Arkeolojide kuvvetli ve örtük bir teolojik yön de saklıdır daima. Tabii ki antik buluntular bize ait hazinelerdir fakat mesele hazinenin zamanlamaya göre sahiplenilmesi değildir sadece. Akıldan çıkarılmamalıdır: Urfa'da kadim arkeolojik alan Göbeklitepe'ye ve Efes'e olan yoğun ilgi, salt ilim ve tarih hassasiyeti kadar teo-politiktir de!
S. Burhanettin Kapusuzoğlu/ Yazar
"Güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler
Varak-ı mihr u vefâyı kim okur kim dinler"
Kâmî Mehmed Efendi
Medeniyet/uygarlık, dünden bugüne bir tecrübeler bütünüdür. Toplumların ilmi, kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda, ortak aklının eseri arayışların sonucu ortaya çıkan bir değerler manzumesidir. İnsanın yaşadığı yerlerde hayat kalitesini arttırmasının ve mevcudu tekrarlamadan yenilenerek gelişmişlik seviyenin yükselmesinin adıdır.
Medeniyet, zaman içinde halden hale dönerek şehirlerde kendini gösterir. Hayata elverişli yerlerde yolların ve her ne şekilde olursa olsun gidiş gelişlerin tesiri ile en büyükten küçüğüne kadar beldelere mutlak şekilde akseder.
Medeniyet, bir konaktır ve bütün odalar selâmlığa açılır.
İnsanlığın ortak birikimi, toplumdan topluma kültürlerde dile gelir. Merkez olarak şehirler, bu birikimin bütün azameti ile aksettiği mekânlar olarak nizamın/kuralın kuşatıcılığında medeniyeti/uygarlığı en ince detayına kadar çağına göre zamanı aşacak şekilde okutur. Şehirleşme ve şehirlilik, tekniğin ve gelenekli estetik zevkin, gündelik hayatın ihtiyaçlarına dokunacak şekilde bilhassa mimaride tezahür eder. Konunun mehabetine aşina olmak için kadim zamanlardan itibaren tarihin kayıtlarına bakmak kâfidir.
Her toplum, hayatı algılama biçimi, ulaştığı gelişmişlik seviyesi ve ihtiyaçlarının tabii seyrine göre mimari ile şehirlerini dokur, kendi boyasını sürerek kimlikli yapılar inşa eder. Toplumsal seviyeyi şerh edince, düzenin devamlılığı ve mekânın, metafizik alanın kıvamı ile renklenip incelmesini ve bu zaviyeden inşanın ihyayı da içine aldığı görülür.
Medeniyet külliyatına ait birikimin tecellisi olan meydan, yollar ve bahçelere kadar düzene tâbi şehir dokusu ve mimarlık abideleri... insani ilişkilerle somutlaşarak gelecek nesillere aktarılır. Yakın geçmişten en uzağa kadar çağlar boyunca arza değer katan dokunun, tarihi olduğu kadar pür-şuur bir talih demek olduğu da açıktır. Bu itibarla tarihi doku, toplumun kimliğini oluşturan en temel unsurlardandır ve toplumsal hafızanın surete bürünerek görünür olmasıdır.
Aşkın estetik kıvamı olan Türk kültürü, temiz bir medeniyet dairesinde şekillenerek, medrese, tekke, konak selâmlıkları, köy odaları ve şifahî mahsullerden nasiplenerek sohbetin nâmütenahi huzurunda gönüller yapmış ve ufukları kuşatmıştır. Üslûp ise aziz bir nasip olarak gönül mülkünü tezyin etmiştir.
İşte böylece gelenek, has evlâtlar yetiştirerek yeni şeylerin söylenmesine ruhsat vermiştir. Fakat bu kemâl devrinin ardından zeval pek yaman gelmiş ve ikbâli idbara döndürmüştür.
Sanat, derûnun dış âleme yönelik tezahürüdür, ortaya konan eser de eserin sahibini tarif etmektedir. Çünkü eser, ayniyle insandır. Tabii esas mesele üslûptur ve sanat eseri, mutlak bir estetik değer ifadesidir. Şayet üslûp kaybedilir, ruh köküyle rabıta kurulmaz ve gelenek iyi okunmazsa, kalb-i selîmle nasiplenmemenin kaçınılmaz neticesi keşmekeş, sıradanlık ve ufku çatlatan arabesk bir kasırga olan yozluktur.
Bu noktadan hareketle, geleneğe ve istikbâle pek açık gadredildiğinin ispatı olarak, sadece birkaç hususun beyanı bile maksadı izaha kâfidir:
Hiçbir eseri birbirinin tekrarı olmayan mimarlık ufkunun kutbu Hazreti Sinan'ın mübarek ruhu muazzebtir. Çünkü estetik ve sanat zafiyeti içinde mimarî mefluçtur. Konaklar dahil, can bahşeden abidelerin görülebilecek en hâkim noktasına, muhafaza için "Yâ Hâfız" istifi ta'lîk hat ile sırlanmış vaziyetteydi. Demek ki, gönüllerden "muhafaza" hissi kalkınca, ardı sıra bir devrin emaneti hâk ile yeksan olmaktadır. Böyle olunca da, herhangi bir abidenin, konağın ya da küçük ölçekli bir ahşap evin sanat değeri ve estetik ayrıcalığı, artık sadece bir geçmiş zaman hatırası olarak aramızda yer alabilmektedir.
İşte bu ahval ve şerait içinde Budapeşte'de bir sanat tarihçisinin: "Mimar Sinan'ın ülkenizde yaşadığına gerçekten inanıyor musunuz?" demesini hiç aklımdan çıkaramıyorum!
Mimari, hendesenin zevk hâlidir ve mekâna can versin diye üflenen bir ruhtur. Hendesenin çok ötesinde büyük mânâlar ifade eden tarihi yapılar, her alanda fevkalâde büyük değer taşır. Mülke ziynet, topluma kıymet verir. İlmin gerekleri icabı korunması gerektiği için konu, hafızanın muhafazası ve kimliğin kaybolmaması adına akıl sahiplerini bağlayan derin bir özelliğe sahiptir.
Sanat, ahengin şehrayinidir. Bundandır ki tarihi fotoğraflara ve gravürlere/resimlere bakınca, geçmişin mimari haşmetinin güzel sanatlarda şahlanışı karşısında alenen saygı duruşuna mecbur kalırız.
Türkiye, coğrafyası ve tarihi mirası bakımından farklı medeniyetlerin kesiştiği ve kültürel izlerin zengin biçimde biriktiği ülkedir. Bu bağlamda, mimari mirasın korunması, yeniden inşası ve topluma kazandırılması, icabında eksiğin tamamlanması ya da yerine göre temelinden yeniden inşa edilmesi kritik bir öneme sahiptir. Sahanın teknik dilince restitüsyon denilen bu ameliye, yıkılmış veya harap olmuş bir yapının aslına uygun olarak yeniden inşa edilmesi anlamına gelmektedir. Mimarlık için restitüsyon yani aslını yeniden iade etme, bir yapının tarih içinde uğradığı yıkım ya da tahribattan azat edilerek yenilenerek kendine gelmesidir.
Ülkemizde pek çok tarihi ve kültürel miras, uzun tarihleri boyunca depremler, yangınlar, isyanlar sırasında çıkan şiddetli kargaşalar, savaşlar, ihmaller ve arsasından dolayı karşı konulmaz hırslar nedeniyle büyük zararlar görmüştür. Bu yapılar arasında farklı kültürlere ait çok sayıda eser yer almaktadır. Bilhassa yok olan ya da ağır zarar gören konaklar, medreseler, çeşmeler, hanlar, arastalar, bedestenler, köprüler, kervansaraylar, camiler, saraylar, tekkeler, vs... neler yok ki! Bu bakımdan restitüsyon uygulamaları, yapıların toplumsal hafıza ve gelecek için yerlerinde görünürlüklerini ve korunmalarını temin etme adına vazgeçilmez bir gerekliliktir.
Ülkemizde, kültürel miras alanlarında yapılan bu tür çalışmalar, ilmi, çok ciddi ve yüksek kalitede olmak şartıyla, toplumumuzun tarihsel ve kültürel değerleri ile olan hayat bağlarını güçlendirme amacı taşır.
Bu bağlamda, tam bir sorumluluk bilinci içinde yapılan restitüsyon uygulamaları, milli kimliği güçlendiren, hafızayı diri tutan ve tarih şuuruna vesile olan bir anlama sahiptir. Vakıa, aslına uygun olarak yeniden görünür kılma işi, yalnızca geçmişe yönelik bir geri dönüş değil; dün, bugün ve gelecek arasında sürdürülebilir bir kültürel bağın yeniden inşasıdır.
Anadolu yoğun bir arkeoloji bölgesidir. Arkeolojide kuvvetli ve örtük bir teolojik yön de saklıdır daima. Tabii ki antik buluntular bize ait hazinelerdir fakat mesele hazinenin zamanlamaya göre sahiplenilmesi değildir sadece! Akıldan çıkarılmamalıdır: Urfa'da kadim arkeolojik alan Göbeklitepe'ye ve Efes'e olan yoğun ilgi, salt ilim ve tarih hassasiyeti kadar teo-politiktir de!
Bu dikkat gereken özellikli konulardan dolayı Türk mimarlık abidelerine çok daha fazla önem verilmelidir.
Elimizde halin orijinalini gösterir sayısız tarihi fotoğraf bulunmaktadır ve önemli bir kaynak olarak büyük nimetin kapısını aralamaktadır. İşbu sebeplerden dolayı eldeki fotoğraflardan hareketle:
· Ankara Mevlevîhânesi, Cenâbî Ahmed Paşa Camii'nin bahçesinde bilinen yerine yapılmalıdır.
· Ankara'da Hacı Bayram-ı Velî Camii ve Türbesi'nin merkezinde bulunduğu geniş yapılar topluluğunun ismi "Bayramiye" olmalıdır. Caminin güney duvarlarındaki kitabeler, İstanbul eserlerinde olduğu gibi renklendirilmeli ve okunabilirliği temin edilmelidir.
· Aziz Mahmud Hüdâyî'nin Ankara'ya gönderdiği halifesi Taceddin-i Velî'nin dergâh camii ve türbesinin kitabelerinin de renklendirilerek okunabilir kılınması gerekmektedir.
· İstanbul'da Topkapı Sarayı etrafını kuşatan Sûr-ı Sultânî'nin Haliç tarafındaki deniz surlarının yıkık kısımları ivedilikle tamamlanmalıdır.
· İstanbul'da Boğaz kenarına yapılan yeni projelerin ultra modern yapılar olmasına mani olunmalıdır.
· İstanbul Sultanahmet'teki eski adliye binasının kullanım ömrü dolmadı ise en azından dış cephesi Mimar Kemâleddin Bey'in tarzınca kaplanmalıdır.
· Aydın'ın Balat'taki, 1950'li yıllardaki depremde hasar gören ve gövdesi yıkılıp kaidesi kalan İlyas Bey Camii'nin Avrupa ödüllü restorasyonunda yapımı unutulan minaresi tamamlanmalıdır.
· Edirne Sarayı tamamı ile bir an önce yeniden inşa edilmelidir. Tamamının inşası gecikirse hiç olmazsa Kum Kasrı vakit varken yaptırılmalıdır.
· Konya surlarının ihtişamlı büyük kapısı ve Konya Selçuklu Sarayı mutlaka yeniden yapılarak Selçuklu devri dokusunun görünürlüğe kavuşması sağlanmalıdır.
· Anadolu'da en son kurulan şehir olan Yozgat'ın Bey Sarayı'ndan kalan selâmlık bölümü yeniden yapılmalı ve Yozgat'ta harabeleri kalan üç kervansaray temelleri üzerinde yeniden yükseltilmelidir. Daha önce VGM. Çok sayıda kervansarayı ayağa kaldırdı.
· Urfa'da insanlık tarihinin en eski ve çok önemli şehirlerinden olan Harran'da Ulu Camii, medrese ve surlardan bir kısmı yeniden inşa edilmelidir.
· Koruma kuralları ve bilim kurulları kararları itiraz olarak gösterilirse şayet, buna karşı hayli örnek verilebileceği ehlinin malumudur.
· Bâ-husus, Mimar Kemâleddin Bey'in estetik ve asalet timsali tarzına bir an önce dönülmelidir. Aksi takdirde şehir estetiğimiz de sadece tarih kitaplarının küf kokan sayfalarına hapsolacak.
Kültürel miras, bir toplumun kimliğini ve sürekliliğini temin eden en önemli unsurdur. Fertler ve toplumlar, değerlerine sadakatleri sayesinde değerlenir. Eskinin tekrarı olmayan ve her devirde yeniden söylenen gelen/ek sayesinde canlanır, kendisi olur. Değişim kaçınılmazdır fakat şehirlerde ve mekânlarda bizden çizgilerin olması hayat serüveninin yolunca yürümesine vesiledir. Kimlik nişanesi mimarlık abideleri ve bütünüyle tarihi doku, iyi korunmazsa, bazıları yeniden yapılıp görünür hale getirilmezse, kültürel kimliklerin çarpıştığı hengâmede, olup bitenlere bir süre sonra şaşırmaktan bile uzak kalınma riski yüksektir.
Gelecek bugüne emanettir, bugün de geçmişten devralınan miras sayesinde bir tanzimden ibarettir. Modernleşme ile gelen dönüşüm ve değişim, köklerle/dünle bağları hükümsüz kılmak demek değildir. Avrupa'nın ve dünyanın zannımca en güzel şehirleri olan Viyana, Budapeşte, Peç ve Prag'ın canlı hafızalarıyla hayata bütünüyle hitap eden her unsuru barındırıyor olmasına dikkat edilirse mesele anlaşılır.
Her ne kadar İstanbul'u, Edirne'yi, Bursa'yı ve Yozgat'ı tersyüz etmenin dayanılmaz ağırlığı altında kalsak da, bizim de kültürel kimliği tesis ederek dokuyu geleceğe taşınmak ve âkil bir hafızanın dinamik yapısını gözetmek gibi bir önceliğimiz bulunmaktadır.
Anadolu'da antik alan çoktur. Tabii ki ne kadar antik buluntular varsa bize ait hazinelerdir. Arkeolojinin gücü ve öneminin yanına daha değerli tarihi dokumuzu ve kültürel mirasımızı koymak ve zaten yapılan hizmetlerin kalite çıtasını hayli yükseltmek gerekmektedir. Bilhassa belli bölgelerde Selçuklu ve Osmanlı Türk sanat varlığını görünür kılmak esasında tam bir beka meselesidir.