ABD, özellikle de Fransa ve İngiltere kaynaklı haberlerde "Almanya, Avrupa'nın yeni hasta adamı" gibi yorumlar ve makaleler okuyoruz. Çünkü Alman sanayisinde aylardır siparişler artmıyor, üretim yatay veya yer yer azalarak yapılıyor, bazı sektörlerin teknolojik gelişime uyumu yetersiz bulunuyor, inşaat sektörü ise bütün alt sektörleriyle beraber tam bir düşüşte. Sürekli verdiği dış ticaret fazlasıyla bugüne kadar dünya medyasında olumlu anlamda konu olan Alman ekonomisi son iki çeyrekte daralma yaşadı. Yani ekonomisi küçüldü.
Ufuk Batum/ Yönetim Danışmanı ve Girişim Mentoru
En fazla ABD'nin istekli olduğu Rusya-Ukrayna Savaşı 1,5 yılını doldurdu. Öyle anlaşılıyor ki ölümler, yaralanmalar, zarar gören altyapı ve daha da önemlisi paramparça olan toplumlar pek de kimsenin umurunda değil. Durumun vahametini kavrayan ve barış için büyük çaba sarf eden tek ülke Türkiye. Zararın en büyüğü şüphesiz ki Rusya ve Ukrayna'ya çünkü birbiriyle savaşan bu iki ülke sadece askerini, teçhizatını, mühimmatını kaybetmiyor. En önemlisi geleceğini, itibarını, umudunu, zamanını kaybediyor.
Kaybedenlerin ikinci sırasında kim var derseniz; "kesinlikle Avrupa var" diyebiliriz. Milyonlarca Ukraynalı savaştan kaçarak daha güvenli bulduğu Avrupa ülkelerine geçti, mülteci olarak sığındı. Bu yükün sıklet merkezi şimdilik Polonya. Tabii çevredeki diğer ülkeler de bu durumdan olumsuz etkilendiler. Almanya, Macaristan, Romanya, Baltık Cumhuriyetleri de beklenmedik bu yüke, maliyete şimdilik katlanıyor. Rusya'dan da aynı sebeple çok sayıda vatandaş ayrıldı. Hem Rusya hem de Ukrayna'dan Türkiye'ye gelen kişi sayısı da çok yüksek. Ev kiralayan da var, satın alan da. Geçenlerde gördüğüm bir istatistik yabancılara ev satışlarında Rusya'nın başı çektiğini gösteriyordu. Hani Ukrayna da hiç fena değil sıralamada. Ama zannetmeyin ki konut fiyatlarındaki artışın sebebi Rus ve Ukraynalıların Türkiye'den konut alması. Çünkü rakamlar diyor ki; konut satışlarında yabancıların payı en yoğun zamanlarda bile toplam satışlar içinde yüzde 3'ü geçmiyor.
AVRUPA ZORLANIYOR
Avrupa'nın bugünkü zenginlik seviyesinin bir sebebi eski kolonilerini halen sömürmeye devam etmesi ve dolayısıyla en önemli ve stratejik kaynakları, hammaddeleri, cevherleri üç kuruşa alması ise, ikincisi de Rus enerjisini onlarca yıl boyunca ucuza temin edebilmesidir. İnanın Avrupa'nın bütün değerler manzumesine ve bilime dayalı verimlilik vurgusuna rağmen bu ucuz hammadde ve enerji meselesi denklemden çıkarıldığında Avrupa'nın birçok ülkesinin çeşitli sektörlerinde faaliyet gösteren şirketleri rekabetçi olamayacağından zorlanacak, kepenk indirecek, iflasını isteyecektir. Bunu temin edeceğiniz veriden de, son birkaç yıldır yaşanan gelişmelerden de takip ve teyit edebilirsiniz. Bir de kendi deneyimim açısından özellikle Fransa, İtalya, Almanya gibi Avrupa'nın kök sanayisini oluşturan büyük ülkelerde yaşama ve iş yapma imkanı bulmuş birisi olarak teyit etmek isterim ki "deniz gerçekten bitti", bitiyor. 1990'ların ikinci yarısında Avrupa'da yönettiğim o işletmeler, mal aldığım tedarikçiler, ziyaret ettiğim yüzlerce fabrika bugün farklı bir gerçeklikle yüzleşiyor. Rusya'nın eskisi kadar kolay, olağan ve ucuz enerji tedarikçisi olmaktan çıktığı yeni bir dönemde Avrupa daha da zorlanacaktır. Kaldı ki Rusya artık Avrupa için kolay avlanacak, ele geçirilecek bir pazar da değildir.
Şimdilerde ABD, özellikle de Fransa ve İngiltere kaynaklı haberlerde "Almanya, Avrupa'nın yeni hasta adamı" gibi yorumlar ve makaleler okuyoruz. Çünkü Alman sanayisinde aylardır siparişler artmıyor, üretim yatay veya yer yer azalarak yapılıyor, bazı sektörlerin teknolojik gelişime uyumu yetersiz bulunuyor, inşaat sektörü ise bütün alt sektörleriyle beraber tam bir düşüşte. Sürekli verdiği dış ticaret fazlasıyla bugüne kadar dünya medyasında olumlu anlamda konu olan Alman ekonomisi son iki çeyrekte daralma yaşadı. Yani ekonomisi küçüldü. Çeliğinin kalitesiyle, İKEA, Volvo, ABB, SKF gibi birçok güçlü şirketiyle bilinen İsveç de son çeyrekte küçüldü. Her ne kadar Avrupa'yı tahayyül ederken farklı dil, kültür, etnik yapı ve kimlik ön plana çıksa da, aslında Avrupa finans ve sanayi açısından büyük ve adeta tek parça bir tedarik zinciri sayılabilir. Yani Bulgaristan'dan veya Hırvatistan'dan giriş yaptığınızda kimsenin size dur demesine gerek kalmadan ister batıda Portekiz'e kadar, ister kuzeyde Norveç'in kutba uzanan ucuna kadar binlerce kilometre savrulur gidebilirsiniz. Avrupa Birliği bir haliyle büyük bir üretim ve refah birliğidir, diğer bir haliyle ise tuğlalardan birini çektiğinizde çökebilecek mağrur ve kırılgan bir yapıdır.
KİLİT TAŞI
Gelmiş geçmiş en önemli mimarlardan biri olan Mimar Sinan'ın köprü ve kemerlerde kullandığı kilit taşının Avrupa ekonomisindeki analojik karşılığı Almanya'dır. Almanya demek çok doğrudan Hollanda, Danimarka, Avusturya, hatta İsveç demektir. Son birkaç on yıldır Avrupa'nın en büyük ekonomisi olan Almanya'nın özellikle Avrupa Birliği'nde söz sahibi olduğunu gayet iyi biliyoruz. Nitekim Merkel'in 20 yıla yakın güçlü liderliği hem Almanya'yı hem de Avrupa'yı ayakta tutmayı başardı. Merkel iktidarı Avrupa dengelerini daha iyi yönetiyordu, hatta Avrupa-Rusya ve Avrupa-Türkiye ilişkilerini de testiyi kırmadan yürütebiliyordu. İşte Merkel'in siyaseti bırakması, hatta belki de bıraktırılması küreselciler için "sadece zayıflayan bir Almanya'nın değil, zayıflayan bir Avrupa'nın" kapısını araladı.
İkinci Dünya Savaşı'nı kaybeden faşist Almanya sahip olduğu sanayi ve üretim kodlarıyla tekrar ayağa kalktı, birliği önce yapılandırdı sonra güçlendirdi, hatta o kadar ki 1989'da yıkılan Berlin Duvarı sonrası birkaç trilyon dolar harcayarak iki Almanya'yı birleştirmeyi başardı. Reagan ve Thatcher'ın çağdaşı olan Helmut Kohl, Hıristiyan Demokrat Parti'nin lideri olarak Almanya'yı 1982-1998 yılları arasında 16 yıl yönetirken istikrarlı bir büyümeyi sağladı. 1998-2005 arasında göreve gelen Sosyal Demokrat Parti'nin lideri Gerhard Schröder, Tony Blair'in içi boş "üçüncü yolu"nun başıboş takipçisi olup duvara toslamadı mı? Zaten hemen sonrasında 2005-2021 yılları arasında tekrar güçlü Almanya'yı yapılandıran Angela Merkel'in hikayesini biliyoruz. Ne tesadüftür ki o da Kohl gibi Hıristiyan Demokratların lideriydi. Şimdi ise kendinden menkul bir sosyal demokrat lider olan Olaf Scholz Almanya'nın başında. Almanya'nın başında bugün gerçekten biri var mı, kimse emin değil. Başıboş bir mayın misali Almanya salınıyor. Nitekim Scholz'un başa geçmesinden sadece birkaç ay sonra ABD'nin güle oynaya Rusya-Ukrayna Savaşı'nı başlatması tesadüf olabilir mi?
MENDERES-ÖZAL-ERDOĞAN
ABD'de nüfusun yaklaşık yüzde 20'si günlük gazeteyi tam olarak okuyup anlayamaz. Ama tutun ki siyasi analiz yapabilecek birini bulup sorsanız, ABD siyasi tarihinin son 50 yılında tarihe iz bırakan (yani legacy'si olan) en başarılı başkanının muhtemelen sağ siyasetçi Reagan olduğunu söyleyecektir size. Almanya'da da Kohl ve Merkel 16'şar yıl başbakanlık yapmış sağ tandanslı başarılı siyasetçiler olarak kabul edilir. Birileri "benim oyum çobanla bir mi" gibi ipe sapa gelmez laflar etse de, tepeden bakmak bir grup Jakoben'in elinde kötü bir silah olarak araçsallaşsa da, Türk toplumu her fırsatta kendisine hizmet edecek liderleri iç ve dış dinamiklere bakmadan başa getirdiğini hatırlayalım. Örneğin Menderes, Milli Şef İsmet İnönü'ye rağmen arka arkaya üç dönem başbakan olarak seçildi. Özal ise Amerika'nın "bizim çocuklar" dediği darbeci generallerin seçmene Turgut Sunalp'in horoz amblemli partisini adres göstermesine rağmen iki dönem arka arkaya başbakanlık koltuğuna oturmayı başardı. Toplum aynı feraseti yine 2002-2028 yılları arasında Erdoğan'dan yana gösterdi. Türk seçmeni açık seçimlerle yapılan demokratik yarışta iktidarı Erdoğan'a tam beş dönemdir teslim ediyor. Öyle ki dünya medyasının, finans kuruluşlarının ve etki ajanlarının yanlış yönlendirmesine bile ferasetiyle, irfanıyla, inancıyla direniyor.
Gelelim Türkiye'nin son dönemlerine damga vuran sosyal demokratlara. Hemen en başta söyleyelim ki Türkiye'de temel ve kavramsal bir hata yapılıyor. CHP, Türkiye'nin sol partisi değildir. Aslında CHP hiçbir zaman sol olmamıştır, iddiasında bile bulunmamıştır. CHP; kurucu, cumhuriyetçi, devletçi, bürokrasiye ve askere dayalı, seçkinci ve zaman zaman Jakoben bir siyasi partidir. Şüphesiz ki en eski ve köklü partimizdir ancak sol değil, hatta küçük denemeler yapmaya çalışsa bile sosyal demokrat bir parti bile değildir. Ecevit'in 1970'lerin ilk yıllarına damgasını vuran "Toprak İşleyenin, Su Kullananın" sloganı dışında gerçekçi, içi dolu, ideolojik tutarlılığı olan, toplumda karşılık bulan bir arayışı, göz dolduran bir açılımı söz konusu olmamıştır. Tabii Deniz Baykal'ın Ricky Martin ile "Un, Dos, Tres, Maria"lı günleri de, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Jeremy Rifkin'dan medet uman yaklaşımı da siyasi arenamızda hazırlıklı ve iddialı olmaktan ziyade şaşkın ve çaresiz olarak değerlendirilmiştir. Blair ve Schröder'in "üçüncü yol" romantizmi hatırladığımız kadarıyla Baykal'ın ilgisini pek çekmişti. Zaten CHP tabanında pek istenmese de Derviş'in partiye dahli işte bu üçüncü yol dönüşümüyle mümkün olabilmişti.
DÜNYA DEĞİŞİYOR
Dünya öyle hızlı değişiyor ki bildiğimiz, kabul ettiğimiz her şey tek tek yıkılıyor. Kavramlar, ideolojiler, stratejik iş birlikleri, kamplar, iş modelleri, tüketim davranışları eskiyor, yerine yeni kalıplar gelip oturuyor. Tam yenilerine alışmaya çalışıyoruz ki bir bakmışsın onlar da eskimiş. G8'den çıkarılan Rusya'ya ambargo uygulanıyor ama pek fazla bir sonuç alınamıyor. Örneğin Rusya'nın Baltık Denizi'nin altından geçerek Almanya'ya ve oradan da Avrupa'ya gaz taşıdığı Nord Stream Boru Hattı vurularak havaya uçuruluyor. Saldırının İngiltere-ABD planı olduğu biliniyor, açık kaynaklarca yazılıyor çiziliyor, zararı en fazla Almanya'ya ve Kıta Avrupası'na oluyor ama yeni iktidara gelen Scholz'un sesini, isyanını, başkaldırışını duyanınız oluyor mu? Olmuyor çünkü o da herkes gibi izliyor ve Alman ekonomisi sinyal vermeye devam ediyor. Avrupa'da dengeleri ve değerleri altüst eden bütün bu sevimsiz gelişmeler yaşanırken ve özellikle genç kuşaklar için umutlar azalırken ne yazık ki ırkçılık, yabancı düşmanlığı, nefret suçları hızla yükseliyor.
G7 kendi problemleriyle uğraşırken, BRICS ülkeleri de dünyanın en temel sorunlarından biri olan dolarizasyona karşı çok önemli ve stratejik çareler geliştirmekle meşgul. Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika'dan oluşan BRICS ittifakı Suudi Arabistan, Arjantin, Birleşik Arap Emirlikleri, Etiyopya, İran ve Mısır 'ın üyelik başvurularını kabul ederek yeni ülkelerle sathı genişletiyor. Diğer taraftan da ABD dolarının küresel hakimiyetine son vermek amacıyla yeni bir para birimi çıkarmayı bile düşünüyor. Unutmayalım ki; ABD için dolara zarar verecek, hegemonyasını kıracak her küçük hamle eskiden savaş sebebiydi ancak artık ABD kendinde o gücü hissetmiyor.
Bir başka önemli ve Türkiye'yi de çok ilgilendiren konu ise Sahraaltı Afrika'da yaşanan gelişmeler. Çünkü Türkiye Afrika'ya son 15-20 yıldır titiz, dengeli, insani ve eşitler ilişkisine dayalı bir açılım ve yatırım içinde. Son gelişmelerde görüyoruz ki emeği, hammaddesi, cevherleri, kaynakları yok pahasına sömürülen Mali, Burkina Faso, Nijer ve Gine gibi ülkeler Avrupa'nın emperyal güçlerini ülkesinden atmaya çalışıyor. Yanına ABD'yi de almaya çalışan başta Fransa gibi ülkeler muhtemel kaybın büyük olacağını bildiğinden bu ülkelere askeri müdahale sinyali veriyor. Ne ilginçtir ki başını Nijerya'nın çektiği Togo, Gana, Benin, Fildişi Sahilleri, Senegal gibi ülkeler ise eski düzenin devamından yana; özgürlüğünü ve bağımsızlığını arayan bu ülkelere silahlı müdahale edebileceğini ifade ediyor. ECOWAS ülkeleri olarak bilinen bu geniş coğrafya ne yazık ki ikiye bölünmüş durumda. Gariptir ki güneydekiler emperyal düzenin devamından yana bir tavır içerisinde.
TÜRKİYE'NİN DURUMU
Bu hızlı değişim ve yeni kamplaşma içerisinde Türkiye için yeni fırsat koridorları açılabilir. Türkiye birçok uluslararası krizde tarafsız ve ara bulucu, barış sağlayıcı konumunu tahkim etti. Etmeye de devam edecek. Bunu en son Rusya-Ukrayna Savaşı'nda ve Tahıl Koridoru Anlaşması'nda gördük. Türkiye kendi güvenliğini teminat altına almak, gerektiğinde kendi göbeğini kesebilmek, dost ve müttefiklerinin ihtiyaçlarını karşılayabilmek, yeni eksenlerde yeni iş birlikleri kurmak için büyük bir devinim içerisinde. Doğal olarak zorluklar ve sıkıntılar da yok değil. Ancak son dönemlerde yaşanan olaylarda deneyimlediğimiz gibi; Türkiye teknolojik gelişimini, girişimci ekosistemini, eğitim altyapısını, başta savunma sanayi olmak üzeri ana sektörlerini, kültürden spora hemen her alanda yumuşak güç unsurlarını daha fazla tahkim ettikçe kendi bağımsız ve özgür politikalarını ve arzu ettiği stratejik kamplarını kurup yönetebilecek bir ülke haline gelecektir.