Geçmişte ve gelecekteki her bir inanç sisteminin, her bir felsefi düşüncenin ve değerler sisteminin doğruluk ve geçerlilik kriteri modern teoridir artık. Kim modernizmi ne kadar onaylarsa o oranda kabul görmektedir. Bu hastalıklı bir ruh hali değil mi? Dahası zalimce bir derebeyliğe işaret etmiyor mu?
Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
Akademik çalışmalarımı ve bu sayfada yazdıklarımı takip edenler bilirler ki benim en büyük derdim modernleşmenin bozguncu yapısı ve etkisi iledir. Zira insanlığın bütün tarih boyunca biriktirdiği tüm bilgi birikimi, hikmet ve feraset deneyimleri, değerleri, inançları ve ontolojik parametreleri modernleşmenin doğurduğu değişimin etkisi ile tahmin edilemeyecek kadar hızlı bir şekilde buharlaşmaya ve insan köksüz ve yuvasız bir mahlukata dönüşmektedir. Modernleşme, (modernus-modus) yani şimdiki zamana ait olan ve "yeni olan daha iyidir" cümlesinden öte hiçbir değer içermeyen söylem ve paradigması ile evrensel bir dönüşüm hareketine dönüşmüştür. Her birisi Onun (yaratanın) varlığına işaret eden birer ilahi ayet olan tüm özgün kültürler, düşünceler ve diller bir bir yok oluyorlar. Afrika'da da, Asya'da da, Orta Doğu'da da Uzak Doğuda da her yerde aynı mimari, aynı enstrümanlarla icra edilen benzer müzikler, aynı iletişim araçları, aynı dil (İngilizce), aynı yapı malzemeleri, aynı bürokratik işleyiş, aynı âdâb-ı muaşeret, aynı giyim tarzı, aynı düşünce biçimi, aynı bilgi kanalları aynı değerler egemen olmaya başladı.
Kendimi tanımamı ve bilmemi sağlayacak ve dokunduğumda beni ilahi olanla muhatap edip coşturacak farklı bir "ötekisi" yok artık. Herkes benimle aynı veya ben herkes ile aynıyım. Herkesin aynı olduğu bir ortamda özgün bir "şahsiyetten" söz edilemez. Aynı mekanizmanın ürettiği düzenin içinde doğan ve büyüyen bireylerin ve kafaların bu dünyaya farklı bir pencere açmaları mümkün olabilir mi?
Zaten mevcutlu bir pencere var. Durduğumuz yeri, ayağımızın bastığı zemini değiştirmediğimiz sürece farklı bir pencereden bakabilmeyi nasıl mümkün kılabiliriz?
Ahir zaman dedikleri
Dünyanın her yerindeki farklı düşünce ve inanç sistemleri sahip oldukları kutsal metinleri ve emirlerini bahse konu modern teoriye göre ayarlamak zorundalar. Çünkü modernizm artık dinlerin de ahlakın da ontolojinin de bedenin de asıl sahibidir. Çünkü bunların doğasını ilk (sözümona) o keşfetti ve keşfettiği dünyayı sahiplenmek de zaten işin doğasında vardır. İnsanın ait olduğu bağlamın yok olması demek esasında eskilerin ahir zaman dedikleri olsa gerek.
Rivayete göre Deccal, dünyayı ifsat etmek için merkebi ile çıkacağı yolculuğun tüm hazırlıklarını bir gün öncesinden titizlikle yapmaya başlar ve nihayetinde son olarak iş bineceği merkebin eyerini yapmaya gelir. Ama bu işi bir türlü başaramaz. Her gece oturur eyeri dikmeye/hazırlamaya başlar ancak tam bitirmek üzereyken günün yorgunluğuna yenik düşüp uykuya dalar ve sabah kalktığında hem eyerin bozulduğunu hem de yolculuk için kendisine sunulan o muayyen vakitin geçtiğini görür. Ertesi gün tekrar aynı işleri yapar. Yine tam işleri bitirmek üzereyken uykuya yenik düşer ve dalar. Sabah aynı manzara ile karşılaşır. Eyer bozulmuş vakit tekrar geçmiştir. Her gün bineceği merkebin eyerini tam bitirmek üzereyken uyuyakalan Deccal bu inadından vazgeçmez. Mutlaka bir gün o eyeri hazırlama imkanı bulacak ve onu sırtına koyduğu merkebine binip gelecek ve dünyayı darmadağan edecek. Her gün itinalı bir şekilde ve sabırla bu işi yapmaya devam eder. Ta ki kıyamet gününe kadar. Kıyamet günü uykuya dalmayacak, o muayyen zamanda uyanık olacak ve eyerini de akşamdan bitirmiş olacaktır. Sabah merkebe binip yola çıkacak ve insanlar da onun geldiğini akşam üzeri görecek ve duyacaklar. O gün güneş tersten, batıdan doğacak. O her şeyi ters yüz edecektir. Akı kara, karayı ak gösterecek. Müminlerin imanını çalacak, imansızlardan bir ordu kuracaktır. Hakikati batıl, batılı hakikat olarak gösterecektir. Zaten kelimenin asıl anlamı da, bir şeyi perdelemek, örtmek ve yaldızlayıp boyamak demektir. Decl kelime kökünden türemiş olup aldatıcı, çok yalancı ve sahtekar demektir. Ve nihayetinde İsa (as) nüzul edip onu öldürecektir.
Bu metaforik kıssadan hissenin, kıyametin esasında insan zihninin sahip olduğu referansların kaybolması olduğunu söyleyebiliriz. Varlığın, mekânın ve zamanın "bağlamından" koparılması demektir. Bu yapı sökümü (evrenin ifsad olmasının) de bir peygamber eliyle (vahiyle) nihayetlendirilecektir.
Toplumsal etik
Büyüklerimizin bize detaylı bir şekilde anlattıkları bu hikaye ile günümüz paradigması arasında inanılmaz benzerlikler olduğunu hep düşünmüşümdür. Çocukluğumuzda, daha çok annemizden dinlediğimiz bu masal bize o günlerde hep toplumsal ve dini hayatın ifsadını hatırlatırdı. Bu bozguncu mekanizmaya karşı koymak için de yapılabilecek olan en önemli iş dini pratikleri ve toplumsal etiği korumaktır. Bu anlamda her ne kadar konu daha çok dini-sosyolojik bir ifsada işaret etse de "şeytani" bir aktör/varlık olarak Deccalın daha ziyade bilişsel-zihinsel ve ontolojik bir yapıya işaret ettiğini düşünüyorum. Zira tek bir Müslüman bile kalsa yeryüzünde onun üzerine kıyamet kopmayacak derdi annem. Varlığı, zamanı ve mekanı bugün en sağlam bir şekilde kendi bağlamına yeniden oturtabilecek olanın İslam inancı (vahiy) olduğunu dikkate aldığımızda konu biraz daha netleşmiş olacaktır.
Elbette bugün Müslümanların durumuna bakarak dünyayı bu krizden kurtaracak tek sosyoloji olduğunu söylediğimizde bu tez birçok kişiye trajikomik gelebilir ama insanla varlık arasında fıtri ve ilahi bir bağ kuracak olan yegane kutsal mesaj vahiydir, en son vahiy ise İslam'dır. Bu evrensel bir hakikat olup tüm insanlık için geçerli olmakla beraber ama Müslümanlar için ayrıca akidevî bir determinasyondur (zorunluluktur). Her Müslüman, İslam'ın evrensel, çağları ve toplumları aşan ilahi bir buyruk olduğuna inanmakla mükelleftir. Ki bu bir başka yazının konusu olacak boyutlarda derin ve incelikli bir iştir.
Makro ölçekli değişim
Unutmamak gerekir ki modernleşme, günümüzde toplumsal yapıyı oluşturan tüm bileşenlerin ortak tanımlanma paydası haline gelmiş olmasından dolayı da evrensellik iddiasında olan diğer tüm oluşumları, inançları ve düşünceleri zımnen de olsa tehdit eden bir stratejiye sahiptir. Zaten günümüz sosyologlarının önemli bir kısmı da modernleşmenin herhangi bir coğrafyaya veya düşünce sistemine indirgenemeyecek kadar makro ölçekli bir değişim paradigması olduğunda hemfikirler. Ki toplumsal alanın neredeyse tüm bileşenlerinin isimlendirmesinde "modern" kelimesinin zorunlu olarak ve ısrarla kullanılması da bu duruma işaret eder. Konu artık makro boyutlu bir değişim sürecinin global tanımına dönüşmektedir.
Modernleşmenin temeli olan aydınlanma düşüncesi, sadece kişinin kendi eliyle içine düşmüş olduğu kör kuyudan kurtulması değildir, aynı zamanda kendi aklını da kullanmasıdır. Hiç kuşkusuz bu ifadede görünürde dinler açısından bir soruna işaret etmez ancak işin içinde gizli olan yetkinlik konuyu bozmaktadır. "İnsanın yetkinliği, Tanrı'yı tanımak için mi yoksa ona meydan okumak için midir" sorusu bu cümlenin mütemmim cüzüdür nitekim. Cevabı ise çağdaş dünyanın öncü isimlerinin çerçevesini çizdiği insanın Tanrı'yı dünyadan kovan tezlerdedir.
Son olarak, unutmamak gerekir ki modernleşme, aynı zamanda etnik köken ayrımcılığına kaynaklık eden düşüncenin de filizlendiği bir bataklıktır. Avrupa'daki ırk temelli sınıflandırma aynı zamanda düşünsel teknik beceri tasnifini de beraberinde getirmiştir. Toplumlar, rasyonellik durumlarına göre, mantıksal düşünce biçimlerine göre, teknik imkanlarına göre, dine karşı tutumlarına göre tasnif edilmeye başlandı. Bu sınıflandırmanın doğal soncu ise gelişmiş ve azgelişmiş ayrımı oldu. Artık dünyadaki tüm milletler için Avrupa'nın belirlediği bir hedef vardı, gelişmiş olmak. Uygarlaşmak. Bunu ya savaşarak başarmak gerekiyordu ya da kendisini değiştirerek. Savaşmanın mümkün olmadığı görülünce herkes gönüllü kulluk üzerine ittifak etti adeta. Bizi değiştirmek isteyen bizde dirilecekti oysa...
Ahireti mamur kılmak
Geleneksel öğretiler ve dinler açısından bu dünyanın ayrı bir varlığı, ahretin de ayrı bir varlığı söz konusu değildir. Bir başka ifade ile bu ikisi birbirinden bağımsız bir mantıksal ve ontolojik kurguya sahip değildir. Dünya hayatı ile ahiret hayatı birbirine doğrudan bağlı olmakla birlikte, ahiret hayatına göre düşünüldüğünde dünya hayatı çok kısadır ve 'imtihan' amaçlıdır. Yani, İslam'a göre esas olan dünyayı değil ahireti mamur kılmaktır. Dünya fırçası ve renkleri aracılığıyla ahiret tablosunu çizmektir esas olan. Öyle ki, bu tablonun tekâmül etmesine dair dilek ve istekler (dua) kendi içinde mündemiçtir. Diğer bir ifade ile, yüce Allah bu tablonun güzelleşmesine dair yardımını esirgemez Müminlerden. İkisi birlikte düşünüldüğünde müminler için son derece etik ve estetik bir hayatın söz konusu olduğunu görüyoruz. Ama biz yine de "günün şartlarına ayak uydurma" baskısından dolayı onunla (İslam ile) iktifa etmiyoruz işte.
Bugün mevcut olan cari paradigma, geçmişteki felsefi sistemler bile kendisini onaylatmak zorundaymış gibi işliyor. Geçmişte ve gelecekteki her bir inanç sisteminin, her bir felsefi düşüncenin ve değerler sisteminin doğruluk ve geçerlilik kriteri modern teoridir artık. Kim modernizmi ne kadar onaylarsa o oranda kabul görmektedir. Bu hastalıklı bir ruh hali değil midir acaba? Dahası zalimce bir derebeyliğe de işaret etmiyor mu? İnsanın zaman ve mekan boyutuna ilişkin vaziyet alışlarını yerinden eden, hiyerarşiyi temelden sarsan, geçmiş tüm öğretileri paranteze almayı dayatan bu yapı yukarda bahse konu ettiğimiz Deccal ile ortak bir paydada sizce de buluşmuyor mu?