Artık tamamıyla yabancıladığımız bir dünyada ya bir sığıntı gibi köşede bir yerde kalmayı seçeceğizdir ya da üzerine "ant içilen bir zaman"ı yakalamak için çoğunluğun tercihlerine kanmayıp sağlam ve sahih bir istikamet tutturmanın yollarını arayıp bulacağızdır.
Dr. Necdet Subaşı / Yazar
"Ayıp zamanlar", aramızdaki tüm farklılıkları bir şekilde sıfırlayarak üzerinde uzlaşacabileceğimiz kullanışlı bir terkip. "Sıradan" halkın, "eğitilmiş" toplumun, "elit" sınıfların, "garip gureba" ahalinin, "bilge" entelektüellerin, "sorumluluk sahibi" aydınların ve "seçilmiş" alimlerin asla bigane kalamayacağı açıklayıcı bir durum bildirimi. Her birimiz epeyce bir süredir derinlemesine idrak ettiğimiz bir sürecin "efradını cami ağyarını mani" düzeyde adını koymaktan bitap durumdayız. Oysa yaşadığımız ve bütün çeşitliliğimizle hissettiğimiz "ayıp zamanlar"dır.
Zor olanı seçmek
Dünyaya farklı zaviyelerden bakarız. Durduğumuz yer, bakış açımız, kavrayış gücümüz, melekelerimiz, değerlendirme ölçütlerimiz bizde zamanla kendine özgülükler oluşturur. Referans dünyamız, bağlandığımız değerler, kişisel algılarımızın hacim ve sınırları gördüklerimiz ve duyduklarımız hakkındaki çıkarsamalarımız üzerinde tartışmasız etkili olur. İstisnai yanlarımızla toplumsal kazanımlarımız birbiriyle örtüşür ve giderek kişiliğimiz billurlaşır. Böylece ya vasata dâhil olarak herkes gibi olmanın bir yolunu bulur, dünyayı biraz daha sorunsuz yaşarız ya da kendine özgülüğümüzü sürekli canlı tutarak zor olanı seçeriz; çoğunluğun nezdinde "cins" oluruz, "garip" oluruz, "tuhaf" oluruz. Çoğu zaman bu tercihlerimiz bizi başkalarından ayıran yegâne özelliğimiz olur. Ondandır kalabalıklara karışmayız, duruşumuzu sık sık belli etmek zorunda kalırız. Başımıza gelecek bir çilemiz varsa gelsin; yüksünmeyiz, çekeriz. Yanı sıra bütün bunların nasıl olup da onca insan ve onca kader arasında gelip doğrudan bizi bulduğuna da şaşmayız, hatta hiç mi hiç bunları dert edinmeyiz. Biliriz, bütün bunları biz istemişizdir. Hem başkasının görmediğini görmeyi, kimsenin duymadığını duymayı, elalemin bir türlü anlamaya yanaşmadığı şeyleri anlamayı heves edip dertlenen başka kim olabilir?
Etrafımızda olup bitenleri hakikaten görmek, gerçeklik dünyasını hak ettiği derinlikte kavramaya emek vermek, mevcut olgu ve bulgulardan şimdi ve gelecek için cesur muhakemelerle çıkmak sanıldığının aksine herkesin harcı değildir. Ondandır "resmin tamamını görmek", "olaylara nüfuz etmek", "işin aslına vakıf olmak" gibi ifadeler pek çoğumuz için klişe bir özlem olmaktan öteye gitmez. Girift konulara kafa yormak, başkasının acısıyla hemhal olmak, olası her durumda zorlukları göze almak, doğruya doğru eğriye eğri demeyi düstur edinmek, imtiyazlılardan değil hakikatin keşfine adanmış simalardan yana olmak aklı başında olan herkes için birbirinden kıymetli değerler üretse de bu erdemler de sonuçta ortaya çıkaracağı bedeller, yükler ve imtihanlar yüzünden ancak kenardan bakılarak izlenen birer temsil olarak takdir edilmekle sınırlı kalmaya mahkum edilirler.
Dünyaya dikkat kesilenler genel geçer yaklaşımların aksine orada görmek istediklerine değil orada gördüklerine odaklanmak isterler.
Gerçekte olan nedir?
Onlar için "Gerçekte olan nedir?", "Dünya sahiden nereye gitmektedir?", "İçine düştüğümüz bu keşmekeşten, bu darboğazdan halâs olmanın mümkün bir yolu var mıdır?" sorularını dile getirmek yetmez; bu dertleri sonuna kadar takip etmek ve işin imla ve gramerini hatta kimyasını öğrenmek onların olmazsa olmaz şiarı olmuştur. Peki bunlar kimin umurundadır? Çoğunluğa uymaktan, cümle külfetlerden azade olmak için verili ortama bihakkın teslim olmayı seçenlerden onları ayıran nedir? Dahası bunu ilkesel düzeyde bir yaşama biçimine dönüştürenler için hayat kendilerine nasıl görünmekte ve bize bu özgün karakterler ne vaat etmektedir? Derdimiz nedir ve dahi bu derdin esas sahipleri kimlerdir?
Bütün bunları düşünürken kendi evrenimize bakmaya odaklanıyoruz. Dikkatli bir duyumsama bize pek çok şeyin sıra dışı varlığını bir şekilde ima ediyor. Kimi sosyal bilimcilerin sıklıkla ve hayıflanarak söylediği gibi ya "bildiğimiz dünyanın sonu"na gelmişizdir ya da "elimizden uçup giden bir dünya"yla veda aşamasında son kez bir aradayızdır. Artık tamamıyla yabancıladığımız bir dünyada ya bir sığıntı gibi köşede bir yerde kalmayı seçeceğizdir ya da üzerine "ant içilen bir zaman"ı yakalamak için çoğunluğun tercihlerine kanmayıp sağlam ve sahih bir istikamet tutturmanın yollarını arayıp bulacağızdır.
Gerçekten de dünya çoktan ayıp zamanlara evirilmiştir. Artık bir şeyler söylemek lazımdır, dile yeni görevler yüklemek, zihni temiz hedeflerle buluşturmak gerekir. Sahi bildiğimiz ve içinde bir şekilde "idare ettiğimiz" dünyaya hangi arada neler olmuştur? Sadece sorumluluk sahibi bilinç sahiplerinin değil, hemen her düzeydeki insanın bile pekala farkına varıp incindiği bir dünyanın artık iyice aleniyet kazanmış ayıplarını nereye koymak gerekir?
Fıtrata çamur sıçratılmış
Ayıp zamanlar, kendini birbirini takip eden bir dizi ayıpla eşleştiren aktüel zamanın işleme ve akış biçimini ifade etmektedir. Yaşadığımız dünyanın hâli üzerine pek çok şey söyleyebiliriz. İçinden geçtiğimiz zamanların bizi nerelere taşıdığı, uğradığımız kıyımlar, maruz kaldığımız acılar, dehşetini her geçen gün daha bir şiddetle hissettiğimiz akıl dışılıklar... Bunları çoğaltmak mümkün. Bu ayıplar yeryüzü ölçeğinde hiçbir zaman şimdi olduğu kadar hayatı kuşatma ve insanları kendine mahkum etme gücüne sahip olmamıştı. Fıtrata çamur sıçratılmış, hayat rayından çıkarılmış ve insanlık dünyası bu ekstrem zaman dilimini makul ve muteber bir akış olarak kabullenmeye zorlanmıştır. Ayıp zamanlardan kıyametin alametlerine gitmeyi başaranlar buradan asla elleri boş dönmeyeceklerdir. Öyle ya ahlaki kıyımlar çoğalmış, teraziler bozulmuş, hakikat ölçüleri keyfileşmiş ve insan nereye döneceğini şaşırır bir hâle gelmiştir.
Böylesi durumlar kuşkusuz sık tekrarlanan imtihanlar arasında bir yerde sayılabilir ve insanlığın bu tür anormallikleri normalleştirmemek için ne gibi çabalar sarf ettiğini düşünmek bize elverişli bir yol açabilir. Kuşkusuz şimdi bilfiil yaşadığımızın kendine mahsus yapısını bir tarafa koyup düşündüğümüzde aslında söz almak için seferber olan kurtarıcı kadro hep aynı isimlerdir. Düşünmeyi, akletmeyi, sonuç çıkarmayı, yol tutturmayı, hesaplaşmayı ve bir duruş ortaya koymayı çoğunluğun girdabında kaybolarak erteleyen ya da bütün bu olanlar karşısında kendisini başlı başına güçsüz hissedenlerin nezdinde olup bitenlerin tek bir adı vardır o da ayıptır. "Ayıp zamanlar" ifadesi bir suçlama ya da durum tespitinden çok fıtratın, geleneğin, ahlakın, alışkanlıkların, vicdanın ve merhametin bir yolunu bulup son bir hamleyle bize fısıldadığı şeydir. Büyük çoğunluğun dilinde, aleladeliklerle bütünleşmeye ikna edilmiş bir dünyanın çığlığında entelektüel bir manifesto cümlesi yer almayacaktır. Ayıp zamanlar bütün bir toplumun türlü olasılıklara kapılarını çoktan kapatmış bir gündelik hayat repliği olarak kabul görür.
Oysa biz tumturaklı cümlelerin peşindeyizdir. Aydınların, entelektüellerin yaşadığımız dünyayı bize anlatmalarını bekleriz. Onların kılı kırk yaran yorumlarına bağlanarak sorunu yumuşatacağımızı düşünürüz.
Nefes alacak yer kalmadı
Olan olmuştur, yeryüzünde nefes alacak bir yer kalmamıştır. Aydınlar konuşsun, entelektüeller Allah rızası için söz alsınlar, alimler dillerinin altındaki baklayı çıkarsınlar. Belki onlar konuşsalar ayıp zamanlardan kurtulmanın da bir yolunu bulmuş oluruz. Hep bunu ister hep bunu talep ederiz. Sonra da onların kendi dil dünyalarına sıkışıp kalmış sözcüklerin, telmihlerin, çığlıkların nasıl olup da bize kadar ulaşmadığından dem vururuz. Oysa durum açıktır, yara hepimize dokunduğunda çığlık kendine bir mecra arayacaktır. Şimdi aradaki tüm farklılıkları bir kenara koyup kulak verdiğimizde dağ, taş ve cümle mevcudat ayıp zamanlara eriştiğimizi söylemektedir. Şimdi ne yapmak gerekir? Hazır bir senkronizasyon sağlanmışken oturup kendi özgünlüğümüzün altını çizerek yaşadığımız hikayeye başka başka adlar mı koyacağızdır?
Bizi kim ayıltacak?
Oysa toplumun derdi ayıplarladır. Bilim adamları olgusal dünyanın açıklamasına yönelirken orada olup bitenin varsa bir matematiği, fiziği ve mimarisi onu açığa çıkarmaya çalışırlar. Dünyanın gidişatını altüst eden belli başlı müdahalelerin ortaya koyduğu yıkımlar, kırımlar, ihlaller ve kötürümleştirici ikna stratejileri karşısında bilim insanının bize sunacağı tek şey bütün bu verileri okuma becerisi olan entelektüelleri harekete geçirmek olmalıdır. Bizi kim ayıltacaktır? Burada gözümüzün önünde eriyip kül olan bir dünyanın tek tek her birimize yansıyan maliyeti en başta insanlık kategorisinden hızla uzaklaşmamızı sağlayacak ölçüde derinleşen ahlaki dejenerasyonda kendini göstermektedir. Öyle ki artık ahlaktan ne suça ne de günaha gidebiliyoruz. Bu büyük, derin ve içli çürümenin bizi ayıp zamanlara eriştirdiği gün gibi aşikârdır. Suç dediğimiz de ne yapılacağı az çok o bellidir, günah dediğimizde tövbeden başka yapılacak başka hangi telafi mekanizmaları vardır? Ayıp öyle midir? Allah'tan korkmayanın kuldan da utanmayacağının dillere pelesenk olduğu bir dünyada ayıp zamanlarla nasıl baş edeceğiz?
@darulmedya