Barış Kudüs'e gelmeden dünyaya gelmez

Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
21.05.2021

11 Aralık 1917'den bugüne gelen süreçte yaşananlar Babil ve Haçlı devirlerindeki yıkımlar ile karşılaştırılacak düzeyde hatta onlardan daha trajik boyuttadır. Bu durum sadece iki halkın yani Yahudi ve Filistin halkının aleyhine değil tüm bölge ülkelerinin aleyhinedir.


Barış Kudüs'e gelmeden dünyaya gelmez

Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

Kur'an-ı Kerim'in İsra suresinin ilk ayeti Kudüs'ün Müslümanlar için önemini ortaya koymaktadır. Bu yüzden Kudüs kıble ve miraç anlamında kutsal bir mekandır. Ayrıca, İslam inancı tevhidi esas alan bir paradigmaya sahiptir. Bu bakımdan, yeryüzündeki hayatı ilk insan Hz. Adem ile başlatır ve ilahi dinleri de tek bir kaynaktan çıkan birbirinin devamı olarak kabul eder.

Son din olan İslam'ın ise kendisinden önce gelen dinlerin son halkası olduğunu belirtir. Bu yaklaşım, özellikle Yahudi kaynaklarında geçen tüm peygamberleri İslam inancı çerçevesinde yeniden anlamlandırarak insanlık tarihinin ve İslam tarihinin bir parçası yapmıştır.

İlk mescit, ilk kıble

İslam akidesinde Hz. Davut'un liderlik ettiği ve kurduğu şehir Kudüs kutsaldır ve orada Hz. Süleyman tarafından kurulan mabet yeryüzünde kurulan ilk mescitler arasındadır. Mescid-i Aksa bazen Kubbetü's-Sahra ve Kıble Mescid-i ile karıştırılmaktadır. Müslümanların "Mescid-i Aksa" dedikleri mabet, Yahudilerin "Süleyman Tapınağı" dedikleri Hz. Süleyman tarafından inşa edilen ilk mescittir. Bu bağlamda Müslümanlar ve Yahudiler açısından Hz. Peygamber devrinden bugüne kadar Kudüs ve Hz. Süleyman'ın inşa ettiği ilk mescit yani Mescid-i Aksa coğrafi bir mekan olmak yanında değer ve inanç bakımından derin anlamlara sahiptir. Hz. Ömer 638 yılında Kudüs'ü fethettiği zaman bugünkü Mescid-i Aksa'nın yerinde kilise veya tapınak yoktu. Hz. Süleyman'ın inşa ettiği Tapınak/Mescit o güne kadar çok sayıda saldırıya uğrayıp yıkılmıştı. M.Ö. 586'da Babil Kralı Nebukadnezar mabedi yıkmış ardından M.Ö. 537'de tekrar yapılmış ama Selevkoslar M.Ö. 175'de burayı Zeus tapınağına dönüştürmüştür. M.Ö. 19'da Herod Mabedi tekrar korumaya almış olsa da M.S. 70'de Romalı Titus mabede dair hiçbir şey kalmayacak şekilde tamamen yıkmıştır.

Hıristiyan mekanları

Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın hayatlarına ilişkin bilgiler Kudüs ve çevresinde yaşadıklarını göstermektedir.

Doğu Roma İmparatoru Konstantin M. S. 332'de Kudüs'te önce annesi adına bir kilise yaptırmıştır. Ardından da Kıyame Kilisesi'ni yaptırmıştır. Hıristiyanlık resmen Roma dini olarak kabul edildikten sonra, Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın yaşadıkları mekanlarda onların hatırasını yad etmek maksadıyla ziyaret, tören yerleri ve kiliseler inşa edilmeye başlanmıştır.

İlerleyen yıllarda Hıristiyanlar arasında ortaya çıkan siyasi ve dini yaklaşım farklılıkları söz konusu kutsal mekanlara da yansımıştır. 451'deki Kadıköy Konsili'nde alınan kararlar gereğince kadim Hıristiyan mezheplerden Ermeni, Süryani, Mısır/Kıpti ve Etiyopya/Habeş kiliseleri Kudüs'teki kutsal mekanlardan uzaklaştırılmaya başladı.

638'de Hz. Ömer Kudüs'ü fethedince kutsal mekanları Hıristiyanların o zaman var olan tüm mezheplerine açık hale getirdi. Böylece, Kudüs'ün ilk statüsünü barışçıl ve adil olarak belirleyen Hz. Ömer, kutsal mekanlardan kaynaklanan çatışmaları dindirmiştir. Miladi 7. asrın sonları ve 8. asrın başlarında Abdülmelik bin Mervan (685-705) ve oğlu I. Velid (705-715) döneminde yaklaşık 144 dönümlük alanda inşa edilmiş yapılar Müslümanların Hz. Süleyman devrine kadar inen değer ve inanç dünyasının mimari yansımalarıdır. Bugün 144 dönümlük tepelik arazinin tamamı Müslümanlar tarafından Mescid-i Aksa olarak isimlendirilmiştir. Bu alan içinde Hz. Ömer Mescidi, Kıble Mescidi ve Kubbetü's-Sahra gibi önemli eserler bulunur. Abdülmelik b. Mervan, büyüklük ve sanatsal açıdan Bizans kiliselerine meydan okuyan bir eser ortaya koymak amacıyla, sahra kayası üzerine kubbesi altın renginde ve sekizgen olarak yaptırdığı bir bina yaptırdı. 691 yılında yapımı biten bu bina içinde ibadet edilmekle birlikte sembolik değeri öne çıkan bir eserdir. Kutsal mekan olan 144 dönümlük Mescid-i Aksa külliyesinin ve Kudüs şehrinin sembolü olmuştur. İslam hükümdarlarının devirlerinde Kudüs'te İslam mimarisinin en önemli eserleri vücuda getirilmekle birlikte, Hıristiyan ve Yahudileri içine alan kutsal mekanları koruma ve ibadet edebilme bakımından Hz. Ömer devrinde tesis edilen statü büyük ölçüde korunmuştur. Bu durumun istisnalarından olarak Fatımiler devrinde Hâkim zamanında 1009 yılında Kamame kilisesi yıkılmış ancak 40 yıl sonra yine Fatımiler devrinde yeniden yapılmıştır.

Kutsala dokunulmadı

1099 yılında Haçlılar Kudüs'ü ele geçirince, Yahudi ve Müslümanları katletmişler kutsal mekanlara atlarıyla girmişlerdir. Kudüs'teki başta Ortodokslar olmak üzere kadim Hristiyan mezheplerine mensup olanları bulundukları kutsal mekanlardan çıkarmışlardır. Mescid-i Aksa ve çevresindeki Müslümanlara ait kutsal mekanları da işgal edip akla gelmedik saygısızlıklar yapmışlardır.

1187 yılında Selahaddin Kudüs'ü ele geçirince Haçlıları kutsal yerlerden çıkarmak dışında bir siyaset izlememiştir. Hz. Ömer zamanında kurulan statüyü tekrar tesis etmiş, kadim Hıristiyan mezheplerine ve Yahudilere Kudüs'ü açmıştır. Kutsal yerlerin yönetimini Ortodoks Rumlara bırakmıştır. Eyyubiler'in ardından gelen Memlukler de Kudüs'teki Hz. Ömer devrinde kurulan statüye saygı duymuş ve devam ettirmişlerdir. Kutsal yerlere dokunulmamış gerektiğinde tamir etmelerine izin verilmiş ayin ve ziyaret törenleri eskiden olduğu gibi sürdürülmüştür. Kudüs Yavuz Selim'in Mercidabık Seferi'nden sonra Osmanlı idaresine geçince, Hz Ömer devrinde tesis edilen statü aynen korunmuştur. 1917 yılında İngilizler Kudüs'ü ele işgal ettiklerinde Osmanlı Devleti'nden devraldıkları Hz. Ömer devrinden gelen statüyü değiştirme ihtiyacı duymamışlardır.

İngilizler Kudüs yönetimini devr aldıktan sonra Yahudiler ve Protestanlara ilişkin destekleri olmakla birlikte, Kutsal mekanlar üzerinde nasıl bir tasarrufta bulunacaklarına dair belirli bir yaklaşıma sahip değillerdi. Katolikler ve Ortodokslar Hristiyanlara ait kutsal mekanlar üzerindeki rekabetlerini ortaya koyduklarında, soruna çözüm olarak Londra özel bir komisyon kurulması talimatı verdi. Filistin'deki sömürge valisi Sir Ronald Storrs anılarında anlattığı gibi göreve başlar başlamaz bu sorunun yarattığı risklerle Londra'nın talimatı ile kurtulmaya çalıştı. Ortodokslar Kamame Kilisesi'ni kuran Bizans'ın manevi mirasının sahibi olarak kilise üzerinde tek otorite olmaya çalışırken, Katolikler de Osmanlı devrinde kilisenin anahtarı Müslüman bir ailede idi. Osmanlı otoritesi anahtarı bir aileye verdiyse otorite olarak İngiltere Hristiyanların en büyük kilisesine bu hakkı verebilir düşüncesindeydi. Bu tartışmalar çözüme imkan vermezken 1920'deki San Remo Konferası'nda Britanya Filistin Manda idaresini üstlenmiştir. 24 Temmuz 1922'de Milletler Cemiyeti Konseyi kararı ile bu statü resmen de başlamıştır. Manda idaresine ilişkin 13. Madde Kutsal mekanların sorumluluğunu Britanya'ya vermiştir. 14. Madde ise Kutsal mekanlardaki statüyü belirlemek üzere Britanya tarafından özel bir komisyon kurulmasını ifade etmektedir. Buna göre kurulan komisyonda özellikle Vatikan tarafının isteklerini kabul edilemez olarak gören Britanya çıkış yolu aramıştır. Bunun sonucunda kurulan komisyon rafa kaldırılmak zorunda olmuştur. Britanya'nın Filistin Manda idaresi mevcut statükoyu yani Osmanlı devrinden gelen statükoyu devam ettirme kararını uygulamıştır.

1929 yılında İngiliz Subayı Lionel George Archer Cust tarafından hazırlanan Kutsal yerlerdeki statüko raporu durum tespiti yaparak Osmanlı Devleti zamanında 1852 yılında kurulan statüyü korumanın Britanya için en akılcı çözüm olduğunu beyan etmiştir. Esasen İngilizlerin kutsal mekanlara ilişkin bulduğu en akılcı ve adil çözüm Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Abdülmecid ve II. Abdülhamid tarafından özenle korunan statüdür. İngilizler kendilerine has bir statü kurmaya çalışmış olsalar da bu yöndeki çabaları boşa çıkmıştır. 1948'de kurulan İsrail yüzyıllardır işleyen ve Britanya İmparatorluğu'nun bile değiştirmeden devam ettirdiği statükoyu değiştirme gayretleri bölgedeki asıl sorunların sebebidir. Kutsal mekanlarda sadece bir görüş ve dinin temsilcilerinin tek yanlı tasarrufları tarihi açıdan bakıldığında hep hüsrana uğramıştır. Zaman zaman doğal ve doğal olmayan etkenlerle kutsal mekanlar zarar görmüş olsa da bir müddet sonra tekrar asli hüviyetine dönmüştür.

Umutsuz barış planları

Filistin toprakları son yüzyıldır yaşadığı kaotik ortamdan çıkış için çok sayıda barış planlarına muhatap oldu. Milletler Cemiyeti'nin baskısıyla İngiliz Kraliyet Komisyonu 1937 yılında hazırladığı raporda Yahudi ve Arap toplumu için iki ayrı devleti öngörmekteydi. Ayrıca Kudüs'ün uluslararası idare altında olmasını içeren bu plan her iki tarafın reddiyle uygulanamadı. 1939'da Londra'da tarafları uzlaştıracak bir konferans toplayan İngiltere, bu sefer konfederal bir yapıda iki tarafın eşit temsil edildiği tek devlet önerisi yaptı. White Paper/ Beyaz Kitap adıyla kitaplaştırılan öneriler Filistinlileri kısmen umutlandırmıştı. Ancak Yahudi tarafı bu plana şiddetle karşı çıktı.

1947'de BM Genel Kurulu tarafından kurulan özel komisyonun hazırladığı rapor soruna kalıcı çözüm iddiasıyla Filistin topraklarını iki taraf arasında taksim etti. 29 Kasım 1947 tarihinde 181 sayılı karar ile BM Genel Kurulu'nun kabul ettiği bu taksim planına o güne kadar ortaya çıkan planlar bakımından Yahudi tarafında en büyük avantajı veriyordu. Dolayısıyla Araplar bu plana karşı çıktılar. Zira bu karar Filistin topraklarını yedi bölgeye ayırarak üçünü Araplara diğer üçünü de Yahudilere veriyordu. Yedinci bölge olarak tanımlanan Yafa sahilinde Yahudi kenti içinde Araplara ayrı bir parça bırakılacak ve Kudüs ve çevresi ise uluslararası bir statüde olacaktı. O sırada toplam Filistin nüfusu yaklaşık 2 milyon idi ve bu nüfus içindeYahudiler yüzde 31 oranıyla 602 bin nüfusa sahipti. Filistinli Müslüman Araplar ise 1,2 milyon nüfusa Hristiyan Araplar ise yaklaşık 150 binlik bir nüfusa sahipti. Bu planda Filistin topraklarının yüzde 56.47'si Yahudilere bırakılırken nüfus bakımından onların 2 katından daha fazla olan Araplara 125,1 km karelik Kudüs hariç tutulursa yaklaşık yüzde 40'lık bir alan bırakılıyordu. İngiltere bu plan takdim edildikten sonra 14 Mayıs 1948'de Filistin'den çekildiği akşamı İsrail bağımsızlığını ilan ederek taksim planını kendine göre uygulamaya başladı. Ardından çıkan 1948 savaşında taksim planındaki kazançlarını da katladı. İsrail 1967 savaşında Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs yanında Suriye'nin Golan Tepelerini de işgal etti. Bundan sonra ortaya atılan barış planları aynı topraklarda iki bağımsız devleti öngörmekteydi. 1972 ve 1985'de Ürdün'ün ileri sürdüğü planlarda ise Ürdün devleti içinde bir çözüm sunuluyordu. Buna göre, Doğu Şeria merkezli Ürdün ile başkenti Doğu Kudüs olan Batı Şeria merkezli Filistin devleti arasında bir konfederasyon söz konusu idi. Ancak bu planlar barışa hizmet etmek yerine yeni ihtilaflara yol açtı. 1987'de başlayan I. İntifada hareketi, 1990'larda barış umudunu alevlendirmiş olsa da Oslo Antlaşmasını imzalayan İzak Rabin 1995'de suikasta kurban gittikten sonra İsrail siyasetini yönlendiren Likut partisinin etkisiyle barıştan söz edilemez oldu. ABD Başkanı Trump'ın öncülüğünde BAE ve İsrail arasında imzalanan 13 Ağustos 2020 tarihli İbrahim Antlaşması iddia edildiğinin aksine bölgedeki çatışmaları derinleştirmekten ve Arapların kayıplarını artırmaktan öte bir işleve sahip olmamıştır.

Türkiye'nin Kudüs'teki kutsal mekanların idaresi başta olmak üzere kadim şehrin idaresini uluslararası bir statü ile yönetilmesi teklifi esasında 1937'den beri ileri sürülen barış planlarının özüdür. Hatta, Yaklaşık 12 asır önce Hz. Ömer'in tesis ettiği ve son olarak İngiliz manda rejiminin de sürdürdüğü statünün çağdaş şeklidir.

Kudüs kenti ortaya çıktığı andan itibaren Kenan devirlerinden başlayarak bugüne kadar kutsalllığını kaybetmemiştir. Hz. Süleyman'ın yeryüzünde yaptığı Kudüs'te ilk mabet mekanı Babil, Asur, Selevkos ve Roma saldırılarına rağmen varlığını Mescid-i Aksa olarak sürdürmektedir. Müslümanlar ve Yahudiler için kutsal olan ilk mabedin kalıntısı olan duvarları bugün bu sayede ayaktadır. Paganların Jüpiter tapınağı, Hristiyanların başta Kamame kilisesi olmak üzere birçok kutsal mekanı ile Kudüs dünyanın en eski medeniyetlerine dair kutsiyetleri içinde barındırmaktadır. Kudüs üç ilahi dinin kutsal mekan iddia ve inanışlarının kesişim noktasında yüzyıllar boyunca varlığını koruma başarısı göstermiştir. Kutsal kent kurulduğu ilk zamanlardan beri belki de 5-6 bin yıldır en korkunç günlerine son yüzyılda şahit oldu.

İnsanlığın hafızası

Bölgede Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren ortaya çıkan "çatışma, savaş, zulüm, katliam, kan ve gözyaşı" gibi kavramlarla ifade edilen duruma son verme zamanı gelmiş ve geçmiştir. Kutsal kentin tarihi akışında değişik devirlerde ortaya çıkan bu tür fetret devirleri hiçbir zaman bu kadar uzun ve yıkıcı özellikler taşımamıştır. M.Ö. 586'da Babil Kralı Kudüs'ü ve Tapınak/İlk Mesciti yıkmış ama yaklaşık 50 yıl sonra tekrar Kudüs'e barış gelmiştir. Kudüs'ün tarihindeki en talihsiz günlerin yaşandığı Haçlı boyunduruğu altında geçen yıllar ise 88 yıl sonra 1187'de Selahaddin tarafından sona erdirilmiştir. Bu bağlamda, 11 Aralık 1917'den bugüne gelen süreçte yaşananlar Babil ve Haçlı devirlerindeki yıkımlar ile karşılaştırılacak düzeyde hatta onlardan daha trajik boyuttadır. Bu durum sadece iki halkın yani Yahudi ve Filistin halkının aleyhine değil tüm bölge ülkelerinin aleyhinedir. Malezya'nın bilge lideri Mahathir Muhammed'in ifadesiyle dünya barışının önündeki en büyük engeldir. Filistin topraklarına barış gelmeden dünyada barıştan söz etmek mümkün değildir. BM kuruluş belgesinde yer alan milletler arasında barış ve dostluk hedefi ütopik bir madde olarak kalacaktır. Bölge barışı noktasında BM yanında İİT ve Arab Birliği gibi uluslararası kuruluşlar da meşruiyet tartışmaları ile itibar kaybına uğramaya devam edeceklerdir.

Bilindiği gibi Filistin toprakları ve Kudüs insanlığın hafızasıdır. Bu kadim medeniyet toprakları yaşadıkları kara günlerden sıyrılmayı en güzel şekilde başaracaktır. Kudüs tüm adlarıyla kutsaldır ve barış toprakları anlamı taşır. Siz ona Kudüs, Darusselam, Yeruşalayim veya Jerusalem diyebilirsiniz. Ama her dilde barış anlamı içerir. Bu şehir ve çevresindeki topraklar barışa hasrettir. Elbet birgün Kudüs, aslî hüviyetini tekrar kazanacaktır.

Bu bağlamda Türkiye'nin Kudüs'e yönelik son teklifi umut vericidir. Bu teklif uluslararası toplumu da göreve çağırmaktadır. Tüm dünyanın bölge ve dünya barışı noktasında inisiyatif almasını öngördüğü gibi şimdiye kadar ileri sürülen planların da ortak ruhunu yansıtmaktadır.

@suleymankzltprk