Bugünün CHP'si kayyım uygulamasına karşı çıkıyor ama Türkiye'de ilk kayyım uygulamaları CHP tarafından yapıldı. Cumhuriyet Tarihçisi Resul Köse'nin akademik yayınlarındaki tespitlerine göre, 1930 ile 1948 yılları arasında 90 tanesi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde olmak üzere, 109 belediyeye, Ağrı, Sason, Dersim isyanları ve Hoybun Cemiyeti'nin bölücü yıkıcı faaliyetleri neticesinde CHP iktidarı tarafından kayyım atandı. Bugünün CHP'si bu gerçeğe rağmen neden ısrarla bugün atanan kayyımlara itiraz ediyor?
Doç. Dr. Akif Çarkçı/ Düzce Üniversitesi Öğretim Üyesi
Siyaset teorisinin temel konularından birisi olan "siyasetin araçları" meselesi hem akademik mecrada hem de pratik hayatta karşılığı olan bir konudur. Siyasetin çeşitli araçlarından bahsederken şiddetin bir siyaset aracı olup olamayacağı müstakilen tartışılmış bir konudur.
Genel eğilime göre terör ve şiddet her ne kadar demokratik siyaset araçlarıyla bağdaşmayacak kadar rijit unsurlarken kimi radikal sol çevreler, kimi din kisveli yapılar şiddet ve terör gibi araçlarla siyaset yapılmasında bir mahzur görmemektedirler. Benzer bir eğilim faşist sağ siyasette de gözlemlenmektedir. İster sağ ister sol görünümlü olsun neredeyse totaliter ve otoriter bütün rejimler şiddeti bir siyaset aracı olarak benimsemişlerdir.
Bugün İsrail'in uyguladığı "devlet terörü ve şiddet", şiddetin bir siyaset aracı olduğu noktasında önümüze net veriler koymaktadır. İsrail'in sadece Filistin halkına değil, kendi vatandaşlarından muhalif kanatta duranlara, bilhassa Siyonist rejim karşıtı Ortodoks Yahudilere uyguladığı şiddet ve sindirme politikası bu cümledendir.
Yine yakın dünya tarihinde Faşist İtalya'da, Franko İspanya'sında, Pol Pot rejiminde, Nazi Almanya'sında ve Lenin-Stalin Rusya'sında şiddetin bir siyaset aracı olarak kullanıldığını biliyoruz. Teoride şiddetin ve terörün bir siyaset aracı olarak daha çok Marksist-Leninist yapılarda ortaya çıktığı söylense de, aşırı sağda da benzer eğilimler görmek mümkün.
Öte yandan devlet terörü kapsamında değerlendirdiğimiz şiddet ve terör yapıları yanında, ulus devletlerin mevcut rejimlerine ve toprak bütünlüklerine kast eden terör ve şiddet kaynaklı ideolojik yapıların varlığı da bir mesele olarak karşımızda duruyor.
Yakın ve uzun dönem Türk tarihinde de terör ve şiddeti bir siyaset aracı olarak gören yapılar her zaman var olmuştur. Mesela Osmanlı'nın son döneminde "Taşnak" ve "Hınçak" siyasi örgütlenmeleri birer terör ve şiddet unsuru olarak ortaya çıktılar. Ermeni ayrılıkçılığının teşkilatlanmış biçimi olarak bu örgütler kendi emellerini gerçekleştirmek için terörü bir siyaset aracı olarak gördüler. İşin daha vahim kısmı İttihat ve Terakki çevresinden bir grup insan sırf Sultan II. Abdülhamid Han'ı devirebilmek ve hürriyeti ilan etmek maksadıyla bu çetelerle işbirliği yapmayı tercih edebildiler. Sultan II. Abdülhamid'e suikast planı yapanlar ve bombalı eylemi gerçekleştirenler bu çevrenin adamlarıydı.
Yakın dönem cumhuriyet tarihine baktığımızda göreceğimiz Hoybun Cemiyeti'nin faaliyetleri de bu cümledendir. Lübnan merkezli olarak, silahlı Kürt milliyetçileri ve Taşnak unsurları tarafından kurulan cemiyet Ağrı isyanlarının faili olarak tarihe geçmiştir. 1931 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarafından bastırılan isyanlar sonrasında bu silahlı Kürt hareketi pek fazla varlık gösterememiştir. Ağrı'yı müstakil bir devlet olarak ilan etmeye kadar giden hareketin önü alınamasaydı genç Türkiye Cumhuriyeti çok daha farklı problemlerle karşılaşabilirdi.
Kısa adı PKK olan ancak açılımı kamuoyunda pek fazla bilinmeyen "Kürdistan İşçi Partisi" ise yakın dönemde Türkiye'nin "başına bela olmuş/edilmiş" Marksist yönelimli ve terörü bir siyaset aracı olarak gören yapılardan biridir. Türkiye kırk yılı aşkın bir süredir, kimi zaman zaafiyete uğrasa da, el'an bu örgütle mücadele etmeye devam etmektedir. Bu süreç içerisinde binlerce masum insan ve güvenlik görevlisi hayatını kaybetmiş/şehit olmuş, ekonomik açıdan ise ülkemiz milyarlarca dolar zarara uğratılmış, yatırımlara ayrılması beklenen rakamlar terörle mücadeleye hasredilerek ülke büyük bir iktisadi gerilemeye icbar edilmiştir. Bu örgütün kendisini Marksist bir yapı olarak tanımlaması radikal sol ile şiddet ya da terör arasındaki ilişkiyi net şekilde ortaya koymaktadır.
Türkiye'de devrimci sosyalist akımın şiddeti bir siyaset aracı olarak benimsemesi sadece toplumun bir kısmına değil tamamına büyük faturalar ödetmiştir. DHKPC, TİKKO gibi yapılar da özellikle kentlerde gerçekleştirdikleri bombalı eylemler ve devlet yetkilisi insanlara yönelik saldırı ve cinayet girişimleriyle dönem dönem sansasyonel olaylara imza atmışlar, korku ve panik havası üreterek toplumun huzurunu bozmaya yeltenmişlerdir. İşin tuhaf kısmı ise bu örgütlerin kimi zaman ABD tarafından desteklendiğine dair çeşitli kanaatlerin ortaya çıkmasıdır. Türk siyasetini dizayn etmeye çalışan dış mihraklar bu örgütlere ideolojik zıtlıklarına rağmen destek vermişlerdir. 80 öncesi Türkiye'sinde hem sağ hem sol gruplara silah dağıtan merkezin aynı merkez olduğu hesaba katılırsa bu durum garip karşılanmamalıdır.
Şiddet ya da terörü bir siyaset aracı olarak benimsemenin pratik hayattaki karşılığı sadece sağ ve sol akımlarda karşımıza çıkmıyor. Dini kimlikle hareket eden kimi örgütler de terörü bir siyaset aracı olarak görüyor. DEAŞ ve benzeri yapılar İslami çerçeveyi arkalarına alarak terörü kendi amaçlarına ulaşmada bir araç olarak benimsiyorlar. Her ne kadar DEAŞ gibi yapılar Amerikan yapımı paravan örgütler olsalar da nihayetinde kendilerine devşirdikleri insan kaynağı şiddetin dinen meşru olduğu yönünde gayrı meşru bir bilince sahipler. Mala, cana, ırza tecavüz dinen yasaklandığı halde DEAŞ ve onun benzeri örgütler gerek hilafeti geri getirme gerekse İslami bir düzen kurma arayışlarında şiddeti bir siyasal araç olarak görüyorlar.
Din üzerinden teröre meşruiyet üretmenin önemli bir örneği ise Türkiye'de kök salan FETÖ yapılanmasıdır. FETÖ "altın nesil yetiştirme" iddiasıyla piyasaya CIA tarafından sürülen bir terör ve ihanet şebekesidir. Bu sözde "altın çocuklar" CIA istihbarat şebekesinin Türkiye'deki sadık elemanları olarak devşirilmişlerdir. FETÖ de radikal sol örgütler gibi şiddet ve terörü amaçlarına ulaşmada bir araç olarak görmektedir. FETÖ Türkiye'de uzunca bir dönem siyasi bir oluşumdan ziyade bir dini yapılanma olarak görülmüşse de bugün ortaya çıkan gerçekler bunun hiç de böyle olmadığını kanıtlamaktadır. Badem bıyıklı şakirtlerin "siyasetin şerrinden Allah'a sığınma" söylemlerinin arkasında, ABD tarafından imal edilen yeşil kuşak-ılımlı İslam projesi bulunmakta. Tam da bu noktada FETÖ dibine kadar siyasetin içinde yüzmektedir. Bu cemaat görünümlü siyasi oluşumun terörü bir siyaset aracı olarak gördüğünün en bariz kanıtı 15 Temmuz darbe girişimi olmakla birlikte bu tarihten önceki süreçte de örgütün şiddet ve terörle ilişkisi bulunduğu gün gibi ortadadır. Muhsin Yazıcıoğlu suikastı, Rus büyükelçinin öldürülmesi örnekleri de unutulmamalıdır. Mahrem emniyet imamının verdiği talimatları harfiyen uygulayan yeni gladyo, devletin ve milletin bekasına kurşun sımaktan imtina etmemiştir. Altın nesil olarak yetiştirilen ve bizzat Anadolu topraklarından devşirilen badem bıyıklı şakirtler CIA'nın kullanışlı aparatı olmakla kalmamış, bizzat terör ve şiddet eylemlerine de katılarak ülkedeki hain envanterine dâhil olmuşlardır.
Geçtiğimiz günlerde Hakkâri belediye başkanı, terör suçundan 20 yıla yakın hüküm giydi ve belediyeye devlet tarafından kayyım atandı. Bu durum karşısında özellikle ana muhalefet partisi CHP ve Yeniden Refah Partisi'nin bazı temsilcileri kayım atanmasının doğru olmadığını ifade eden açıklamalarda bulundu. HADEP kadrolarının doğrudan teröre destek verdikleri Türkiye'de herkesin malumu. Ancak biri İslamcı kanattan biri sözüm ona soldan iki partinin bu durumu eleştiren yaklaşımları neyle izah edilebilir?
Cumhuriyet Halk Partisi'nin bugün gelinen nokta itibariyle şiddet ve terörü bir siyaset aracı olarak gören örgüt ve partilerin arkasında durması, bu yapıları destekleyen açıklamalar yapması, demokratik düzende siyaset yapan, üstelik her fırsatta Atatürk'ün mirası olarak gördükleri ya da iddia ettikleri bir partiden bu durumun sadır olması devlet ve ülkenin geleceği bakımından sorunlu bir tablo ortaya çıkarmaktadır.
Demokratik siyaset düzeninde faaliyet gösteren sosyal demokrat bir partinin terörü araç olarak kabul eden yapıların sırtını sıvazlaması, ayrıca yapılan kayyım atamalarına yüksek tondan itiraz etmesi ancak şu soruyla karşılanabilir: CHP artık bu haliyle ülkede bir milli güvenlik sorunu haline mi gelmiştir? Eğer öyleyse üyeleri, yetkilileri el'an devlet tarafından gözetim altında tutulmalı, her attıkları adım not edilmelidir.
Diğer yandan bugünün CHP'si kayyım uygulamalarına karşı çıkıyor ama Türkiye'de ilk kayyım atamaları CHP tarafından yapıldı. Cumhuriyet tarihçisi Resul Köse'nin akademik çalışmalarındaki tespitlere göre 1930 ile 1948 yılları arasında 90 tanesi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde olmak üzere, 109 belediyeye, Ağrı, Sason, Dersim isyanları ve Hoybun Cemiyetinin bölücü yıkıcı faaliyetleri neticesinde CHP iktidarı tarafından, yani tek parti döneminde onlarca kayyım atandı. O günün CHP'si bu atamaları tamamıyla iç güvenlik ve terör gerekçesiyle gerçekleştirdi. Bugün Ak Parti Hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti de aynı gerekçelerle kayyım atamalarını yapıyor.
İşin tuhaf tarafı, tek parti döneminde CHP çeşitli belediyelere kayyım atamanın da ötesinde özellikle Doğu bölgesinde çok daha sert politikalar izledi. CHP iktidarının bazı kalkışmalar karşısında orantısız şiddet kullanarak kimi isyanları bastırmaya çalıştığını biliyoruz. Oysaki bugün devlet ve hükümet sadece terörle iltisaklı olduğu hukuken tespit edilen belediyelere kayyım atıyor, bunun ötesinde otoriter eğilimler sergilemiyor, orantısız şiddet kullanmıyor. Sadece devletin ve milletin bekasına kast eden silahlı terör unsurlarına yine silahla cevap veriyor. Bu, dünyanın her yerinde böyledir. Devletler silahlı çete mensuplarına yine askeri ya da polisiye tedbirlerle cevap verirler. Bu, bir devlet için en meşru haktır.
Bugünün CHP'si bu gerçeklere rağmen neden ısrarla bugün atanan kayyımlara itiraz ediyor? Geçmişten bu yana, devletin iç güvenlik ve terörle ilgili politikalarında devamlılık esastır. Bugün Ak Parti hükümeti bu politikayı aynı zamanda bir devlet politikası olarak başarılı şekilde yürütüyor. Neden Atatürk'ün kurduğu parti olma iddiasıyla ortaya çıkan bir siyasi parti bugün kayyım uygulamasına karşı çıkıyor? Demokratik siyasetin dengelerini bozmamak adına tehir edilen devlet müdahalelerinin önümüzdeki süreçte teröre destek veren partilerin sayısının artmasıyla sonuçlanmayacağının garantisini kim verebilir?