Cenneti Arayan Adam: İslamcılık nasıl öldürülür?

Kâmil Yeşil/ Yazar
4.09.2021

Cenneti Arayan Adam, bir entelektüelin hayal kırıklığı, duygusal gelgitleri, şüpheleri ve umutlarını anlatıyor. Bana göre kitabın Müslümana hissettirdiği en önemli duygu İslamcılığın öldüğü, öldürüldüğüdür.


Cenneti Arayan Adam: İslamcılık nasıl öldürülür?

Kâmil Yeşil/ Yazar

Son yıllarda Müslüman okur yazarların yoğunlaştığı en önemli konulardan biri "İslamcılık öldü mü?", "İslamcılık ölür mü?" sorusu etrafında gelişti. Bu tür tartışmalardan uzak kalmak isteyenler; yapılanları yetersiz buldukları, ideal İslamcılıkla ilişkilendiremedikleri, İslamcılığın gündelik çıkarlara alet edildiği, İslamcılığı yerli bulmadığı, kendini İslamcı olarak tanıtanların aslında İslamcı olmadığı ve fakat geçer akçe söylem bu olduğu için nimetlerden yararlanmak adına böyle göründükleri vs. gibi sebepler ileri sürerek İslamcılığı öldürdü. Bazıları İslamcılığı yerli ve milli bulmadığı, iktidar partisi ile kan, istikamet, yararlık bakımından uyuşamadığı için 'ben İslamcı değilim, ben Müslümanım' demeyi tercih etti. Bazıları İslamcılığı ımodernizmin kılık değiştirmiş hali olarak gördü ve takdim etti. Bazıları televizyonlarda, gazetelerde, sosyal medyada, bürokraside şahit oldukları lokal olaylara bakıp "bunlar İslamcı ise ben İslamcı değilim" demeyi tercih etti.

Tartışma sonuçlanmış değil

Velhasıl herkes kendince bir gerekçe buldu ve İslamcılığın salâsını okudu. Bu tartışma hâlâ sonuçlanmış değil. İslamcılığı en son Ziyaüddin Serdar öldürdü.Öldürülen İslamcılıklara bakalım:

Tebliğ Cemaati ve Mevdudi İslamcılığı, Seyyid Kutup ve İhvan'ül Müslimin İslamcılığı, İsmail Raci el- Faruki ve İslam-Bilim İslamcılığı, Rabıta ve Usame b. Ladin İslamcılığı, Şehy Nazım Kıbrisi ve Abdülkadir Es-Sufi üzerinden tasavvuf İslamcılık'ı, Türkiye İslamcılığı (Ekmeleddin İhsanoğlu, Ali Bulaç üzerinden), Hasan Sabbah ve Haşhaşiler, Gulbeddin Hikmetyar, Burhaneddin Rabbani üzerinden Afganistan İslamcılığı, Enver İbrahim ile Malezya İslamcılğı; Ziya'ül Hak üzerinden Pakistan İslamcılığı, Kelim Sıddıki, Humeyni üzerinden İran İslam Devrimi, Suudiler ve Vahhabilik İslamcılığı...

Cennet inancı

"İslam dünyasının sayılı entelektüellerinden" biri olan Zıyaüddın Serdar, bütün bu isimleri cenneti aramak adına toprağa gömüyor. Çünkü her biri cennete gitmeyi amaçlıyor, müntesiplerine cennet vaat ediyor ve fakat yazarı cennete götüreceklerine dair ikna edemiyorlar. Yazar öncelikle cennet inancını yatırıyor masaya. Acaba cennet nedir, neresidir? Acaba cennetteki sonsuz nimetlerden ve gölgeden maksat nedir? Oraya nasıl gidilir? Cennet nimetleri denilen şeyler sadece bildik karşılıklarıyla mı sınırlı? Dünyaya, özel olarak İslam âlemine dair bir ima ve ihsas içeriyor mu bu nimetler ve cennet? İslam'ın ilk dönemlerine Asr-ı Saadet dendiğine, yani İslam bir nevi dünya cenneti kurduğuna göre, tekrar aynı başarı, alternatif medeniyet ve hayat yeşertilebilir mi? Yoksa cennet, sadece ahrete ait bir mekan mı ve cennetten maksat da huriler, köşkler, eğlenceler mi ? Ziyaüddin Serdar'a sorarsanız, İslam dünyası lügat anlamıyla anlatılan bir cennetin peşinde. Huriler, köşkler, altından ırmaklar akan ağaçlıklar, gölgelikler ve akla hayale gelmedik nimetleri ile sonsuz hayatın hüküm süreceği ahret mekanı cennet.

Şekilci İslam dünyası

Bu cennete kavuşmanın en kestirme yolu ise ölmek/öldürülmek ve öldürmek. İslam dünyasındaki cinayetlerin, idamların, radikal akımların, intihar komandolarının altında yatan derin sebep bu. Yaşamak ve yaşatmak değil öldürmek/öldürülmek. Bu cennetin peşinde, Müslümanları cennete götürmeyi kendine vazife edinen cemaatler, tarikatler ve devletler var...

Yazar, cennet yolculuğuna önce Tebliğ Cemaati ile çıkıyor. Tebliğcilerde, namaz, huşu içinde ikame edilirse, tasvir edilen cennete daha yakınız inancı var. Bir gün Serdar'ın da kapısını bu niyetle çalıyorlar. Serdar, Tebliğ Cemaati'ni, şekilci, İslam dünyasının ekonomik, siyasal, kültürel, toplumsal, bilim, teknoloji, açlık, sömürü, adalet, eşitlik gibi diğer sorumluluk alanları ile ilgilenmediklerini görüyor. Hayat tarzları, iş yapma şekilleri, insanlarla ilişkileri de gayetle sorunlu. Aralarında fazla kalamıyor ve ayrılıyor. Cennete giden yol onu İhvan'ül Müslimin ile tanıştırıyor ve onlara karışıyor. Serdar, İngiltere'de Müslümanlar Kulübü (Islamic Society) ve FOSIS (İngiltere ve Kuzey Irlanda'daki Müslüman Öğrenci Dernekleri Federasyonu) içindedir. İngiltere'deki Müslüman öğrenciler, etnik ve coğrafi çeşitlilikleriyle, gelenek, modernite, devrim ve reforma yaklaşım farklılıklarıyla İslam dünyasının bir mikro örneğidir. 1970 yılına gelindiğinde, Federasyon Londra, Kilburn'da daimi bir merkez ofis kurar.

Serdar'ın İslam ülkeleri ile bağlarını kurup geliştirecek yer olur burası. Nijeryalı, Malezyalı. Trinidad, Afrika, Sri Lankalı Pakistanlı, Suudi, İranlı hemen bütün ülkelerden gençler vardır. FOSIS üyeleri, Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin sorunları sömürgecilik, yoksulluktan kurtulmak, kalkınma imkânları, açlık kaygısı, adaletsizlikleri sorgulamak gibi hususlarda kafa yorarlar, çözümler üretirler. Tahsillerini tamamlarlar ve ülkelerine dönüp gerçekten etkin kurumlarda, öncü, değiştirici, bilici, kanaat önderi ve icracı olurlar.

Serdar'ın eser boyunca anlattığı ülkeler, kişiler, kurumlar, çalışmalar hep bu kişiler üzerinden yürür. Yetmişli yıllardan iki binli yıllara uzanan bu macerada sadece bir milletten gençler yok. Türklerden.

Neden Türkler yok?

Kendimce bunu şöyle izah ettim:

Türkiye'den İngiltere'ye tahsile giden gençler özel olarak seçilmiş ve İslamî oluşumlardan uzak durmuşlar, başka mahfillerle ilgilenmişlerdir. Türkiye, yurt dışına gönderdiği gençleri orada bile sıkı takip altında tutmuştur. Bu ve başka sebeplerden dolayı olsa gerek, FOSİS'te Türk'e rastlamadık.

Said Ramazan, Malcolm X, Malik b. Nebi bu gençlerle bir araya gelen öncü düşünür ve eylem adamlarıdır. Özellikle İslamî hareketler FOSIS'i etkilemeye çalışır. Müslüman Kardeşler ve Pakistan'daki Cemaat-i İslami gibi. Mevdûdî, 1969 kışında tedavi için Londra'ya geldiğinde FOSIS tarafından karşılanmıştır. Mevdûdi'nin toplumu, ekonomiyi, politikayı ve uluslararası ilişkileri kapsayan bütüncül bir sistem olarak İslam'ı betimlemesi, yazara ütopik görünür. Mevdûdî'nin, kadınların toplumdaki görev ve yetkileri konusundaki görüşlerini de benimsemez. Ve Serdar, Cemaat-i İslami'nin cennete giden yolundan ayrılır.

Görüldüğü gibi esaslı bir ayrım noktası yok aslında. Serdar'ın diğer ilim adamları, fikir hareketleri için de benzer sebepler bulduğunu, bu sebeplere yapışıp onları bir nevi mahkûm ettiğini kitap boyunca göreceğiz. Yani yazar, bu oluşumlara gidip onları yakından tanıyıp belki birlikte hareket ederiz arayışı içinde değildir.

Şunların bir fotoğrafını çekeyim derdindedir. Fotoğraf kelimesini özel olarak kullanıyorum. Çünkü görüntü, perspektife göre anlam kazanır. Serdar'ın perspektifi eleştirmek, kendi konumunu güçlendirmek olduğu için bakış açısı bazı müspet yönleri görmeyi engelleyemese de sonuç itibariyle menfidir.

Serdar, bundan sonra Cemaat-i İslami'den sonra İhvan'ı tanır. İhvan'ın tarihi gelişimini de özetledikten sonra, okuyucuya İhvan'ı Seyyid Kutub üzerinden değerlendirir. Serdar şöyle diyor: "Düşünüyorum da; ben ölmek isteyenler arasına katılmak istemiyorum, Allah için yaşama seçeneğini tercih ediyor ve Allah'ı "gayem' olarak değil, yaratıcım olarak anlıyorum. Problemleri çözmenin silahlı mücadele dışında da başka yollarının olduğuna inancım sürüyor". Böyle dedikten sonra İhvan'ı cennet yolculuğunda yalnız bırakır. Bu arada zihni cennet ile meşguldür. Acaba cennet denilen mükafat yeri Kur'an'da nasıl geçmektedir? Bu konuda onun zihnini annesi, babası ve Pickthall'in meali şekillendirir. Muhammed Pickthall'in mealinde "cennet/paradise/Firdevs" birçok yerde mecaz olarak ele alınmıştır. Bu kişilerden şunu öğrenir:

"Cennetteki ağaçların gölgesinden maksat; korunak, güvende olmak demektir. Yemişlerin sürekliliği de iç benliğimiz için ihtiyaç duyduğumuz rızık, bilgidir. "Eğer bu kötü dünyayı dönüştürmek istiyorsan, 'gölge' seni koruyacak, sen ahiret ağaçlarının tohumlarını, hayırlı amellere götüren bilgi rızkını arayacaksın. Bunun için birinin koruması altında klasik ilimleri öğreneceğin ulu bir meyve ağacı gibi güçlü bir öğretmene ihtiyaç vardır."

Anlaşıldığı gibi ahrete ait bir cennet var ve fakat bu ahret ile sınırlı değil. Dünya cenneti denilen bir şey daha var ki o da bu şekilde izah edilmiştir. Kur'an'ı ünlü klasik tefsirleri okuduktan sonra, hadisleri, siyeri, klasik fıkıhçıları, felsefeyi kelamcıları ve düşünürleri okur. "FOSIS ve İslamî hareketlere yabancılaşmam, mutlak kesinlik sorunundan kaynaklanıyordu" diyen Serdar, aynı zamanda bize entelektüel merakı, anlayışı, zihniyeti tanıtır.

Çünkü entelektüel, sürekli bir şüphe, tecessüs, arayış içindedir. Ona göre insan, toplum ve dünya, kısaca olaylar ve olgular hakkında son söz söylenmemiştir. Bu hususlar itikadî olmadığı için dinimiz de bu konuda entelektüel zihniyetin yanındadır. Yazar böyle diyor ve fakat şu ifadedeki itikadi sorunu görmüyor: "Allah'ın bir kapitalist değil, sosyalist olduğunu düşünüyordum. Hem ilahi sıfatların hem de bize gönderdiği rehberliğin mantıksal sonucu kesinlikle bunu gösteriyordu."

"İslam'ın vazettiği ilkelerin, emir ve yasakların birçoğu, Peygamberin uygulamaları sosyalistlerin savundukları düşüncenin uygulanmış halidir ve bu durumda sosyalizm, İslam'a, Kur'an'a yaklaşmaktadır" demek varken Âlemlerin Rabbini bir ideolojik terimle tanımlamak tam bir zihin karışıklığını gösteriyor. Serdar, cenneti daha doğrusu kendisini cennete götürecek en kısa yolu aramaya bundan sonraki sayfalarda da devam ediyor. Arayış onu tasavvuf ve tarikatlerle tanıştırıyor. Tanıdığı sufiler Şeyh Nazım Kıbrısî, Mevlevilerden bir grup ve Abdülkadır Es-Sufi'dir.

Sufilerle arayış

Aranan cennet yolu sufilerin yanında yoktur. Hatta sufiler cennetin uzağındadır; şeyhin olağanüstü sıfatlarla vasfedilmesi, sadece iç âleme odaklanılması ve dünya Müslümanlarının durumuna ait bir dert taşımaması gibi vardığı çıkarımlardan anlamıştır ki onu cennete götürecek yol sufilerden geçmemektedir. Konya'daki dervişan, İslam'ı "sakal bırakmak, cübbe giymek ve sarık sarmak" olarak sınırlandırmıştır.

Serdar'ın yetersiz bulduğu Es-Sufi'nin mahalli olarak giriştiği tasavvuf yolu (yazarın deyimiyle cennet yolu) İran'da, İslam devrimi düzeyinde hedef olarak belirlenmiştir. Böylece hem dünyevi cennet hem uhrevi cennet birleşmiş olacaktır. Kelim Sıddıki ile başlangıçta sıkı dost olan ve cennete giden yolu araştıran Serdar; İran'da Şiiliğin katı gerçeğiyle tanışır. Hiçbir şey kitaplarda okudukları gibi değildir. Masum imam inancı onu hayli rahatsız eder. İran İslam Devrimi'nden sonra hem devrimi yapanları hem devrimin öngörü ile sonuçlarını karşılaştırmak için İran'a gider. (Bu sayfalarda zihnimiz Ali Şeriati'yi aradı ise de bulamadı. Tıpkı ileriki sayfalarda Gannuşi'yi, Ahmed b. Bella'yı bulamayışımız gibi.) Memurlar, esnaf, profesörler, yazarlar ve düşünürler devrimin mutlak adalet ve eşitlik getireceğine ve yeryüzünde bir cennet kuracağı inanmaktadır. Kelim Sıddıkî de bunlardandır. Haşhaşiler de bu topraklarda zamanında cenneti aramışlardır. Cenneti ellerindeki kan damlayan hançerleriyle arama eğilimleri, asırlar boyu nakledilen etkili bir öyküye dönüşmüştür. Batı'da suikast, Haşhaşilerin keşfi olarak bilinmektedir. Sabbah'ın Cennet Bahçeleri'ne gelirler ve fakat Serdar uçurumdan vadiye yürüme cesareti göstermez. Onun aklında Humeyni ve masumiyet vardır ve ağzından baklayı çıkarır.

Yeni bir çıkış yolu

"Bir insan nasıl tamamen masum olabilir. Eğer o kadar masumsa, o insan, insan değil, melektir. Pekiyi ya İmam Humeyni yeni bir Sabbah'a dönüşürse?" Bu söz yolları ayırır.

1975'te Mekke'nin hac için uygun bir mimari yapıya kavuşturulması için Suudi Arabistan'dan teklif alır. Arabalar egzoz salınımı ile hacıları zehirlemekte, trafik sorununun kara yolu şeridini artırmakla çözüleceği sanılmaktadır. Mekke'nin yeniden ve safiyetini koruyarak inşası için yola çıkar. Serdar'a göre "İslam için yeni bir çıkış yolu bulunacaksa, o zaman cennete giden bu yeni rotanın oluşumunu gözlemlemek ve bu oluşuma katılmak için en iyi yer Suudi Arabistan'dır." Hac Araştırma Merkezi'nin kuruluşu ve çalışmaları işine girişir. Projenin yürütücüsü Bin Ladin Şirketler Grubu'dur. Prensler, bakan ve önemli iş adamları, teklif edilen teknolojiden etkilenir, ancak bulguları umursamaz. 79'da tanıdığı Suudi Vahhabiliği aklındadır, çünkü bir grup 79'da Mekke'deki Mescid-i Haram'ı işgal etmiştir. İsyancılar, bir kimsenin cenneti ancak bütün malı ve canını din uğruna harcamasıyla hak edeceğine inanan "Muştarin" grubuna mensupturlar. Suudi hükümetini Hıristiyanlarla işbirliği yapmak, ülkeye televizyon ve sinemayı sokmak ve paraya tapınmakla suçlarlar. Ülkenin baş alimi ve müftüsü âmâ Şeyh Abdülaziz Bin Baz'dan fetva alınır ve Mescid-i Haram'a su basılır ve isyancılar boğulur. Bir yeşil yaprağın koparılmasının, bir sineğin öldürülmesinin yasak olduğu Mescid-i Haram'da işlenir bu cinayetler.

Bu sayfaları okurken nedense Cemal Kaşıkçı cinayeti geldi aklıma. Yazar, Suudî Arabistan (cennetinden) de ayrılır. İran devriminin yalnızca "İslamî" değil, Şiî olduğunda ısrar edilmesi, Sünnilerin böyle bir devrim yapamayacakları iddiası ve devrim modelinin İslam dünyasına ihraç etmek anlayışı Serdar'ı İran tecrübesinden uzaklaştırır.

Serdar'ın "Çağdaş dönemde hiçkimse ümmet kavramını tanımlama ve açıklamada, onun kadar çok çaba göstermedi" dediği İsmail Raci el-Faruki'nin "Bilginin İslamileştirilmesi" teorisini de sorunlu bulur. Serdar, çözüm olarak İslami bir sekülerizm mümkün müdür sorusunun cevabını aramaktadır. 1985'te "Dünya İslam Birliği'nin Pakistan ve Çin gezisine danışman olarak katılır. Geziyi ilk İslamî banka Al-Baraka'nın kurucusu Şeyh Salih Kamil finanse eder. Pakistan'da askerî lider Muhammed Ziya'ül Hak'la anlaşamaz; çünkü onu "Dengesiz bir diktatör" olarak görmektedir. Çin'deki Müslümanlar da Suud'dan gelen öğreticiler vasıtasıyla Arapça'nın yanı sıra hadlerin uygulandığı bir şeriat devletinin özlemini duymaktadırlar.

Bu da bir sorundur ona göre.

Serdar'ın cenneti arayış yolu Türkiye'ye de çıkar. Serdar, Osmanlı'dan Jöntürklere, İmam-Hatiplerden MSP'ye, seküler uygulamalardan Kemalizm'e, askeri darbelerden Türk tecrübesine kadar birçok olaya değiniyor. Türkiye'de Ekmeleddin İhsanoğlu ve Ali Bulaç ile görüşür. İhsanoğlu'yla İRCİCA, İKÖ vasıtasıyla tanışmaktadır. İhsanoğlu'ya göre Cumhuriyet aydınlanmasının Batı'da aradığı, oradan almak istediği sistem aslında Osmanlı deneyiminde vardır. Batılaşmak için Türkiye'nin kendi kaynaklarına yani tarihi tecrübesine dönmesi yeterlidir. Ali Bulaç'la tercüman aracılığıyla anlaştık diyen Serdar'ın "Kemalizme taraftar mı, yoksa karşı mısın?" diye sorusuna Bulaç, "Ne taraftar ne karşıyım" diye cevap verir ve "Biz daha çok laiklik ve dinin insanî boyuttan soyutlanmış olması sorunuyla ilgileniyoruz" diyerek konuyu başka bir boyuta taşır.

Karakoç neden yok?

Bu sayfalarda gözümüzün Sezai Karakoç'u aradığını söylemeliyim.

İlerleyen sayfalarda Şeytan Ayetleri ile Humeyni tarafından ölümüne fetva verilen Selman Rüşdi olayını görüyoruz. Dünya Ticaret Merkezi'ne uçakla yapılan saldırı ve Selman Rüşdi olayından sonra Batı, İslam dünyasını islamifobi olarak etiketlemiştir ve ondan sonraki dünya artık eski dünya değildir. Ziyaüddin Serdar bu sayfalardan sonra rotayı Malezya'ya çevirir. Malezya'da devletin ikinci adamı, arkadaşı Enver İbrahim vardır ve Malezya yeni bir atılım içindedir. İslamî, çoğulcu anlayışı göstermesi bakımından örnek alınacak tarafları da vardır Malezya'nın. Eser bu sayfalarda kişisel hırs ve ikbalin, davanın önüne geçmesi, bu hususta ahlaki, vicdani ve insani olan bütün değerlerin çiğnenmesi üzerinde durur. Müslümanlar mücadele ettiği düşmana benzemiştir. Şehirleşmeden tutunuz, günlük hayatın bütün göstergelerinde Malezya da bu hastalığa tutulmuştur.

Enver İbrahim de iğrenç bir iftira ile devre dışı bırakılmıştır.

Cenneti Arayan Adam, bir entelektüelin hayal kırıklığı, duygusal gelgitleri, şüpheleri ve umutlarını anlatıyor. Bana göre kitabın Müslümana hissettirdiği en önemli duygu İslamcılığın öldüğü, öldürüldüğüdür.

Başarısızlık hikayesi

Bir oryantaliste deseler ki İslam dünyasındaki hareketleri teşrih masasına yatır ve eksikleri üzerinden başarısızlık hikayesi yaz; ancak böyle bir kitap yazılabilirdi. Yazar, İslami hareketler ve o hareketlere vaziyet edenlere olan itimadı, küçük sorularla, lokal olaylarla sarsıyor, sarsmaya çalışıyor. Bunu da entelektüel tecessüs adına yapıyor. Eleştiri getirdiği noktalara baktığınızda çok esaslı sorunlar görmüyorsunuz. Tavrınız, eleştirmeye yönelik bir yaklaşım olunca küçük olaylar, sözler, farklar, büyük ayrılıklar haline geliveriyor hemen.

Tatmin olmayan entelektüel tecessüse yenik düşüyorsunuz.

Evet, gerçekten cennete giden yolu mu arıyoruz; cennet yolculuğuna çıkanlara; bu yol sizi cennete götürmez mi demek istiyoruz; öyleyse sizin teklifiniz ne?

Bu sorular cevaplanmamış olarak duruyor.

[email protected]