Beklediğimiz Türkiye

Ali K. Metin / Şair, Yazar
3.12.2021

"Beklediğimiz bir Türkiye var mı?" sorusu, esasen bizim geleceğe dair sahici bir meselemizin olup olmadığı konusunda bir cevap arayışımıza matuftur. Beraberinde "Biz bu Türkiye'nin nesiyiz" diye de sormayı gerektirir. Beklediğimizle ilgili hiçbir bedel ödeme niyetinde değilsek, böyle bir soru sorma hakkını kendimizde görmek bile bir hadsizliğin vesikası olacaktır.


Beklediğimiz Türkiye

Ali K. Metin / Şair, Yazar

Beklediğimiz bir Türkiye gerçekten var mı? Kavgasını vereceğimiz, çilesini çekeceğimiz bir Türkiye? Yoksa zaten bir yerlere doğru giden, gidecek olan Türkiye'den nasıl nemalanabileceğinin hesabını kitabını yapanlardan biri de biz miyiz? Böylesi hesap kitap içinde olanların bir kısmını bugün sağda, solda, İslami kesimler içerisinde kolayca fark edebiliyoruz. Ağzıyla kuş tutacağına halkımızı inandırmak isteyenlerin ise kendilerini ne kadar zavallı durumuna düşürdüklerini görmek için haklarında çok detaylı malumat sahibi olmamız gerekmiyor. Fırsatları değerlendirme yeteneğiyle öne çıkmaya alışmış bu cinsten insanların, yine aynı alışkanlıklarla halk dalkavukluğu yapmaktan bir adım öteye gidemediklerini görüyoruz. Keşke halkı ve Türkiye'yi bu kadar hafife almamış olsalar. O takdirde belki yaşadıklarımızı hiç yaşamayacak, bugün bambaşka şeyler konuşuyor olabilecektik. Lakin halkın muradına ve hissiyatına hakikatli bir ruh, bir şuur verme derdi, ufku, melali olmayan kimler varsa, bugün ortalığı fazlasıyla işgal edebiliyor. Gündemi oluşturma üstünlüğünü elde edenlerle gündemi değiştirme gücünü kaybedenler arasındaki zihinsel yakınlık, sürecin ne yöne evrilebileceğine dair emareleri içerisinde haylice taşıyor.

Meseleyi netleştirmek

Beklediğimiz bir Türkiye var mı sorusu, esasen bizim geleceğe dair sahici bir meselemizin olup olmadığı konusunda bir cevap arayışımıza matuftur. Beraberinde biz bu Türkiye'nin nesiyiz diye de sormayı gerektirir. Beklediğimizle ilgili hiçbir bedel ödeme niyetinde değilsek, böyle bir soru sorma hakkını kendimizde görmek bile bir hadsizliğin vesikası olacaktır. Bunların nerede ve ne konumda olurlarsa olsunlar tefrikini yapma işi daha çok bizim ferasetimize ve hassasiyetimize kalmıştır. Belli köşeleri tutmuş olup da buralardan nemalanma peşinde olanların ayırt edilmesi kolay değil ama önemlidir. Halkımız açısından maalesef kişilik değerlendirmesi yapmaktan ve sağduyuya güvenmekten başka bir çare de pek kalmamış görünüyor.

Türkiye'nin bir meselesi olabileceğini dile getirirken elbette bir "başkalık ideali"ne dikkat çekmeyi istiyoruz. Bunun yerli ve milli kavramlarına hapsedilerek konuşulması bile bugün artık iyice anlamsızlaşmış görünüyor. Her ikisinin de önümüze yeterince sahici ve dönüştürücü ufuklar açtığını söylemek zor. Bu kavramların belki de özü itibariyle batılı bir zihniyetin ürünü olması, bizi reaksiyoner bir varoluştan öteye götürmüyor. O yüzden, meseleyi dünya-sisteminin temel kodlarıyla yüzleşme üzerinden bir vuzuha kavuşturmaya ihtiyaç var. Bunu yapamadığımız için sanıyorum tekleyen bir Türkiye gerçeği ile kaşı karşıya kalıyoruz. Dünya sisteminin hegemonik karakterini bütüncül yapısıyla değerlendirmediğimizden dolayı verdiğimiz mücadele kısır bir düzeyde kalmaktadır. Buysa dünya sisteminin eline, bizi yeniden hizaya sokma konusunda fırsatların geçmesini sağlayabiliyor. Sistemin burada bir üst akıl tarafından kontrol altında tutulup tutulmadığı başka bir bahis. Mesele o değil. Mesele, Türkiye'nin dünya sistemiyle kurduğu ilişkiler bakımından nihai veçhesinin ne olduğu, ne olabileceği konusunda düğümlenmekte.

Hangi Türkiye?

Meselemizin, bugün için dünya sistemi içinde güçlü bir yer edinmekle sabitlendiğini düşünmeye sebep tekinsiz ve kaygı verici bir realiteden bahsetmek mümkün. Bu sabitenin yerli ve milli retoriği/pratikleri ile ne kadar esnetilebildiğini ayrıca elbette sorgulamak gerekir. Ancak dünya sisteminin içerdiği temel değerleri baz alan bir zihin yapısı, pratikte sağladığı başarılarla bu değerleri biraz daha tahkim etmekten başka bir şey yapmamış olur. Bu anlamda önümüze konan "büyük Türkiye" hedefi, gerçekte beklediğimiz Türkiye midir sorusu daha sarih bir çerçeveye kavuşur.

Bugün sağıyla soluyla büyük Türkiye hedefi konusunda gizli veya açık bir mutabakattan bahsedilebileceğini biliyoruz. Sol siyasetin jargonunda bu mottonun yer almaması onun meselesinin başka olduğunu göstermiyor. Yürüttüğü kimlik ve değerler siyaseti itibariyle bakıldığında dünya sistemiyle uzlaşma kabiliyeti ve eğiliminin -aktüel olarak- çok daha yüksek olduğu bile söylenebilir. Ancak pratik konusunda güven vermeyen, yönetme kabiliyeti zayıf, kimlik siyasetiyle tedirgin edici bir sol, dünya sistemi için değilse bile halkımız açısından güvensizliğini hep koruyor. Halk eğer sola kapıyı aralamak gibi bir eğilim gösterirse bu duyduğu güvenden değil, yaşadığı huzursuzluğu konjonktürel bir tepkiye dönüştürme ihtiyacından veya refleksinden mütevellit olacak. Pragmatizmi açısından bile irrasyonel diyebileceğimiz bir hareket tarzıyla adeta kendi kendisini cezalandıracak. İşlerin iyiye gitmesi halindeyse iktidara verdiği tepkiyi kısmen nötralize etme yoluna gidebilecektir.

Kısırdöngüye girmek

Fakat beklediğimiz Türkiye sorusu, 2021 yılı itibariyle iyice kesif bir hale gelen siyasal karambol havası içinde muhtemelen yine paranteze alınacak. Bu sorunun cevabını Müslüman olma şuuruyla bu konjonktürde zaten ne sorabilecek ne de verebileceğiz. Öyle görünüyor ki umutlar çok daha uzun bir geleceğe ertelenecek. Büyük Türkiye adına yeniden dünya sisteminin boy aynasında kendimize bakmaya devam edeceğiz. Buradan baktığımız için de gerçek meselemize doğru yol alamadık, alamıyoruz. Tabir caizse "büyük Türkiye" iddiası bizi iyice batı medeniyetinin çarkları içine sokan bir ideolojiye dönüştü. Bunu fark edecek bir özeleştiri için geçen süreç içinde kudretimiz de niyetimiz de pek olmadı. İslam'ın cari nitelikteki düşünsel ve kültürel birikimi, tarihten gelen zafiyetleriyle dünya sisteminin etkin ve saygın bir aktörü olacak şekilde siyasi modifikasyona uğratıldı. Daha iyi niyetli bir değerlendirmeyle, sistemle mücadeleyi sistemin silahlarıyla yapma gerekliliği içten içe siyasi ve toplumsal aklın işleyiş tarzını belirledi. Sosyalizmin yenilgisinden hiçbir ders çıkarmadığımızı da konuyla doğrudan alakası nedeniyle buraya ayrıca not düşmek gerekir. Dolayısıyla sistemi dönüştürmeye yönelik adaletçi ve kısmen gelenekçi hassasiyetler aslında ıslahatçı bir bakış açısından daha ötelere açılacak bir ufku neredeyse hiçbir zaman zuhur ettirmedi. Yerlilik, millilik ve hatta medeniyet başlıkları altında öne çıkan parametrelere bakıldığında meselemizin ne olduğu sorusunun ne kadar kritik bir önem kazandığını daha iyi görüyoruz.

Halkın meselesi nedir diye baktığımızda ise hem daha çetrefil hem de daha flu bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Ancak bu tablonun içinde bulunduğumuz konjonktürde az da olsa daha netleşebileceğini söylemek hiç yanlış olmaz. İfade etmeye çalıştığımız bütün sorunsal içeriğine rağmen, mevcut siyasal yelpazeyi oluşturan aktörlerin hangi meselenin dolayısıyla hangi Türkiye'nin peşinde olduklarını sorduğumuzda tepki ve eleştirilerimizin ferasetle ele alınması gerektiğini fark edebiliriz. Eleştirilerimizin Türkiye'nin büyük ve asıl meselesiyle ilgili bir hakikate denk düştüğünü fehmedecek olanların bu feraseti gösterme konusunda gerekli olgunluğu ve dürüstlüğü göstermeleri beklenir. Aktörlerin dünya sistemi karşısında aldıkları ve alabilecekleri yer neresidir? Türkiye'yi dünya sisteminin tasallutundan kurtarmaya yönelik potansiyel derinliği ve performansı ortaya koyma imkanını derece itibariyle dahi olsa nerede görüyoruz? Evet, safdilliğe tahammülümüz olmadığı gibi lakaytlığı ve sorumsuzca davranmayı da hoş göremeyiz. Türkiye'yi dünya sisteminin döngüsünden çıkaracak yeterlilikte ne siyasi ne de toplumsal bir kuvvet ve cereyanın varlığından söz etmek mümkün. Aksine, bu döngünün içine, dediğimiz gibi biraz daha girdik, kapitalizmin nimetleriyle giderek daha zevk-ü sefaya düşkün bir hal dünyasıyla hallenir olduk. Buradan bir çıkış yolu bulabilecek miyiz, o da yazık ki ciddi bir muamma.

Hayatiyet noktası ve istikamet

Ancak detaylar önemli. Detay gibi gözüken paradoksları, daha açıkçası içsel ve zihinsel sürtüşmeleri küçümsememek gerekir. Bu tarz sürtüşmeler bizim kimlerle, hangi mesele etrafında buluşabileceğimizin de işaretlerini veriyor. Siyasetin tablosuna buradan bakıldığında, çıplak gözle görünenden fazlasını görmek zorunda olduğumuzu söyleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz döngüden çıkmamızı temin edecek yeterlilikte bir iktidar zemini ve realitesi halihazırda yok. Bununla beraber yaşadığı sürtüşmeleri dışa vuran, bir bakıma "ideolojik" iktidarsızlığıyla huzursuzluğunu az çok belli eden bir iktidar gerçeği var. Bu huzursuzluğun dünya sisteminin rotasını değiştirecek bir hedefe ve meseleye şamil olup olmadığından emin olamıyoruz. Fakat siyaset yelpazesinde yer alanlara söz konusu huzursuzluğun öznesi olma kabiliyeti ve hassasiyeti açısından baktığımızda, ferasetle hareket etmenin önemi sanıyorum anlaşılacaktır. Nihayetinde beklediğimiz Türkiye etrafında meselemiz, yaşadığımız huzursuzluğa bir varoluş alanı ve biçimi kazandıracak paradigmayı oluşturmak, bunun için elzem olan zihinsel, toplumsal kabiliyeti tedarik etmektir. Meseleyi canlı kılacak bir hayatiyeti ve dinamizmi siyasetin nirengi noktası olarak alıp almamak, bizatihi gailemizin ne olup ne olmadığı hususunda güçlü bir gösterge haline gelmiştir.

Denilebilir ki, meselemiz istikametimizi, istikametimiz de meselemizi vuzuha kavuşturmada tayin edici olacaktır. Tam işte böyle bir çerçevede, siyasetimizle beraber halkımız da bir sınavdan geçiyor. Halkımızın dünya sistemiyle henüz bir derdi olamayabilir, hatta dünya sisteminin tahribatları en çok halkımız üzerinde etkilerini gösteriyor olabilir. Ancak kabul edelim ki halk, halk olduğu için mazurdur. Meseleye vakıf olma hususunda ondan fazlasını beklemeye pek doğrusu hakkımız yok. Buna rağmen halkın irfanı ve sağduyusunda meseleye dair bir nüve hayatiyetini sürdürür, sürdürebilmektedir. Bu sayede meseleye dair bir istikamet verme fikri, halkın ruhundan pekala hasıl olabilir.

Önümüzdeki süreç, bir anlamda halkın istikamete dair bir hassasiyeti gözetip gözetmediği konusunda dikkate değer bir sınav olacak. Böylece tahribatın hangi düzeye geldiği, halkın hangi meseleye doğru kanalize olduğu muhtemelen bir nebze daha netlik kazanacak. Tepki ve öfkeyle irfan ve sağduyu arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde kuramamaktan dolayı hataya düşmek gayet tabii mümkün. Bu gibi hatalar, son kertede bir rahmete de vesile olabilir, kim bilir. Ancak istikamet üzere davranma konusunda gereken hayatiyet belirtilerini kaybetmiş bir halkın neyi kaybettiğine dair bir eleştiriyi de mutlak surette yapabilmek gerekir.

[email protected]