Avrupa'da göçmenler ihtiyaç mı, düşman mı?

Doç. Dr. Bekir Gündoğmuş/USKAM Başkan Yardımcısı
31.01.2025

Seçim arefesindeki Avrupa, göçmen ihtiyacı ile göçmen düşmanlığının arasında gidip gelen dikotomik bir görüntü vererek çok daha köklerde yaşadığı krizlerin varlığına işaret ediyor.


Avrupa'da göçmenler ihtiyaç mı, düşman mı?

Doç. Dr. Bekir Gündoğmuş/USKAM Başkan Yardımcısı

Avrupa'nın birçok ülkesi 2025 yılı içerisinde seçim süreçlerine sahne olacak. Seçimlerin üzerinde; bir türlü kontrol altına alınamayan ekonomik krizler, ağırlaşan sosyal sorunlar, işlevsizleşen siyaset, bölgesel etkileri görmezlikten gelinemeyen Rusya-Ukrayna savaşı gibi birçok sorunun gölgesi bulunuyor. Seçmen kitlelerinde geleceğe dair olumlu beklentilerin olmayışı, arka planda teyakkuz halinde olunan bir ruh halini besliyor. Bu durum Avrupa'nın bir süredir gündeminde olan mülteci meselesini çok daha çetrefilli bir hale dönüştürüyor. Özellikle Avrupa'da en fazla sayıda mülteciye ev sahipliği yapan Almanya bunun ilginç bir örnekliğini sunuyor.

Yapılan araştırmalar ve gündeme gelen tartışmalar değerlendirildiğinde Avrupa geneli seçimlerde siyasal tercihleri birinci dereceden etkileyeceği öngörülen faktör olarak, konjonktürün de işaret ettiği gibi, güvenlik ve istikrar arayışının öne çıktığı gözlemleniyor. Bu durum göçmen karşıtlığının ve yabancı düşmanlığının tüm siyasi partilerde meşruiyetinin zemini olarak kabul edilebilir. Ancak demografik verilerin de açıkça ortaya koyduğu gibi yaşlanan Avrupa'nın yarınında göç ve göçmenler görmezlikten gelinemeyecek bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla seçim arefesindeki Avrupa, göçmen ihtiyacı ile göçmen düşmanlığının arasında gidip gelen dikotomik bir görüntü vererek çok daha köklerde yaşadığı krizlerin varlığına işaret ediyor.

Avrupa seçimlere hazırlanıyor

2025 yılının başlamasıyla birlikte Avrupa genelinde birçok ülkede seçim takvimi de işlemeye başladı. Yerel seçimler ya da parlamento veya cumhurbaşkanlığı seçimlerini kapsayan bu seçimler yalnızca ilgili ülkelerin iç dengeleri açısından değil aynı zamanda Avrupa Birliği'nin geleceği başta olmak üzere bölgesel ve küresel dengeleri de etkileme potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Örneğin Almanya'da aşırı sağ parti AfD'nin yükselişi merakla takip edilirken, İtalya'daki yerel seçimler Meloni hükümeti için adeta bir güven oylamasına dönüşebilecek ya da Çekya'da "Çek Trump" ünvanlı eski Başbakan Babis'in iktidara gelme ihtimali demokrasi için alarm zillerinin çalmasına neden olarak gösterilebilecek. Keza Kosova, Arnavutluk ve Hırvatistan'da yapılacak seçimler de Balkanlar'daki mevcut politik gerilimleri ya daha kırılgan hale getirecek ya da diplomatik çözüm süreçleri ile ilgili yeni yol haritalarının gündeme gelmesini tetikleyecek. Bütün bunlara ilaveten Rusya, Gürcistan, Polonya, Belarus gibi ülkelerde gerçekleştirilecek seçimler de Rusya-Ukrayna savaşının seyrini doğrudan etkileyebilecek. Bu nedenle 2025 yılında Avrupa genelinde gerçekleşecek seçimlerin yakından takip edilmesinde yarar bulunuyor. Şubat ayının sonuna doğru sandığa gitmeye hazırlanan Almanya bu anlamda belki de bazı gelişmelerin ilk işaret fişeğinin verildiği seçimlerin ev sahibi olmaya aday görünüyor.

Göç ile yüzleşmekten kaçınmaya devam mı?

Kamuoyuna yansıyan çeşitli istatistiki bilgiler, Almanya'da en hızlı büyüyen seçmen grubunun göçmen kökenli insanlar olduğunu gösteriyor. Yaklaşık 60 milyon seçmenin bulunduğu Almanya'da 7 milyonun üzerinde göçmen kökenli seçmen sandığa gidiyor. Toplam seçmenin yüzde 12'sine tekabül eden bu oran seçim sonuçlarını etkileyebilecek bir potansiyel anlamına geliyor. Göçmen kökenli seçmenlerin yaklaşık 1 milyonu Türkiye, 2 milyonu Avrupa Birliği, 2,5 milyonu eski Sovyetler Birliği, 2 milyonu Asya, geri kalanlar da Afrika ve Amerika kökenli insanlardan oluşuyor. Bu rakamlar, Almanya'nın geleceğinde göçmenlerin ne denli roller üstlenebileceği ile ilgili ipuçları sunması bakımından önem taşıyor. Alman toplumunda azalan doğum oranlarıyla birlikte çok daha dikkat çekici hale gelen göçmenlerin sayısındaki artış demografik açıdan bu öngörüleri doğruluyor. Göçmen sayısındaki artış aynı zamanda toplumsal çeşitliliğin (farklı dil, din, kültür vb.) artışı hakkında da bilgi veriyor. Göçmen kökenli seçmenlerin yekpare hareket ettiğine dair inancın veya beklentinin aksine pratikte heterojen bir seçmen davranışı skalasının oluştuğu bilinmektedir. Öyle ki, göçmen karşıtlığı dışında neredeyse hiçbir politik önermesi olmayan aşırı eğilimli partilere oy veren çok sayıda göçmen kökenli insana rastlamak da mümkündür.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kalkınmasını Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden talep ettiği işgücü göçüyle gerçekleştiren Almanya için göç olgusu, o günden bu yana ikircikli bir konu haline geldi. Zira teorilerin de öngördüğü şekliyle göç olgusunun; başladıktan sonra durdurulamayan, dönüşen ve dönüştüren bir niteliğe sahip olduğunu Almanya bizzat tecrübe etti. Nitekim işgücü göçü ile işçi ihtiyacını karşılamayı planlayan Almanya, işi bittiğinde işçileri geri göndermek için "misafir işçi/gastarbetier" statüsünü icat ederken işçilerin misafir olmayıp kalıcı vatandaşlar olacağını, gönülsüz de olsa, aradan geçen onlarca yıldan sonra ancak kabullenmek durumunda kaldı.

Göçmenlerin kalıcılığı, başka faktörlerle de açıklanacağı gibi, işgücü piyasaları açısından da anlaşılabilir nitelik arz etmektedir. Çünkü göçmenler işgücü piyasasına dahil olduktan sonra kirli, tehlikeli ve zor statüsündeki bazı meslekler "göçmen işi" olarak etiketlenmekte ve ev sahibi toplum üyeleri bu mesleklerden uzak durmaya başlamaktadır. İşgücü piyasasında ikili yapının ortaya çıkmasına neden olan bu durum göçmen işgücünü de kalıcı bir ihtiyaç haline getirmektedir. Dahası Almanya gibi ülkelerde evlenme ve doğum oranlarının oldukça minimum seviyelere düşmesi bu ihtiyacın bağımlılık seviyesinde yükselmesine ve bu ülkelerin yurtdışından sürekli göçmen işgücü talebinde bulunmasına da neden olmaktadır.

Seçimlerin kaderi korkunun yönetiminde saklı

Almanya'da göç ve göçmenlerle ilgili mevcut gerçeklik, belirtilen bu dinamiklere sahip olduğu halde Alman siyasetinde göçmen karşıtlığı oldukça popüler bir konuma yükseldi. Göçmen karşıtlığı denildiğinde her ne kadar akıllara aşırı sağ eğilimli Almanya için Alternatif Partisi (AfD) gelse de esasında hemen hemen tüm Alman siyasi partiler göçmen karşıtı söylemlere yöneldi. Onun için seçim sonuçlarına bakarak göçmen karşıtlarının oranı hakkında bilgi sahibi olmak pek mümkün görünmemektedir.

Peki o halde, madem göçmenler Almanya'nın bir hakikati ise Alman siyasi partileri neden göçmen düşmanlığını körüklüyor ya da buna göz yumuyor?

Aslında bunun cevabı siyasetin, daha doğrusu siyasi partilerin işlevsizleşmesinde aranabilir. Malum olduğu üzere siyasi partiler, toplumsal sorunlara çözüm üretme işlevini yerine getirebildiği müddetçe varlığını devam ettirebilir. Bugün Almanya'da ya da diğer birçok ülkede ana problem, seçmene gerçekten güven telkin edebilen siyasetin siyasi partilerce ortaya konulamamasıdır. Bundan ötürü seçmenlerde genel olarak geleceğe dair umutsuzluk duygusu hakim olmaktadır. Zira çözüm adresi olması gereken siyasi partiler, sorunlar karşısında yetersiz kalmaktadır.

İşte tam da bu noktada seçmen davranışları açısından çok önemli iki duyguya, yani korku ve güven duygularına dikkat çekmek gerekmektedir. Eğer bir siyasi parti seçmenlerin davranışını kendi lehine olacak şekilde değiştirmek istiyorsa bunun için mevcudun devamı ya da mevcudun değişimi durumunda ortaya çıkacak tabloyu göstererek seçmenin korkusunu yönetebilmeli ama bunu yaparken de kendisinin bu makus talihi değiştirecek doğru adres olduğu konusunda seçmene güven telkin edebilmelidir. Bugün siyasetin tıkandığı nokta tam olarak burasıdır. Seçmene ya da daha genel planda topluma güven telkin edemeyen siyasi partiler yalnızca korku yönetimi ile sınırlı bir siyaset ortaya koymaktadır. Bu durum iktidar partileri için geçerli olduğu kadar muhalefet partileri için de geçerlidir. İktidar istikrar kartını kullanarak korkuturken muhalefet güvensiz gelecek söylemi ile korku tünelleri inşa etmektedir. Seçmeni göçmen ile korkutmak herkes için en az maliyet içerdiğinden sosyal sorunların, ekonomik krizlerin, işsizliğin veya seçim başarısızlığının bütün yükü kolaylıkla göçmene yüklenebilmektedir.

Göçmen ihtiyacı ile düşmanlığı arasındaki ikilem de tam olarak bu kertede ortaya çıkmaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki, ele alınması gereken asıl öncelikli sorun göç olgusu değil, siyaset kanalının tıkanması ya da işlevsizleşmesi sorunudur. Göçmen düşmanlığı yaparak oylarını artıran aşırı sağ partilerin iktidara gelmesi durumunda neler yapıp yapamayacağını İtalya'da Meloni hükümeti bizzat ispat etmektedir. Dolayısıyla, Meloni örneğinde olduğu gibi, esasında siyasi partiler ya da liderler pragmatist bir tutum takınarak göçmenleri populizmin aparatına dönüştürmektedir. Diğer bir ifadeyle, göçmen işgücü ihtiyacına rağmen göçmen düşmanlığı ortaya koyan siyaset aslında kendi politik açmazlarını ve yetersizliğini ifşa etmektedir. Öte yandan gelecek için sorulması gereken bir soru da, arka planda oluşmaya başlamaktadır: "Göçmenler daha ne kadar pragmatizme kurban edilmeye devam edecek ve bu kurbanların biriken öfkesi nasıl yönetilecek?"