Bu memleketin uzun yıllar kaymağını yemiş burnu havada beyaz seçkinlere göre ortalama muhafazakar halk vasatı temsil eder ve ne kadar eğitilirse eğitilsin zenciliğini üzerinden bir türlü atamaz. Vasatları oluşturan bu toplumsal kesimler bu beyaz kibir karşısında ne yaparsa yapsın onlara hiçbir şekilde yaranamaz.
Ülkemizde pandemi sonrası ortaya çıkan pahalılık en önemli sorunlarımızdan birisi haline geldi. Bugün uygun fiyatlarıyla ünlü olan marketlerden birisine girdim ve geçmiştekine göre aşırı yükseltilmiş fiyatları görünce canım alışveriş bile yapmak istemediği için marketten ilk defa elim boş çıktım. Açıkçası sonrasında girdiğim kozmetik mağazası bile gıda satan marketlerden görece daha ucuz. Halbuki kozmetiğin Dolara ya da Euroya göre alındığı düşünüldüğünde daha pahalı olması beklenir.
Ekonomi ve etik
Bana oldukça suni görünen bu durum belki pek çok iktisatçıya olağan geliyor olabilir. Şu da bir gerçek ki, pandemi öncesindeki bolluk, özellikle de alışveriş ve tüketim bolluğu da beni şimdiki pahalılık kadar olmasa da şaşırtıyordu. Artık daha fazla çalışmak ve daha fazla kazanmak durumundayız. Sabit gelirlilerin işi ise hepten zor. Sürekli bir koşuşturmacanın içinde insan nereye doğru gidiyoruz diye bazen sorgulamadan yapamıyor. Kapitalist ekonomi sosyalizme göre daha fazla özgürlük demek. SSCB tecrübesi en azından böyle olduğunu gösterdi. Ancak kapitalist ekonominin etikle ilişkisi de son derece sorunlu.
Bakın Adam Smith, ekonomiyle ilgili pek meşhur kitabını kaleme almadan önce ahlak felsefesi alanında yazdığı The Theory of Moral Sentiments adlı kitabında bu konuda ne demiş: "Dünyadaki bütün bu hırgür, bu keşmekeş neye hizmet ediyor? Para hırsıyla canımızı dişimize takmış, zenginlik, iktidar ve mükemmellik peşinde koşuyoruz; bu koşunun sonunda ne bekliyor bizi? Doğanın gereklerini mi yerine getirmeye uğraşıyoruz? En yoksul işçinin yevmiyesi bile doğanın gereklerini karşılamaya yeter. Öyleyse daha iyi şartlarda yaşamak adını verdiğimiz o yüce amacın nasıl bir yararı var bize? Şu yararı var: bütün bu koşuşturmanın sonucunda gözlemlendiğimizi, ilgilenildiğimizi, bize sempatiyle, beğeniyle ve takdirle bakıldığını hissederiz. Zengin adam servetinin keyfini sürer çünkü aslında o servet dünyanın ilgisini ve beğenisini de beraberinde getirmektedir. Tam aksine yoksul adam yoksulluğundan utanç duyar çünkü o yoksulluk onu insanlığın görüş alanının dışına itmiştir. Bizimle ilgilenilmediği hissi, insan doğasının en ateşli isteklerine bile ket vuran bir histir. Yoksul adam evden işe, işten eve gidip gelirken kimse onu fark etmez. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç dışarı çıkmadan kendi ininde yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez: her iki durumda da aynı silikliğin ve görünmezliğin içindedir. Oysa rütbeli ve haysiyetli adam bütün dünyanın gözleri önündedir. Herkes ona bakmaya can atar. Davranışları kamuoyunun ilgi odağıdır. Her lafı, her hareketi ilgiyle karşılanır." (Adam Smith'den aktaran Botton, Alain de, Statü Endişesi, çev. Ahu Sıla Bayer, Sel Yayınları, İstanbul, 2020, s.17-18)
Bugünü görse şaşırmazdı
Bu satırların sahibi olan Adam Smith, bu metni yazdığı yüzyılda çağımızı adeta önceden görmüş gibidir. Herkesin elinde telefon, selfie çekip durduğunu ve sosyal medyada durmaksızın yayınladığını görseydi eminim hiç şaşırmazdı. Çağımızda başarısızlığı yazmak artık sadece romancılara kalmış gibidir. Dostoyevski'nin yeraltı adamından, Saul Bellow'un Günü Yaşa adlı romanında sözünü ettiği başarısızlıkla dolu bir hayatı yaşayan roman kahramanına kadar günümüzde yalnızca edebiyat görünmez, silik ve başarısız olanları gündeme getirme işini sırtlandı. Mahvolmuşlara, yeteneksizlere, talihsizlere değer verdi. Ve tabi ki, edebiyat kapitalizmin çarklarını döndürmeye hizmet ettiği oranda.
Müslüman bakışı
İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda ekonomik bir patlama gerçekleşmiş ve 1970'lere gelindiğinde de Amerikalıların gündelik yaşamlarının büyük bir vaktini alışveriş merkezlerinde geçirdikleri tespit edilmiş. Günümüzde ise modern tüketicinin beklentileri fena halde tetiklenmiş ve beklentilerle elde edilenler arasındaki uçurum oldukça artmıştır. Yine de refahın arttığı, insanların eskiye göre daha iyi restoranlarda yemek yediği, daha iyi giyindiği, daha güzel araçlara binip, daha güzel evlerde oturduğu kolaylıkla gözlenebilir. Adam Smith, yukarıda da iktibas ettiğim üzere "zengin adam servetinin keyfini sürer çünkü aslında o servet dünyanın ilgisini ve beğenisini de beraberinde getirmektedir. Tam aksine yoksul adam yoksulluğundan utanç duyar çünkü o yoksulluk onu insanlığın görüş alanının dışına itmiştir" demektedir.
Onun bu sözleri ise bir Müslüman için geçerli değildir. Avantajımız İslam gibi bir dine sahip olmaktır çünkü İslamiyet fakir olmayı, Adam Smith'in Batı'da tespit ettiği gibi kötü durumda olmakla, aşağılanmakla, düşük statüyle eş tutan bir din değildir. Tasavvuf bu İslami yaklaşım tarzını daha da ileri götürür. Allah'a yakın olmak mülkiyetsizlikten geçer. İslam'ın zenginliğe yaklaşımına baktığımızda ise onun zenginliği bir üstünlük sembolü olarak görmek yerine mülkü fakirle paylaşmayı ya da mülkiyeti Allah yolunda kullanmayı tavsiye eden bir din olduğunu görürüz. Yine İslam zenginleşmeyi ya da zengini, fakirleri doyurduğu, kârı ihtiyacı olanlarla paylaştığı sürece hor görmez, lanetlemez. Sadece çimleri ve bitki köklerini yiyerek beslenen azizler ise Hristiyan çileciliğe özgüdür (bkz. Aziz Anthony).
Tüketim isteği
AK Parti'nin iktidarından sonra Türkiye'deki tüketim alışkanlığı olan kesimlerin dairesi hızla genişledi ve değişti. Özellikle orta alt ve altın üstü sınıflar, geçmişte olduğundan daha fazla ve çeşitli tüketmek istiyorlar. Önceleri sadece toplumun elit kesimlerinin ulaşabildiği mal ve hizmetleri sıradan denilen insanlar da almak ve kullanmak arzusunda. Yine orta alt ve altın üstü sınıflar arasında olduğu gibi üst sınıflar arasında da muhafazakar kimlikli insanların tüketim dairesinde daha fazla görünür oldukları da bir gerçektir. Bu görünüm Müslüman mı süslüman mı, Müslüman Towers'da mı oturur, BMW'ye, cipe mi biner, modern bir örtü mü takar, başörtüsünü yukardan mı, aşağıdan mı bağlar, doğum günü kutlar mı türünden tartışmalara sebep olmuş, yelpazenin solunda duran ya da sekülarist olan kesimden daha koyu 'Müslüman' olanlara doğru bir genişlikte bu tüketme arzusu duyan muhafazakar kesimler kıyasıya eleştirilmiştir. Lüzumsuz tüketim eleştirileri, görgüsüzlük, gösteri düşkünlüğü, hava atma vb. gibi suçlamalar muhafazakarların tüketim alışkanlıklarını değiştirmelerine eşlik etti.
İşin aslı şu ki, bu ülkede görgünün fakirlikle, görgüsüzlüğün de zenginlikle bir tutulması Kemalist-sekülarist kesimlerin yalnızca muhafazakarlara olan yaklaşım tarzına özgüdür. Beyaz elitler, zenginse ya da zenginleşirlerse bu iyi, muhafazakar halk zenginleşirse bu kötü, görgüsüzce ve kabadır. Bu memleketin uzun yıllar kaymağını yemiş burnu havada beyaz seçkinlere göre ortalama muhafazakar halk vasatı temsil eder ve ne kadar eğitilirse eğitilsin zenciliğini üzerinden bir türlü atamaz. Vasatları oluşturan bu toplumsal kesimler bu beyaz kibir karşısında ne yaparsa yapsın onlara hiçbir şekilde yaranamaz. İşin ilginç yanı kimi zaman bu beyazlardan oluşan koroya, kendilerini hakiki Müslüman ya da koyu muhafazakar olarak göstermeye yetenekli bir grup insan da katılıyor ve sadece biraz daha iyi yaşamak, sosyal koşullarını çeşitlendirmek ve refahlarını arttırmak isteyen, çocuklarını daha iyi okullarda okutmak için çırpınan muhafazakar kesimlere beyaz elitlerle birlikte "vurun abalıya" dercesine, vurdukça vuruyorlar. Darbelerini indirip durdukları bu zenci toplumsal kesimler sessizlik içinde oldukları ve protestolarını yalnızca oylarıyla gösterebildikleri için her seçim sonrası bir de cahillik ve aymazlık suçlamalarıyla karşı karşıya kalıyorlar.
Sözde Atatürkçü, devrimci, ilerici, modern, üst sınıf Beyaz elitlere şimdiden kara haberi verelim. Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü adlı önemli bir eser kaleme almış olan Vilfredo Pareto'nun pek meşhur bir lafı var: "Tarih aristokrasiler mezarlığıdır." (Dikkatinizi çekmek isterim: Pareto, "Aristokrasi" demiyor, "aristokrasiler" diyor). Beyaz elitlerin seçimleri kazansalar bile artık kazanılmış statüleri, yükselen ekonomik sınıfları geri almaları veya geriletmeleri imkânsız. İstenildiği kadar bastırılsın cahil ve vasat olarak gördükleri bu sınıflara mensup kişiler başarılarıyla bir yerden hortlayacaktır; üstelik dünya çapında başarılarıyla. Çünkü usta bir gözlemci olan Dündar Taşer dün olduğu gibi bugün de haklıdır: "Din, milliyet, vatan gibi mefhumlar, yaşamaya devam edecektir. 'Sağ'ın eskiliği gerçekliğinde ve güçlülüğündedir. Kökünün bin yıllara dayanması dalının bin yıllar ötesine uzanacağının delilidir." Bu bütün sekülerleşme, dünyevileşme pratiklerine ve hikayelerine rağmen böyledir.
Aşağılanan tarihsel tecrübe
Sağ'ın geçmişi çok eskidir, kökleri derinlerdedir, insan ruhunun ihtiyaçlarına göredir, bu ihtiyaçlar kaybolmuş göründükleri ölçüde zamanla ortaya çıkarlar, sağın tecrübesi binlerce yıllıktır, sol ise hem binlerce yıldır denenmiş tarihsel tecrübeyi hem de ruhu aşağılar ve hala modası geçmiş materyalist felsefelere dayanmaktadır. Bu yüzden de ideolojik olduğu ölçüde sınırlıdır, tutucudur, ufku kapalıdır. Sol "kahrolsun Amerika" diyebilmiş ve siyasi davasına vatan uğruna bağlanmış kendisi devrimci ama vatansever atalarına bile bugün dayanmamakta, mevcut iktidara karşı ya da iktidar gitsin diye yalanlarıyla ülkeye emperyalizmi her fırsatta davet etmektedir.
Pandeminin dünya çapında getirdiği ekonomik krize rağmen Türkiye'de toplum hala büyük bir dinamizm içinde ve bu dinamizm gittikçe yaşlanan ve yaşlandığı ölçüde ırkçılaşan Avrupa ülkelerinde karşılaşamayacağımız ölçüde de güçlü. Yoksullaşmaya sabredecek, yoksullaşmayı alt edecek güç bu halkın yine kendi köklerinde saklı. Ve şükür ki beyaz kibrinizle aşağı gördüğünüz bu halk, sizin gibi "Şapkayı giydik diye üretim ilişkilerinin değiştiğini sanmıyor."
Prof. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi