Türkiye, bu yılın Ağustos ayında daha önce yaşamadığı bir seçim tecrübesiyle karşılaşacak. 2007 yılında görülen meşhur “367 krizi”nden çıkış formülü olarak ortaya konulan “cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi” uygulaması ilk kez 10 ve 24 Ağustos günleri yapılacak iki turlu seçimle hayata geçecek. Bu süreçte, adayların kim olacağı ve partilerin izleyecekleri tavırlarla ile ilgili spekülasyonlardan daha çok halk tarafından doğrudan seçilecek bir cumhurbaşkanlığı makamının konumuna ilişkin değerlendirme yapmak önem taşıyor. Her şeyden önce bu tür bir seçim mekanizmasıyla görev başına gelecek cumhurbaşkanının Anayasada belirtildiği gibi “partisi ile ilişiğinin kesilmesinin”, daha açık bir ifadeyle “partisiz” olmasının çok da anlamlı bir zemine oturmadığı söylenebilir. Halk tarafından doğrudan seçim yönteminin işlemesiyle, cumhurbaşkanının gelecekte daha aktif bir tavır sergilemesi ve icraî yetkilerini daha fazla kullanması beklenebilir bir durum. Zaten 1982 Anayasası, cumhurbaşkanına klasik parlamentarizmle yönetilen diğer ülkelere göre daha fazla yetki veriyor. Daha açık bir ifadeyle, Ağustos ayında yapılacak seçimler, bir bakıma, Türkiye’de hükümet sisteminin “yarı başkanlığa” doğru evrilmesini beraberinde getirecek.
Bu noktada, öncelikle parlamenter sistem ile yönetilen ülkelerde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin çok rastlanılan bir örnek olmadığını belirtmek gerekiyor. Parlamenter sistemin ilk olarak monarşilerde ortaya çıkması, devlet başkanının tarafsız ve siyaset üstü konumlanmasını beraberinde getirdi. On yedinci yüzyılda doğan parlamentarizm, zaten bir bakıma kralın gücünü sınırlandırmak isteyen İngiltere parlamentosunun zaferinin ifadesiydi. Daha doğrusu, başta İngiltere olmak üzere monarkı tamamen denklem dışında bırakamayan ülkelerde, krala güçsüzleştirilmiş ve giderek sembolik hale gelen bir görev alanı çizildi. Cumhuriyet rejimleri ise parlamentarizmi tercih etmekle en başta bir ikilemle karşı karşıya kaldılar. Devlet ve hükümet başkanları arasındaki ayrım, bu tür yönetimlerde monarşik rejimlerin aksine çok net bir zemin üzerine oturmadı.
Belki de demokrasinin mantığına ve siyasetin doğasına aykırı şekilde, teorik açıdan tarafsız olduğu kabul edilen bir devlet başkanı, sistemin merkezine yerleştirildi. Kısacası devlet başkanının tarafsızlığı ilkesi, belirli rasyonel hedeflerden daha çok tarihsel akışın kendi dinamikleri içinde ortaya çıktı.
Fren ve denge mekanizması
Buradan hareketle İngiltere başta olmak üzere parlamenter monarşilerde, farklı güç odakları arasında bir denge oluşturmak amacıyla ve kendiliğinden ortaya çıkan “sembolik devlet başkanlığı makamı”nın cumhuriyetlerde aynı işlevi yüklendiğini söylemek mümkün değil. Kuşkusuz, bu yaklaşıma, cumhurbaşkanının “tarafsız” kimliği ile ülkenin tüm vatandaşlarına hitap eden bir yönünün bulunduğu gerekçesiyle karşı çıkılabilir. Ancak siyasî konularda mutlak bir tarafsızlığın mümkün olmadığı açık. Ayrıca bu tür bir işlevin kuvvetler ayrılığı anlayışı bakımından da zorunlu olmadığını eklemek gerekiyor. Zira kuvvetler ayrılığının temelinde yasama, yürütme ve yargının karşılıklı olarak birbirlerini denetlemeleri veya sınırlamaları anlayışı bulunuyor. Yürütme işlevi ise halk tarafından seçilen ve doğrudan parlamento tarafından yetkilendirilen hükümet aracılığıyla sürdürülüyor. Kaldı ki sistem içine yerleştirilecek başka “fren ve denge” mekanizmaları aracılığıyla iktidarın gücünün sınırlandırılması mümkün oluyor. Buna, tarafsızlık ile objektifliğin farklı gerçekliklere tekabül ettiğini de eklemek gerekiyor. Bir insan, siyasi açıdan belirli bir tarafa mensup olsa dahi herhangi bir sorun karşısında objektif bir tavır sergileyebilir. Oysa bir kimsenin herhangi bir siyasî partiye üye olmaması veya seçildikten sonra partisi ile ilişiğinin kalmaması tarafsız olacağının güvencesi değildir.
Statüko ve Çankaya
Türkiye’de hemen her cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yaşanan krizler, bu çerçevede bir anlam taşıyor. Seçilmiş ve atanmışlar arasında öteden beri var olan gerilim, geçmişte cumhurbaşkanlarının kim olacağı açısından açık sürtüşmelere yol açtı. Bu bakımdan, 1960-1989 arasındaki tüm cumhurbaşkanlarının ve bu arada 2000-2007 döneminin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bürokrasi kökenli olmaları tesadüf değil. Özellikle askerî darbe sonrasındaki dönemlerde sivil hükümetlere duyulan güvensizlik, sistemin sigortası olarak kabul edilen cumhurbaşkanlarının statükonun beklentilerini karşılayacak özellikler taşımaları arayışını doğurdu. Sezer örneğinde belirgin bir şekilde görüldüğü gibi bürokrat kökenli bu cumhurbaşkanları da kendilerine biçilen rolün gereklerini yerine getirmekten ve sistemi koruma girişimlerinde bulunmaktan kaçınmadılar. Dolayısıyla halkın beklenti ve taleplerinden bağımsız bir şekilde, statükonun savunusunun üstlenilmesi, yani bir bakıma vesayet sisteminin sürdürülmesi bağlamında önemli bir işleve sahip oldular. Üstelik hesap verme yükümlülüklerinin bulunmaması, kendilerine çizdikleri alanın giderek genişlemesini beraberinde getirdi. Ahmet Necdet Sezer’in özellikle AK Parti iktidarı döneminde Meclis tarafından kendisine gönderilen pek çok temel yasayı veto ederek hükümetin istediği reformları hayata geçirmesini engellemesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Hatta Sezer, çok sayıda atama kararnamesini imzalamayarak iktidarın kendi istediği bürokratlarla çalışmasının dahi önünü kesmişti. Dolayısıyla geçmişte pek çok cumhurbaşkanı, aslında siyaseten taraf olduklarını gösteren uygulamalara girmekten kaçınmadı. Ancak burada asıl önem taşıyan nokta, tarafsızlığın vesayet kurumları ile statükocu bürokratik mantığın korunması lehine bozulmasıydı. Kısacası kağıt üzerindeki bir tarafsızlığın sistemin sağlıklı işlemesi bağlamında çok yarar sağlamadığı görüldü. Buna karşılık, cumhurbaşkanlığı seçim usulünün değişmesinin yeni sorunlar üretme potansiyeline sahip olduğu da anlaşılabiliyor.
Bu noktada, ilk sorunun daha kampanya sürecinde ortaya çıkacağı rahatlıkla öngörülebilir bir durum. Genelde “icracı” bir makam olarak görülmeyen cumhurbaşkanının seçilmek için ne tür vaatlerde bulunabileceği çok belirgin değil. Bu bakımdan, mevcut sistemle, cumhurbaşkanı adaylarının vaatleri büyük ölçüde hükümet politikalarını onaylamak veya bunlara karşı çıkmakla ilişkili olabilecek. Bunun yanında, cumhurbaşkanı adayları, ülkenin makro ölçekli siyasal sorunlarına genel bakışlarını ortaya koyacaklar. Ancak en başta çizilen vizyonun hayata geçebilmesi, büyük ölçüde cumhurbaşkanı ile hükümetin aynı siyasal partiye, en azından çok benzer siyasal eğilimlere sahip olmalarıyla mümkün.
İstikrar ve olasılıklar
Buradan hareketle seçim sürecinde ortaya çıkan tartışmaların cumhurbaşkanının görev dönemine de yansıyacağı tahmin edilebilir. Yukarıda bahsettiğimiz ilk ihtimalde, yani cumhurbaşkanıyla hükümetin aynı partilere mensup olmaları durumunda, seçilen kişinin kimliği ve kişisel özellikleri ön plana çıkacak. Siyaseten güçlü bir ismin cumhurbaşkanı olarak seçilmesi, özellikle siyasal ve toplumsal dönüşüm iradesine sahip olan bir hükümetin arkasında güçlü bir destek bulmasını sağlayacak. Hatta cumhurbaşkanı, aktif bir tavır sergileyerek bu değişimin rotasını bizzat tayin edebilecek. Ancak siyasî etkisi nispeten daha zayıf bir ismin iktidar partisinin gücüyle seçilmesi, devlet başkanının gerçekten de “sembolik” bir görev üstlenmesi gibi bir sonuç doğuracak. Aynı örnekte, hükümetin istediği bir yasa cumhurbaşkanı tarafından veto edildiği takdirde baştaki vaatlere tezat bir görünüm oluşacak. Bunun tam tersi örnek ise cumhurbaşkanının hükümet politikalarının karşısında, yani “muhalif” bir tavır izleyeceği vaadiyle yola çıkması. Bu durumda ise siyasal istikrarın ortadan kalkması kaçınılmaz olacak. Bir bakıma, yürütme organı, muhalefetini de kendi içinde bulacak.
Çifte meşruiyet sorunu
Aslında her iki farklı örneğin de bizi götürdüğü yer “çifte meşruiyet” sorunu. Her ikisi de halkın karşısına belirli vaatlerle çıkmış ve doğrudan halktan destek almış devlet başkanı ve hükümetin kendileri için belirlenmiş yetkileri sonuna dek kullanmak istemeleri oldukça doğal bir sonuç. Burada asıl sorunun çıkma ihtimali ise devlet başkanı ile hükümetin farklı siyasal eğilimlere sahip olmaları durumunda beliriyor. Bu tür ihtimal, her ikisi de yetkisini doğrudan halktan alan organlar arasında çatışma yaşanması, dolayısıyla sistemin ciddi bir kriz içine sürüklenmesi sonucunu doğurabilir. Yarı başkanlık sisteminin uygulandığı Fransa’da benzer durumlar ‘nikâhsız yaşamak’ nitelemesiyle anılıyor ve bir bakıma, her iki tarafın, ama özellikle de devlet başkanının daha az yetki kullanmaya razı olması bekleniyor. Buna karşılık, bu tür bir durum, sistemin özelliğini kaybederek parlamentarizme yaklaşması sonucunu doğuruyor. Ayrıca söz konusu organların her ikisi de meşruluklarını doğrudan seçmenlerden aldıkları için birini daha az yetki kullanmaya razı etmeye çalışmak demokrasi açısından doğru bir yol olarak görülmüyor.
Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin uygulamada meydana getireceği etkiler zaman içinde daha net bir şekilde anlaşılabilir. Bu bakımdan, halkın seçtiği cumhurbaşkanının yetkilerini tam olarak kullanmak istemesi gayet haklı görülebilir. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte, cumhurbaşkanının yetkilerinden bahsederken “sembolik” ifadesinin kullanılması doğru olmayacak. Ancak bunun için üzerinde bulunduğu siyasal pozisyonun açık bir şekilde tanımlanması zorunluluk arz ediyor. Bu noktada, birtakım mitleri yıkmak ve bakış açısını değiştirmek söz konusu olabilir. Öncelikle zaten fiilen gerçekleşecek olan “partili cumhurbaşkanı” düşüncesine resmî bir içerik kazandırmak önem taşıyor. Daha doğrusu, cumhurbaşkanın belirli bir partinin üyesi olmasından çekinmemek ve bunun gayet doğal bir durum olduğunu anlamak gerekiyor. Bunun yanında yeni Türkiye’nin inşa sürecinde cumhurbaşkanına çok önemli bir sorumluluk düştüğü açık. İcraî görevleri net bir şekilde belirlenmiş bir cumhurbaşkanı söz konusu değişim sürecinin yönetiminde en etkili aktörlerden biri olabilir. Bu bakımdan, cumhurbaşkanı, geleneksel vesayet kurumlarının tasfiye edildiği bir süreçte hayatî bir rol üstlenebilir. Aksi takdirde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi uygulamasının anlamını yitirmesi ve zaman içinde eski yönteme dönüşün yaşanması kaçınılmaz gibi görünüyor.