Garp mukallidi züppe ile muhayyel Kemalist özne, bazen büyük burjuvazi olarak bazense askeri-sivil bürokrasi olarak karşımıza çıkıyor. Her iki toplumsal tipleme de AK Parti’nin en başından beri gizli bir ajandası olduğunu ileri sürüyor, hayat tarzlarına yönelik derin bir tehdit algısı hissettiklerini dile getiriyorlardı.
Murat Güzel - Yazar
Türkiye’nin Mısır’daki darbeye açıkça muhalefet etmesinden sonra AK Parti ve Başbakan Erdoğan’a yönelik geliştirilen sözümona ‘siyasal analizler’in merkezinde AK Parti’nin başlangıçta benimsediği ‘muhafazakar demokrat’ kimliği yeterince özümseyip tasvir edemediği ve genellikle İslamcılığa yöneltilen Batı düşmanlığı tezi yer alıyor. Aslında AK Parti’nin 10 yıllık iktidar sürecinde sürekli sorgulanan bir kavram muhafazakar demokrasi. “Ne zaman muhafazakar bu demokratlar, ne zaman demokrat bu muhafazakarlar?” sorularına bir türlü cevap bulamadı sol ve/ya da liberal aydınlarımız. Eş zamanlı olarak, hem demokrat hem de muhafazakar olmanın ne menem bir şey olduğunu bir türlü kavrayamamanın acizliği yansıdı çözümlemelere sürekli. Gah İslam ile demokrasinin uyuşup uyuşmayacağını sorguladılar, gah ‘küresel dengeleri kuruluşundan beri önemseyen’ AK Parti’nin yaşattığı bu çoğulluğa Batı’nın ve ‘ılımlı’ olduğu varsayılan diğer aktörlerin (sözgelimi ‘cemaat’in) ne zaman tepki vermeye başlayacağını...
‘Müslüman milliyetçiliği’
Esasen ‘muhalif siyasal analizler’deki kırılma noktası tam da buradaydı. AK Parti iktidarına Batı’nın daha ne kadar tahammül edeceğini soruyordu ülkedeki cümle Batıcı ve onlara taban tabana zıt olması beklenen en anti-Batıcı isimler. Bu isimleri ne olursa olsun AK Parti (daha doğruru Erdoğan) muhalifi olma parantezinde bir araya getiren şey ise vesayet rejimi altında geliştirilen siyasal düşünme sistemiydi. Garp mukallidi züppe ile muhayyel Kemalist özne, bu söylem düzeni altında yekdiğerinden farklılaşıyor, bazen büyük burjuvazi olarak bazense askeri-sivil bürokrasi olarak karşımıza çıkıyordu. Her iki toplumsal tipleme de AK Parti’nin en başından beri gizli bir ajandası olduğunu, hayat tarzlarına yönelik derin bir tehdit algısı hissettiklerini dile getiriyorlardı. Mavi Marmara olayından hemen sonra Türk dış politikasının eksen değiştirdiği, İsrail’le ilişkileri askıya almanın Türkiye’yi yalnızlaştıracağı ve Türkiye’ye ağır bedeller ödeteceği söylemlerinden Mısır darbesine karşı Türkiye’nin seçtiği ‘darbeyi reddetme’ tavrı sonrası, AK Parti’nin bir tür ‘Müslüman milliyetçiliği’ne yelken açtığı, bu tavrın Türkiye’nin uluslararası toplumdan koptuğunu gösterdiği, dolayısıyla ‘ılımlı ve yandaş işadamlarının’ bile bu durumun ‘sürdürülemez’ olduğunu düşündükleri öne sürülüyordu.
Bu tarzın en belirgin özelliklerinden birisi elbette ‘Batı ne der?’ sorusuyla özetlenebilir. Bu soru Türk aydınlarının bilinçaltlarında yatan en temel sorulardan biridir handiyse. Bu sorudan kopmak, Batı’sız düşünmek neredeyse imkansızdır. Sırf iktisadi, toplumsal, kültürel anlamda Batı’nın -artık- bütün dünyaya içkin olmasından kaynaklanmaz bu soru. Yani ‘zorunluluk’ icabı sorulan bir soru değildir bu. Aksine, ister hayranlık, ister nefret olarak adlandırın, Batı denen heyulanın vereceği tepkiye göre hareket etmenin elzem olduğu bir düşünme tarzı hakimdir her zaman. Hayranlık söylemlerinde Batı’nın başını okşadığı çocuk edası hakimdir, nefret söylemlerinde ise ‘kaşane’lere duyulan bir nevi haset devrededir. Ancak AK Parti’nin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın ‘gözden çıkarıldığı’ korkusuyla ‘küresel dengeleri artık fazlaca gözetmeden radikal tutumlar sergilemeye başladığı’, gerilimi düşürmek yerine artırdığı şeklinde dile getirilen düşüncelerde klasik ‘hayranlık-nefret’, ya da Melanie Klein’ın kullandığı biçimiyle “haset-şükran diyalektiği”nin sürekli işlediği Batı değerlendirmeleri, Batı’nın her söylediğinde keramet ya da melanet arayan bakış açılarına yeni bir kapı açar: Batı asla saçmalamaz! Batılı olarak tanımladığımız ülkelerin her söylediği mutlaka rasyonelleştirilebilir bir içeriktedir. Diğerleri bu söylenenlere uygun pozisyon alırsa rahata erer, almazsa yalnızlaşır, dış politikaları çöker. Bu yüzden, sözgelimi AK Parti iktidarının 10 yılı boyunca Türk dış politikasında çeşitlenen enstrümanlardan önce farkına bile varmadıkları, çoğunlukla Batılı oryantalist ya da Arap dünyasındaki 3. Dünyacı sosyalistlerin metinlerinden takip etmek zorunda kaldıkları İslamcılıklar’dan AK Partililerin haberdar olmadığı, bilmediği iddialarına Müslüman Kardeşler kurucusu Hasan el Benna’nın, el Benna sonrası Müslüman Kardeşler’in ideoloğu pozisyonundaki Seyyid Kutup’un, Abdülkadir Udeh’in, Hasan el-Hudeybi’nin, Said Havva’nın, Muhammed Kutup, Zeynep Gazali ve diğer İhvan aydınlarının hemen hemen bütün eserlerinin Türkçe’leştirildiği, Nasır’ın baskıları sonrası İhvan içinde neşet eden tartışmaları bile Türkiyeli İslamcıların en ince ayrıntısına kadar takip ettiğini söyleyerek cevap vermek yeterli olur mu? Anadolu coğrafyası ile Mısır coğrafyasının, Konya ile Kahire’nin 1260’lardan beri iç içe olduğunu, Halifeliğin Mısır Memluklerine geçmesinde büyük rolü olan Sultan Baybars’ın Kayseri Yabanlu pazarında satın alınmış bir Kıpçak köleyken Ayn Calut’ta Moğol istilasının Suriye’ye sirayetini engelleyen bir kumandan ve daha sonra sultan haline dönüştüğünü hatırlatmak neye yarar ki? Anadolu’nun Mısır darbesine sessiz kalması şaşırtırdı halbuki, tepki vermesi değil. Ne tarihe ne de coğrafyaya sığan bu eleştirilerin kolektif hafızayı da ıskalamaları çok normal.
‘Merkez sağ’lı analizler
AK Parti’yi AK Parti kılan eczanın ne olduğuna dair girişilen fikri çözümlemelerden de hayırhah bir sonuç çıkarılamadı bir türlü. Bu ‘ecza’, genelde Batı’nın, özelde ABD’nin bazı menfaatler karşılığında Türkiye’nin hali hazırdaki yönetici partisine verdiği bir ‘ödül’ müydü, yoksa AK Partililer’in kendi kendilerine icat ettikleri, küresel dengeleri gözeten, cemaatler arası koalisyonlara, iç içe geçmiş çeşitli kimliklere dayalı, gizli ajandalı, yer yer popülist, yer yer pragmatist, ama her zaman ‘ilkesiz’, ‘özel bir bileşim’ mi? Belki formülü saklı kola özü gibi bir şeydi bu ecza. Formülü bilen yegane kişi olarak görülen Erdoğan’ın mevhum ‘hastalığı’na bel bağlayan ulusolcularımızın çözümlemelerinin tık nefesliliği hemence fark edilse de tarihin gelmiş geçmiş en tartışmacı sınıfı olan burjuvazinin entelektüel temsilcileri olan aydınlarımızın AK Parti ‘olgu’sunu yorumlarken içine düştükleri çıkmazlar gerçekten sorgulanmaya değer. Sözgelimi Erdoğan’dan bir Recep Peker çıkarmaya azimli analistlerimize göre, AK Parti merkez sağdan Müslüman ‘milliyetçiliği’ne kadar uzanan bir ölçekte değişen performanslar sergiliyor. Bu yaklaşıma göre, Erdoğan, “Soğuk Savaş dönemi siyasal kültürü, Kemalizm ve merkez sağ”dan etkilenmiş; AK Parti de “merkez sağın siyasi kültürünün çoğunlukçuluğu”nu günümüze taşıyan bir parti eni sonu. Merkez sağın bütün kötülüklerini AK Parti’ye ciro edilirken AK Parti’nin başkaca bir çözüm yolu olmayacağı varsayımıyla merkez sağın musavver meziyetlerine geri dönmesi salık veriliyor.
AK Parti’yle birlikte yetiştiği varsayılan entelektüel gençlere duyulan haset ve kıskançlık da hemen bütün eleştiri girişimlerinin kreması. Entelektüel alanda eskisi kadar rahat at oynatamamanın verdiği hınç duygusunun bu girişimlerde payı zannedildiğinden daha fazla. Batılı entelektüellere verilen dipnotlarla, entelektüel olma mertebesine erişmiş kişilerin yaşattığı bu hınç duygusu da kendi dipnot entelektüellikleriyle son 20-30 yılda temayüz etmiş yeni entelektüel kuşağı bir tutmaları da pek anlaşılır gibi değil. Belki de bu sebeple bahsi geçen gençlerin ‘uluslararası ilişkiler, sosyoloji ve siyaset’ alanlarında sergiledikleri performansları küçümseyici, görmezden gelici yaklaşımlarda Spinoza’nın bahsettiği türden bir contemptus’un yol açtığı ruhsal yarılmanın bütün semptomlarını okumak mümkün. Görmezden geldikleri kendi bilgisizlikleri, tutarsızlıkları... Ancak değerli olan değer verebilir, kişi kendisinde olmayanı veremez çünkü...