Pentagon'a göre ABD'deki Ermeni, PKK ve Yunan lobilerinin Türkiye karşıtı faaliyetleri, Türkiye-ABD ilişkilerinin gerilmesinin en önemli nedeni. Ancak bu durum, Amerika'nın küresel ve bölgesel çıkarlarına hizmet etmekten ziyade zarar veriyor.
Doç. Dr. İsmail Şahin / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) 46. Başkanı Joe Biden başkanlık koltuğuna oturduğunda çoğu kimse, Biden döneminde Türkiye-ABD ilişkilerinin bir hayli sıkıntılı geçeceğini öne sürüyordu. Böyle bir varsayımda bulunulmasının nedeni, Biden'ın seçim kampanyası sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve onun dış politikası hakkında sarf ettiği sözlerdi. Biden, Aralık 2019'da New York Times'a verdiği bir mülakatta, "Erdoğan'ı mağlup etmeleri için" muhalefete destek vermekten söz ediyordu. Bununla birlikte Joe Biden, Türkiye'yi yakından tanıyan deneyimli bir politikacıydı. Senatör olarak 36 yıl boyunca görev yaptığı Kongre'de Ermeni meselesi, Kıbrıs sorunu ve Türk-Yunan uyuşmazlıklarında Türkiye karşıtı yürüttüğü kampanyalar ve lobicilikle biliniyordu. Biden'a göre tüm bu ihtilaflarda Türkiye haksızdı ve zaman kaybetmeden Ermeni olaylarını "soykırım" olarak tanımalı, Kıbrıs'tan çekilmeli ve Yunan taleplerini karşılamalıydı.
Jeopolitik kulvar
Son yıllarda bu konulara yenileri de eklenmişti. Fakat Biden, Türkiye karşıtlığındaki tazeliğini korumayı sürdürdü. S-400 füze sistemleri, ABD'nin YPG'ye desteği, Osman Kavala'nın serbest bırakılması ve Doğu Akdeniz krizi birçok konuda Biden, Türkiye'nin karşısında yer almaya ve Erdoğan'a karşı soğuk tavrını korumaya devam etti. Ancak Afganistan'da Taliban'ın iktidarı devralması, Rusya'nın Ukrayna saldırısı gibi bölgesel ve küresel olaylar, Biden'ı ve ekibinin ideolojik kulvardan çıkıp jeopolitik kulvara yönelmesine yol açtı. Meydana gelen bu şerit değişikliği, ABD yönetiminin geleneksel Türkiye politikasına geri dönmesini teşvik ettiği gibi Erdoğan'a karşı da bir yumuşama sürecini beraberinde getirdi.
Diplomatik manevra kabiliyeti
Aslında bu, tek taraflı bir durum değildi. Jeopolitik risklerin arttığı bir dönemde Ankara'nın artan diplomatik manevra kabiliyeti, Türkiye'ye ve Erdoğan'a duyulan ihtiyacı artırmıştı. Zira Erdoğan liderliğindeki Türkiye, Batılı müttefiklerin hasım olarak nitelendirdiği ülkelerle yakın diyalog içerisindeydi. Bu diplomatik ayrıcalığın yanı sıra, savunma sanayinde atılan güçlü adımlar sayesinde, Türkiye'nin hem askeri hem de yumuşak gücünün bölgesel ilişkilerde yönlendirici ve caydırıcı bir etkisi söz konusuydu. Amerika'nın Afganistan, Libya ve Suriye gibi bölgesel güç dengesini etkileyen, çatışma riski yüksek hassas coğrafyalarda Türkiye ile iş birliği yapmaktan başka bir seçeneği söz konusu değildi. Bir başka ifadeyle, giderek ağırlaşan küresel politik atmosferde Türkiye'yi ötekileştirmenin veyahut görmezden gelmenin maliyeti de aynı ölçüde ağırlaşıyordu. Ukrayna Savaşı ile bu vaziyet daha da görünür hale geldi. Türkiye'nin NATO içindeki önemi ve bu doğrultuda İttifak'ın güvenliği için üstlendiği kilit rol, bir kez daha teyit edildi.
15 Temmuz Darbe Girişimi'nden sonraki süreçte, Türkiye'nin dış politika çizgileri daha net ve ilkeli; hepsinden önemlisi, Ankara merkezli ve dengeli. Her ne kadar Batı ittifakı içerisinde kendine biçilen rolün dışına çıkan, stratejik otonomiyi ve milli çıkarları önceleyen bir dış politika anlayışı, Washington ve Brüksel'de ciddi tartışmalara ve hoşnutsuzluklara yol açsa da, aslında bu vaziyetin NATO'nun gücüne güç kattığı çok aşikâr bir durum. Avrupa-Atlantik güvenliğine yönelik önemli tehditleri ve sorunları saptamak ve bu sorunların üstesinden ancak güçlü bir Türkiye ile mümkün olabilir. Ankara'nın çok yönlü dış politika yaklaşımında elde ettiği kazanımlar, bugün Türkiye kadar NATO'nun işine yarıyor. Sorunlu topraklarla ilişkilerde Türkiye'nin Batılı müttefiklerin uzayan kolu olduğu, rahatlıkla görülebiliyor. Büyük güçler arası rekabetin geri geldiği bir dönemde ve de uluslararası terörizm, mülteci krizi, küresel ısınma ve pandemi şeklinde devam eden sistematik tehditler karşısında NATO üyesi güçlü ve gelişmiş bir Türkiye'nin varlığından kimler, niçin rahatsızlık duyabilir?
Türkiye'nin darbe sürecine rağmen kısa süre zarfında diplomasinin kaybolan esnekliği yeniden onarması, ülke adına önemli bir gelişmedir. Bölge ülkeleriyle ideolojik tabanlı olmayan, karşılık çıkara veya ortak çıkara dayalı pragmatik ve dengeli bir dış politika modeli, Türkiye'nin çıkarına ve karakterine uygun bir yaklaşımdır. Bu ilkesel duruş ve kararlılığın sürdürülmesinde, savunma sanayinde dışa bağımlılık oranının azaltılması, askeri operasyonel kabiliyetlerinin artırılması, Ankara, İstanbul ve Antalya'nın bölgesel sorunların ele alındığı diplomasi merkezlerine dönüştürülmesi gibi somut yatırımlarla desteklenmesinin önemi yabana atılamaz bir realitedir. Zira Türkiye'nin muhataplarınca ciddiye alınmasını sağlayan esas güç, dış politikadaki teorik dönüşüm sürecini pratik adımlarla ete kemiğe büründürmüş olmasından ileri geliyordu. Dolayısıyla bu adımlar, Türkiye'nin dış politikadaki dönüşümünün sözden ibaret olmadığını tüm taraflara göstermesi bakımından ziyadesiyle önemliydi.
İmparatorluk hafızası
Türkiye, engin bir jeopolitiğe sahip bir ülkedir. Siyasi, iktisadi ve kültürel bağları dikkate alındığında diplomasi potansiyeli güçlü bir devlettir. İmparatorluk geçmişinden ötürü kuvvetli bir hafızayı, nadir bir tecrübeyi ve ileriye dönük geniş bir vizyonu bünyesinde barındırır. Krizlere dayanıklı büyük ekonomisi, gelişmiş insan kaynağı, dinamik nüfusu, kökleşmiş ulus-devlet yapısı ve ileri teknoloji kullanan caydırıcılık gücü yüksek ordusuyla, bölgesel güç vasıflarını taşıyan bir ülkedir. Bunlar, çoğu devletin sahip olmadığı özelliklerdir. Türk-Amerikan ilişkileri değerlendirilirken bütün bu özellikler mutlaka hesaba katılmalıdır. Yakın zamanlarda meydana gelen jeopolitik kırılmalar, güç terazisinde oluşan tektonik kaymalar ve Ukrayna Savaşı'nın itici gücü, Türkiye'yi son yıllarda hiç olmadığı kadar Batı'nın ihtiyaç duyduğu bir müttefik pozisyonuna itmiştir. Afrika'dan Orta Asya'ya, Ortadoğu'dan Balkanlara uzanan jeostratejik satranç tahtasında Türkiye'nin usta bir oyuncuya dönüşen profili kabul edilen bir olgudur. Rasyonel davranış sergileyen tüm aktörler, böyle bir oyuncuyla aynı takımda olmak ister. Aksini düşünmek neredeyse imkânsızdır.
Lobilere karşı Pentagon
NATO, ABD ve AB çatısı altında mesai harcayan uzmanlar, Rusya ve Çin'in tehdit ettiği transatlantik ittifakın güvenliğinin önemli bir sütununun Türkiye'den geçtiğini çok iyi biliyor. Bu vaziyet, Ukrayna krizi ile İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya üyelik sürecinde bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır. Zira Ankara'yı hedef alan ağır eleştirilere rağmen müttefiklerin tamamının Türkiye'nin NATO için "vazgeçilmez" bir üye olduğu konusunda birleşmeleri, bu duruma işaret eden somut bir örnektir. Nitekim Türkiye, Batılı müttefiklerin hayati derecede önem atfettiği Karadeniz ve Akdeniz'in güvenliğinde mühim bir role sahiptir. Dolayısıyla bu rolün, ideolojik saptamalara kurban edilemeyeceği gerçeği, şimdiye kadar birçok kez teyit edilmiştir. Kaldı ki Türkiye, NATO ile sorunu olan bir ülke de değildir. S-400 füze sistemleri alımı üzerinden bir polemik arayışı içerisine girmek ve 70 yıllık müttefiklik ilişkisini sadece bu olay üzerinden analiz etmeye kalkışmak, doğru bir yaklaşımdan ziyade ideolojik bir saplantıdır.
Ukrayna işgali, Batı'nın Türkiye'ye dönük ideolojik perspektifinin yerini jeopolitik ve realpolitik perspektifin almasını sağlayan önemli bir kırılmadır. Türkiye karşıtı lobilerin ve terör örgütlerinin bu kırılmadan rahatsızlık duydukları en çıplak haliyle ortadadır. Türkiye'yi etüt eden uzmanların çoğu, lobilerin ve terör örgütlerinin propagandalarının etkisiyle Türkiye'ye yaklaşılmaması gerektiğini ısrarla savunurlar. Öyle ki Türkiye, Rusya'nın dâhil olduğu Suriye, Libya ve Dağlık Karabağ gibi üç stratejik çatışma alanında kilit bir oyuncudur. O yüzden Türkiye-ABD, Türkiye-NATO ve Türkiye-AB ortaklığı Moskova'nın küresel nüfuzunu kısıtlamada son derece önemlidir. Ancak bu ortaklıkların iyileştirilmesinde, Türkiye'nin ulusal meselelerini de dikkate alan bir yaklaşım sergilenmesine dikkat edilmelidir. Bu bağlamda terör örgütlerine ve lobilerin faaliyetlerine mesafe getirilmesi, Türkiye-Batı ilişkilerini güvenli bir koridora çekme bakımından kıymetli bir adım olabilir. Böyle bir eylem, Türkiye'nin Batılı müttefiklerine duyduğu şüpheyi azaltabilir. Nitekim Türkiye, Batı ile olan ilişkilerinde sık sık güven bunalımı yaşayan, kendi endişelerine kulak asmayan bir müttefiklik ilişkisinden ziyadesiyle sıkılmış bir ülkedir. Son yirmi yıl içerisinde Kıbrıs, Arap Baharı ve Suriye'de meydana gelen gelişmelerde müttefikleri tarafından yalnız bırakılan Türkiye'nin, müttefiklerine tepki duyması kadar daha normal ne olabilir ki? Diğer taraftan Türkiye'nin güvenlik endişelerini dikkate almayan müttefiklerin, İsveç ve Finlandiya konusunda Türkiye'yi "bencil davranmakla" eleştirmeleri, hakkaniyet açısından ne kadar doğru görülebilir? Darbelerden terör eylemlerine, yaşadığı her güvenlik krizinde NATO müttefikleri tarafından terk edilen Türkiye'nin, Batılı müttefiklerine güvenmemesi gayet tabiidir. jeopolitik ve stratejik dengelerin yeniden oluşturulduğu bu hassas dönemde, İttifak'ı sulandıran güven krizlerin aşılması son derece önemlidir.
Rasyonel bakış
Beyaz Saray ve Kongre'nin Ermeni meselesinden Doğu Akdeniz krizine kadar tüm sorunlu sahalarda, Türkiye'nin karşısında yer alması, hatta yumruğunu Ankara'nın ensesinde hissettirmekten geri durmaması, Türkiye kadar ABD Savunma Bakanlığını da (Pentagon) rahatsız etti. Pentagon'a göre ABD'deki Ermeni, PKK ve Yunan lobilerinin Türkiye karşıtı faaliyetleri, Türkiye-ABD ilişkilerinin gerilmesinden en önemli nedeni. Ancak bu durum, Amerika'nın küresel ve bölgesel çıkarlarına hizmet etmekten ziyade zarar veriyor. Dolayısıyla Pentagon, Türkiye'yle ilişkilere ideolojik olmayan rasyonel bir zaviyeden bakılmasını tavsiye ediyor. Nitekim Pentagon'un nazarında Türkiye, ABD ve NATO'nun güvenlik kaygılarını gidermede, güçlendirilmesi gereken önemli bir müttefiktir. Özellikle Rus saldırganlığının uluslararası düzene verdiği zararı sınırlama konusunda paha biçilmez bir role sahiptir. Bu nedenle Pentagon, Türkiye'nin savunma gücünün artırılmasında bir sakınca görmediği gibi Türkiye'nin F-16 savaş uçağı filosunu modernleştirme programına da tam destek veriyor. ABD Dışişleri Bakanlığı içerisindeki rasyonel kanat da Türkiye ile ilişkilerin hızlıca normalleştirilmesini savunuyor. Bakanlığın, Ukrayna Savaşı'nın başlamasının hemen ardından Kongre'ye bir mektup göndererek Türkiye'ye yeni nesil F-16 satışının ABD'nin ve NATO'nun çıkarlarına uygun olduğunu belirtmesi, bu durumun en somut göstergesi.
Uluslararası düzeni yeniden sağlamak adına ABD'nin önünde üç önemli hedef bulunuyor. Bunlardan birincisi, Rusya'nın uzun vadede zayıflamasını temin etmektir. İkincisi, Avrupa'nın güçlenmesini tesis etmektir. Son olarak Çin'in bugünün Rusya'sına dönüşmesine müsaade etmemektir. Bu hedeflerin üçüyle de Türkiye doğrudan ilişkilidir. Zayıf bir Türkiye, bu üç hedefe ulaşmada Washington'un işini kolaylaştırmaz; aksine güçleştirir. O nedenle ABD Soğuk Savaş Dönemi'nden kalma alışkanlığını değiştirip güçlü bir Türkiye'yle ortaklık kurmayı öğrenmeli. Bir başka ifadeyle, Amerika'nın liberal uluslararası düzeni sağlamadaki ve dolayısıyla kendi çıkarlarını ve değerlerini korumadaki vazgeçilmez rolüne Türkiye'yi güçlü bir şekilde entegre etmesi gerekiyor. Bu doğrultuda Washington'un Türkiye'ye uyguladığı CAATSA yaptırımlarını kaldırması, F-16 satışını hızlıca halletmesi ve Türkiye'nin F-35 programına yeniden dönüşünü sağlaması, Amerika'nın küresel çıkarlarına uygun düşen adımlar olacaktır. Bu konuda ABD'nin esas sınavı Türkiye'ye karşı değil kendi çıkarları için Kongre'yi esir alan Türkiye aleyhtarlığı yapan lobilere karşı olacaktır.