması da Türkiye’nin içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyi ile asla bağdaşır bir durum değildir. Paketle yapılan şey, bu temel insan hakkının vatandaşlar tarafından kullanılmasına imkan sağlamaktır. En temel insan hakkını bile siyasal ihtiraslarına kurban edip, üzerinden siyaset üretme telaşındaki art niyetli eleştiriler dışında hemen herkesin takdirini kazanan ve beklentileri karşılayan bir paradigma değişikliği bu aslında. Bir ülkenin kendi vatandaşlarının anadiline gösterdiği saygı, sadece evrensel bir insan hakları ilkesi değil, aynı zamanda bir arada barış içinde yaşamanın en temel kurallarından biridir. İçinde çok çeşitli etnik, dini ve mezhepsel grubu barındıran Türkiye’nin sahip olduğu bu çoklu kültürel yapıyı, kendi toplumsal barışını ve huzurunu temin edecek bir özgürlük bilinci içinde değerlendirmesi elzemdir. Bugüne kadar uygulanan yasakçı politikaların ve halkın doğal taleplerine yönelik aldırmaz tutumların Türkiye’ye ödettiği bedeller ortadadır. Türkiye, artık çağdaş dünyadaki yönelimlerle uyumlu olacak ve kendi üniter yapısını da muhafaza edecek şekilde, tek tek bireylerin ve grupların demokratik taleplerini karşılayacak olgunluğa erişmiştir. 

Yine paket içinde yer alan Nevşehir Üniversitesi’nin isminin Hacı Bektaş-ı Veli Üniversitesi olarak değiştirilmesi, Roman Dil ve Kültür Enstitüsü’nün kurulması, ‘klavyelere özgürlük’ söylemiyle ifade edilen yasaklı harflerin kullanılmasına yönelik serbestiyet, başta öğretmenler olmak üzere kamuda çalışan personelin kılık kıyafet hürriyetine sahip olmasını temin edecek düzenlemelerin yapılmış olması hep bu anlamdaki ‘yeni Türkiye’de  paradigma değişikliklerinin göstergeleridir. 

Demokratikleşmenin salt hükümetler tarafından yürütülecek bir süreç olmadığı aşikar. Entelektüeller, sivil toplum örgütleri, bürokratlar, siyasetçiler kısacası herkesin sahip çıkması gereken bir süreçten söz ediyoruz. Eleştiri ve önerilerimizle zenginleşecek bir süreç. Demokrasimizin güçlenmesini istiyorsak, temel hak ve hürriyetlerimizin mücadelesini bizzat vermemiz gerekiyor, insan olarak da, vatandaş olarak da.

[email protected]