Okan Bayülgen, görünür olmak için görmezden gelme silahını çekti. Hayatı “şov” içinde geçen birinin görünmek için görmezden gelmesi, fazlasıyla bayat bir fıkranın bilmem kaçıncı kez anlatılışını hatırlatıyor insana. Peki, Bayülgen bu bayat fıkradan ne umdu?
Suavi Kemal Yazgıç / Yazar
43 yıldır verilen bir ödül Altın Kelebek. Neredeyse yarım asırdır, popüler kültür alanında birilerine dikkat çekmek üzere kullanılan bir spot ışığı işlevi gördü bu ödüller. Nereye, kime bakamız gerektiğini bize ödüllerle öğrettiler. Evet, Hürriyet okurları oy verdi. Seçenlerin seçimleri hep belli bir istikamette oldu ve farklı istikametler “görmezden gelindi”. Ancak Altın Kelebek, bu işlevini son 10-15 yılda kaybetmek üzere idi. Zira bundan 20 yıl önce ödül çevresinde estirilen veya en azından estirilmeye çalışılan “yerli Oscar” havasından pek bir şey kalmamıştı. Dolayısıyla Altın Kelebek, bir yazıya konu edilmeye gerek görülmeyecek bir ödüldü vesselam. Yine de eğer gündeme gelmek bir başarı ise şu an ödül yıllar sonra gündeme gelmenin başarısını tadıyor. Tıpkı Okan Bayülgen gibi…
Altın Kelebek almamış sanatçıların listesini düşünmek lazım belki de. Ancak Tolstoy’dan Kafka’ya, Kundera’dan Auster’e Nobel almamış yazarlar topluluğunu hatırlayınca bu listenin çok da gerekli olmadığını düşünüyorum. Ayrıca 30 dalda ödüllerin verildiği Altın Kelebek’in ‘En İyi Kadın ve Erkek Oyuncu’ ödülleri başta olmak üzere altı ödülün Kanal D yapımlarına ve Kanal D’de yayımlanan programların sunucularına gitmesi ise “Spot ışığı kimde ise ödül onun seçtirdiklerine verilir” dedirtecek bir detay. Besbelli spot ışığının sorgulanmaması için Diriliş Ertuğrul’a da ödül vermişler ve verdikleri ödülü izahta zorlandıkları için başka türlü görüntü verme, bir yerlere “Biz ödül veriyoruz ama mesele bildiğiniz gibi değil. Yüreğinizi ferah tutun” mesajı iletme ihtiyacı duymuşlar.
Cehalet ve özgüven yeter
Görünmek… Çağın anahtar kelimelerinden biri. Altın Kelebek ödülü de Okan Bayülgen de bir dönem görünme başarısını tatmış ve bu başarıdan gün geçtikçe daha az pay almaya başlamıştı. Ödülün görünmezliğe bürünmesinin sebebi kendisinden kaynaklanan güç ve saygınlıktan değil ödülü bir işaret etme mekanizması olarak kullanan ekonomik gücün bazı imtiyazlarından mahrum kalmasıydı. Okan Bayülgen için de benzer bir saptamada bulunabiliriz. Bayülgen, bir tahterevalli gibi yükselip alçalan popüler kültürde uzun zaman yükselen tarafta durmayı başardı. Binlerce saat televizyon ve radyo programı, birkaç sinema filmi yapmakla yetinmedi bazı televizyon kanallarının konseptini bile belirledi. Görünür kılmak Bayülgen’e kariyer getirdi, kariyer ise onu görünür kıldı. Ancak taşıma suyla değirmenin dönmesi bir yere kadardı elbette. Zamanla değirmeni döndüren su azaldı ve kariyer endeksi ile görünürlüğü düşmeye başladı.
Aslında Okan Bayülgen’in kariyerindeki ilk “patlama” değil bu. Mesela 24 Nisan 2005’te Radikal gazetesinde yayınlanan Yıldırım Türker’in yazısı hatırlanmadığı için Okan Bayülgen’in “seyretmedim” demesi yadırganabiliyor. Peki, Türker Mark Twain’den “Bu hayatta cehalet ve özgüvene sahipseniz yeter; başarı kesindir” alıntısını yaptığı yazısında ne demiş? “Bayülgen’in hayranları kimliklerini, ayakta tuttukları, şehvetle tükettikleri magazin ile belirlemek istemedikleri için onlara bu hayat içinde gülünesi noktaları işaret eden, sanki dışarıdaymış gibi yapıp iktidarını en merkeze kuranıyla, Bayülgen’le özdeşleşiyor kaçınılmaz olarak. Onu, kendilerinden buluyorlar. O da engin cehaletiyle her şeyi bilen, her konuda yırtıcı bir doğru sözün altına imza atabilecek Batılı göz olarak sivrildikçe sivriliyor. İstanbul Film Festivali de bu müstesna saygısızdan vazgeçemiyor işte. Sahneye çağırdığı onur konuklarından ünlü yönetmenin adını bile doğru söyleyememesi, özür dileyip altta kalacak değil ya, bir de dönüp kadını hırpalaması ne hoş. Yahu bu çocuk ne müthiş idare ediyor, değil mi? Tam bizim gibi. Cehaletle. Ve özgüvenle.” Yıldırım Türker bir bakıma haklı. Okan Bayülgen 2005’te özgüven abidesiydi. Zamanın “medya çarpıklıklarını” tiye alıyordu ne de olsa. Ancak tiye aldığı çarpıklıklar bir gün geldi onun için rol model olmaya başladı. İlginç ve ibret alınası bir dönüşümdü Okan Bayülgen’in yaşadığı. 2016 yılı için de Yıldırım Türker tamamen haksız. Diriliş Ertuğrul dizisini seyretmediğini söyleyen Bayülgen alabildiğine ezik. Bir yerlerden puan almasını bu diziyi seyretmemiş olduğunu vurgulamaya bağlayacak kadar ezik ve çaresiz. O tartışılmak, görülmek istiyor ve bunun yolunu da “Bak neyi seyretmemişim?” demekte buluyor.
Başarının bedeli: Unutulmak
Bayülgen, seyretmediğini övünerek duyurduğu için kariyerine bir çentik daha attı? Hakkında kaleme alınan bütün o sosyal medya paylaşımlarını CV’sine gururla ekledi. Bu “başarısı” onu bir gün tamamen unutturacak noktaya gelince yaşadığı Pirus Zaferi için bakalım sayın Bayülgen ne diyecek? Zira görülmeye devam etmek için görmezden gelmek zorunda olduğu alan büyüdükçe o da özgüvenli olma rolünü daha “büyük” oynayacak yani jest ve mimiklerini öldürmek zorunda kalacak ve en sonunda o da görünmek için çıktığı yolda silinip gidecek. Keşke Sezai Karakoç’un “Masal” adlı şiirini okusaydı Okan Bayülgen. Ancak onu da okumamıştır. Okan Bayülgen’in okumadığı yazarların, seyretmediği filmlerin, dinlemediği müziklerin listesi bu yayının sayfa sınırlarının çok ötesindedir. Karakoç’un o uzun şiirinin son mısralarını paylaşıyorum burada. Yani yedinci oğlun ilk altı oğuldan farklı olarak kazandığı zaferinin sonuçlarının anlatıldığı son mısralar bunlar. Okan Bayülgen’in kendini görünür kılma savaşından farklı bir netice, daha doğrusu şifa sunuyor insanlığa Karakoç. Çok daha hayırlı bir neticeden bahsediyoruz ne de olsa…
“Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar”