Atatürk'ü Kemalizm'in boyunduruğundan kurtarmak için yapılan ilk hamle Türkiye'de muhafazakâr bir parti olarak hükümet etmiş olan Demokrat Parti yıllarında gelmiştir. Atatürk'ü koruma kanunu henüz Türkiye'de sağ-sol tartışmalarının dahi alevlenmediği bir dönemde, 1950'li yılların başlarında yürürlüğe girmiştir. Yalnızca bu olay dahi Atatürk'ün ya da Atatürkçülüğün bir kesimin tekelinde olamayacağının delili niteliğindedir.
Dr. Uğur Matiç/ Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Öğretim Üyesi
Türk siyasal hayatını meşgul eden, aslında aşılması zor olmayan fakat yapay gündemlerle sürekli olarak siyasetin ve dolayısıyla toplumun baş ağrısı çekmesine neden olan konuları Türkiye'nin kronik sorunları olarak adlandırmayı tercih ediyorum. Ak Parti iktidarları boyunca Türkiye birçok kronik sorununu çözerek bunları sorun olmaktan çıkarmayı başarmıştır: Başörtüsü meselesi, Türkiye'nin ekonomik olarak IMF ve Dünya Bankası gibi Batılı kurumlara bağımlılığı, irtica tehdidi, Kürtlerin siyasal ve toplumsal meselelerdeki konumu, Alevi-Sünni tartışmaları, ülke sınırları içindeki terör olayları, ordunun siyaset üzerindeki etkisi ve rolü... gibi. Bu konuların her biri belli dönemlerde aşılamaz gibi görülen devasa meseleler olarak gündemi uzun süre meşgul etmiş mevzular olmakla birlikte büyük ölçüde aşılmış ve aşılmaya da devam eden, en azından kimi boyutlarıyla Türkiye'nin ilerlemesinin önündeki büyük engeller gibi durmaktan çıkarılabilmiş meselelerdir. Bununla birlikte bu türden meseleler zaman zaman gündeme gelmekte ve "acaba kronik dertlerimize yeniden mi dönüyoruz?" gibi bir kaygıyı da beraberinde getirmektedir.
Bugünlerdeki teğmenlerin kılıçlı yemini meselesi de bu minvalde bir tartışmaya neden olmuştur. Geçtiğimiz günlerde Kara Harp Okulu mezuniyet töreni sırasında bir grup teğmenin kılıç çekerek yaptığı alternatif yemin gösterisi, bazı kronik tartışmaların da kapılarını yeniden aralamıştır. Öncelikle en basit yönüyle ele alındığında muhtemelen karşılaşılacak olan durum, askerlerin mevcut program dahilinde olmayan bir eyleme girişmeleri nedeniyle disiplinsizlik yaptıkları gibi bir değerlendirme olacaktır. Fakat malumdur ki bu konunun bir süredir Türkiye'nin gündeminde yer tutmasının nedeni basit bir disiplin olayı değildir.
Toplumsal refleks
Birbirinden çok da farklı değilmiş gibi görünse de aslında meseleyi ele alış biçimi bakımından ana eksende iki farklı boyut söz konusudur. Bunlardan ilki, her şeyden önce bu türden gelişmelerin Türkiye'nin geçmiş darbe deneyimlerini çağrıştırmasıdır. Daha önceleri ortalama her on yılda bir Türk siyasetine balans ayarı uygulayan, içindeki NATO eksenli yapılanmalarla darbeyi adeta bir gelenek haline getirmiş ordu izlenimi, bu türden gelişmeler yaşandığında halen Türk milletinin ve Türk siyasetinin hafızasında bir refleks olarak canlanabilmektedir. Son yıllarda Türk ordusu darbeci ve Kemalizm'in taşıyıcısı rol atfından tedricen uzaklaşmış, 15 Temmuz darbe girişiminden sonraki gelişmelerle birlikte neredeyse tamamen sivil siyasetin hizmetine girmiş gibi bir görünüm kazanmıştı. Başka bir deyişle demokratik bir rejimde ordunun rolünün olması gerektiği pozisyona geldiğini söyleyebiliriz. Tam da böyle bir ortamda "darbeci gelenek"leri çağrıştıran gelişmeler doğal olarak refleksleri harekete geçirebilmektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın konu hakkındaki değerlendirmelerinde de ziyadesiyle bu türden bir kroniğe karşı oluşan refleksin aksülameli mevcuttur.
İkinci boyut ise henüz aşılamamış olan kronik dertlerden birisi olan, Türk toplumunun ve siyasetinin yıllardır yapay bir biçimde kutuplaşmasına neden olan alanlardan birini ifade eder. O da Atatürkçülük konusudur. Burada sorun olarak bahsettiğimiz şey Atatürk sevgisi ya da Atatürk'ün şahsı ve mirasına duyulan saygı değil, onun adının siyaseten kullanılması ve istismar edilmesi ve buna karşı gelişen reflekslerin Atatürk karşıtlığı ya da düşmanlığı olarak yorumlanması veyahut gerçekten böyle bir nitelik taşıma ihtimalidir. Askerilerin mezkûr yemin esnasında attıkları "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" sloganı üzerinden konunun laik-antilaik gibi bir tartışma zeminine çekilerek bu boyuta taşınması söz konusudur. Daha çok ana muhalefet partisi lideri ve belediye başkanlarının söylemlerinde yer alan, diğer muhalif parti temsilcilerinin de dile getirdikleri şey üç aşağı beş yukarı "gençlerin Atatürk sevgisi mi sizi rahatsız ediyor?" mealindeki cümleler olmuştur. Bu sadece siyasi liderlerle sınırlı kalmamış, sosyal medya mecralarında da konu Atatürkçülük-Atatürk karşıtlığı çerçevesinde tartışılır hale gelmiştir.
Zihinsel arka plan: Antiemperyalist mücadele
İki boyutun sadece birini merkeze alarak konuya yaklaşmak çözümsüzlük doğurur. Aslında burada bahsedilen ikinci boyut, birinci boyutu görmezden gelme ya da önemsizleştirmekten ileri gelmektedir. Esasında tam tersi olarak ikinci boyut gerçeklikten uzak, yapay bir gündemi ifade etmektedir. Çünkü Türk askerinin ve hatta herhangi bir vatandaşın "Mustafa Kemal'in askeriyim" demesinin, günümüz şartlarında iktidar çevreleri için rahatsızlık uyandırıcı bir durumu söz konusu olamaz. Zira Türk ordusu bugün belli bir zihniyetin temsilinden uzaklaşmış, gerek sınır ötesi operasyonlarda gerekse uluslararası alandaki faaliyetlerde, aslında zamanında Atatürk'ün öncülüğünde yürütülen Bağımsızlık Savaşında olduğu gibi bir zihinsel arka planı olan antiemperyalist mücadelenin temsilcisi konumuna gelmiştir. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan ordunun bu pozisyona gelmesinde en büyük katkısı olan kişidir. Dolayısıyla Erdoğan ile Atatürk arasında bir karşıtlık kurulması mantıki bir karşılığı olmayan bir durumdur.
Demokrat Parti'nin hamlesi
Ancak bu yapay gündem maalesef yıllardır Türkiye'nin gerçekliği gibi bir hal almıştır. Bunun müsebbibi olarak CHP'yi, orduyu ya da Kemalist zihniyeti tek başına sorumlu tutmak sağlıklı bir değerlendirme yapılmasını önlemektedir. Kemalizm temelinde Atatürkçülük ne kadar Atatürk'ün gerçekliğinden uzaklaşmışsa muhafazakâr çevrelerde oluşan Atatürk karşıtlığı da aynı ölçüde gerçeklikten uzak, yapay ve sonradan üretilmiştir. Esasında Atatürk'ü Kemalizm'in boyunduruğundan kurtarmak için yapılan ilk hamle Türkiye'de muhafazakâr bir parti olarak hükümet etmiş olan Demokrat Parti yıllarında gelmişti. Atatürk'ü koruma kanunu henüz Türkiye'de sağ-sol tartışmalarının dahi alevlenmediği bir dönemde, 1950'li yılların başlarında yürürlüğe girmiştir. Yalnızca bu olay dahi Atatürk'ün ya da Atatürkçülüğün bir kesimin tekelinde olamayacağının delili niteliğindedir. Buna mukabil Kemalizm'in temsilcilerinin Atatürk'ü dillerine pelesenk etmeleri ölçüsünde toplumun büyük bir kesiminin tek partili yıllardan itibaren aslında Kemalist yapıya karşı var olan refleksi Kemalistlerin bu tutumuna yönelmiştir. Bu alerjik tutumu ilerleyen yıllarda özellikle muhafazakâr çevrelere hitap eden bazı yazar çizerlerin Atatürk düşmanlığı pompalaması izlemiştir. Atatürk'ün bazı sözlerinin cımbızlanması veya tek parti dönemi uygulamalarının kısıtlı çerçevelerde yorumlanmasıyla birlikte, düşmanca olmasa bile, Atatürk'e karşı ilkokuldan beri oluşturulan sempatisini kaybeden ciddi bir nüfusun varlığından söz edilebilir. Bu yapay tartışmanın iki tarafını da besleyen şey alternatif tarih yazımı ve Kemalist anlatının birbirine reaksiyon göstererek Atatürk'ü gerçekliğinden uzaklaştırarak sunmasıdır. Bu türden yapay gerilimleri geride bırakmanın yolu, Atatürk'ün gerçekçi bir tarih anlatımıyla sunulmasıdır.
Teğmenler olayı aslında bu kronik tartışmayı sonlandırabilecek gelişmelere bir örnektir. Şöyle ki, bu türden gelişmeler yaşandığında yalnızca iktidar partisinin değil, Türkiye'de sağı temsil eden siyasi partilerin temsilcilerinin meselenin Atatürk meselesi olmadığını vurgulamaları, her şeyden önce muhalefet cenahında konuyu yukarıda zikrettiğimiz ikinci boyuttan tartışarak yaratılan polemiklerin önünü kapatır. Bu yapılmayan da bir şey değildir. Örneğin Rahmetli Necmettin Erbakan 28 Şubat sürecine giden zamanlarda "biz onlardan daha Atatürkçüyüz" mealinde sözler sarf etmiştir. Keza sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan da milli gün ve bayramlarda Atatürk'ün aziz hatırasını yad etmekten geri durmamaktadır. Fakat bunlara rağmen memlekette bir gerilimin sürekli olarak var olduğu izlenimi oluşturan gelişmeler yaşanmaktadır. Bu türden polemiklere alan tanımamak mümkündür...
Türkiye'nin diğer tüm kronik sorunlarının çözümünde olduğu gibi bu meselede de gerçekçi bir tarih anlayışı -ve bu çerçevede gerekirse tüm milli eğitim müfredatlarının elden geçirilmesi gibi hamleler - ile birlikte sağduyulu ve meselenin farklı boyutlarını görerek hareket eden iktidar faktörü en önemli unsurdur. Son meselede, burada bahsedilen iki ana eksenin dışındaki tartışma alanları da söz konusudur. Burada mevcut iktidarın gerek FETÖ ile mücadele sürecindeki tecrübelerinden ve gerekse de Atatürk dönemindeki uygulamalardan edinilmiş devlet tecrübesiyle hareket etmesi, bu kronikleşmiş tartışmaların da artık para etmediği günler görmemiz için önemli bir adım olacaktır...